Altınoluk Dergisi, 1987 – Kasim, Sayı: 021, Sayfa: 038
Adı Sevban b. İbrahim, künyesi Ebu’1-feyz, lakabı Zünnûn, nisbesi el-Mısrî’dir. Tasavvuf tarihimizde Zünnûn el-Mısrî diye meşhurdur. Güney Mısır’ın Sudan’a yakın sınır bölgesinde yaşayan Nûbe kabilesinden. Bu yüzden babası en-Nûbi nisbesiyle anılır. Hicrî 155, Miladî 772 yılında doğdu. Bir ara ticaretle de meşgul oldu. Doksan yaşına yaklaşmışken 245/859 yılında öldü.
TEVBE KAPISINDA
Mısırlı sûfilerin önderi. Tasavvuf ahval ve makamlar hakkında ilk söz söyleyenlerden, nahif bedenli ve kırmızıca tenli idi.
Tevbesini şöyle anlatır:
– Bir köye gitmek üzere Mısır’dan yola çıktım. Yolda sahrada bir ağacın altında uykuya vardım. Uykudan uyandığımda altında uyuduğum ağaçtan bir serçenin hızla yere doğru adeta düşer gibi indiğini gördüm. Birden yer yarıldı ve biri altın diğeri gümüş iki kap çıktı. Altın kutuda susam, gümüş kutuda su vardı. Serçe susamdan yiyip sudan içmeye başlayınca kendi kendime: “Bu kadar işaret bana yeter!” dedim, tevbe kapısına koştum ve ömür boyu Hakk kapısında bende olmaya çalıştım.
İbtila, melamet ve riyazat yolunu tutanlardandı. Halk onun “sekr” ile söylediği bazı sözleri anlamayıp Halife’ye şikayet etti. Halife Mütevekkil alâllah, onu Mısır’dan Bağdad’a çağırttı. Onunla bir süre görüştükten sonra hakkındaki isnadların yersiz ve gerçeğe uygun olmadığını görerek geri gönderdi.
İSM-İ ÂZAM VE ZÜNNUN
İsm-i Azam’a aşina büyüklerdendi. Ancak bunun bir sırr-ı ilahî olduğunu bildiğinden ehil olmayanlara öğretmezdi. Nitekim yıllarca onun sohbet ve hizmetinde bulunan salih bir derviş bir gün ona:
– Beni tanıyorsun ve öyle sanırım ki bana güveniyorsun. Bana İsm-i A’zam’ı öğretir misin? dedi. Zünnûn bu soruya cevap vermedi. Derviş ümitle bekliyordu. Ertesi gün Zünnûn onun eline bir kutu tutuşturarak: “Al bunu Cize’deki filan dostumuza götür, sakın açayım deme!” dedi. Zünnûn’un elindeki kutuya alan derviş hemen yola koyuldu. Fakat içine bir merak ateşi düşmüştü: “Acaba Zünnûn, dostuna ne gönderiyordu?” Uzun süre nefsiyle mücadele ettikten sonra “sakın açayım deme!” dediğine göre içinde çok kıymetli birşey olmalı. “Acaba ne?” diyerek nefsine mağlûb oldu ve kutuyu açıverdi. Açmasıyla birlikte kutunun içindeki tarla faresinin dışarı fırlaması bir oldu. Adamcağız şaşırmıştı. Çünkü göz göre göre fareyi kaçırmıştı. Boş kutuyu da götüremezdi, döndü dolaştı ve geri geldi. Zünnûn sordu:
– Emaneti ne yaptın?
Derviş şaşkın, ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez bir halde ve cevapsız. Zünnûn kararlı:
-Sen ki kendisine verilen bir fare emanetini bile taşımaktan acizsin. İsm-i A’zam emanetini nasıl taşıyacaksın?
NEDEN “BALIK SAHİBİ?”
Zünnûn, balık sahibi lakabı alışını şöyle anlatıyor:
– Tevbe edip Hakk yola girince deniz seyahatine çıkmak istedim. Bir cemaatle birlikte gemiye bindim. Gemide bulunan bir tüccarın mücevherleri kayboldu. Herkes mücevherlerin bende olduğunu öne sürüp bana işkence etmeye başladı. İşkence dayanılmaz bir hal alınca: “Ya Rabbi sen bilirsin!” diye Hakk’a iltica ettim. O anda su üstünde herbirinin ağzında bir mücevher bulunan binlerce balık belirdi. Ben de alıp onlara verdim. Bu manzarayı gören yolcular büyük üzüntüyle benden özür dilediler. Bu olaydan sonra bana Zünnûn (balık sahibi) lakabını verdiler.
ALLAH RIZASI VE İNSANLAR
Dostları bir gün Zünnûn’u ağlarken buldular ve sordular.
– Ağlamanızı gerektiren nedir? Şöyle karşılık verdi:
– Rabbim bana alem-i manada şöyle ilham etti:
“Yâ Eba’1-feyz, halkı on kısım olarak yarattım ve onlara dünyayı takdim ettim. Onda dokuzu dünyaya yöneldi. Onda birlik grup tekrar ona ayrıldı. Kendilerine cennet sunulunca onların da onda dokuzu cennete meyletti. Geriye kalan onda bir tekrar bölündü. Kendilerine cehennem arzedilince onlardan da onda dokuzu cehennem korkusundan dağıldı. Geriye kalan onda bir ise ne dünyaya aldandı, ne cennete kandı ve ne de cehennemden korktu. Bunlar benim isteğime boyun kesen sadece benim rızamı isteyenlerdir.
SEVGİLİNİN YAKININDA OLMAK
Şöyle anlatıyor:
– Bir tavaf esnasında yüzü sarı, bedeni narin bir bedevî gördüm ve sordum:
– Sen aşık mısın?
– Evet, diye karşılık verdi. Sordum:
– Sevgilin sana yakın mı?
– Evet yakın, dedi.
– O sana muvafakat mi ediyor, muhalefet mi? diye sordum.
– Muvafakat ediyor, dedi.
– Sevgilin hem yakın olsun, hem de sana muvafakat etsin de sen bu kadar arık ve zayıf ol, hayret. Olacak şey değil! dedim. Dedi ki:
– Sevgilinin yakınında ve muvafakati yanımda olmanın, uzağında ve muhalefetinde olmaktan daha zor olduğunu bilmez misin?
FESADIN ALTI SEBEBİ
Zünnûn’un anlayışına göre fesadın altı sebebi vardı.
1- Ahiret işindeki niyyetin zayıflığı,
2- Bedenin şeytana esir olması,
3- Ecel yakın olmasına rağmen tul-i emelin galip gelmesi,
4- Yaratığın rızasını Yaratan’ın rızasına tercih,
5- Hevâ ve hevese talip olup sünneti terketmek,
6- Eskilerin iyiliklerini unutup küçük bazı kusurlarını delil yapmak.
Midenin boş, kalbin hoş tutulmasından yanaydı. Bu yüzden şöyle derdi: “Ben hiçbir zaman midemi doyurmadım. Çünkü ne zaman midemi dolduracak olsam ya günaha düşerdim, ya da günah işleme arzusuna.
Üç şeyin üç şeyle birlikte bulunmamasına hayıflanır ve şöyle söylerdi: “ilim var amel yok, amel var ihlas yok, ihlas var teslimiyet yok.” Çünkü onun anlayışına göre bir kimse nefsini feda ederek Allah’a yakınlık kazanırsa Allah onu nefsin saldırısından korurdu. Bu yüzden kendisine:
– Neden hadis ilmiyle meşgul olmuyorsun? diye soranlara şöyle karşılık verdi:
– Hadis ilmiyle uğraşan pekçok ulema var. Ben ise nefsimle meşgulüm, onun etinden kurtulmanın yollarını arıyorum.
İLİM VE HAYAT BÜTÜNLÜĞÜ
Devrin alim ve abîdlerini şöyle eleştirirdi:
– Günümüzün abîdlerini ve alimlerini bir tembelliktir sardı. Günahlarına aldırmaz oldular. Midelerini şehvet arzusuyla doldurdular. Sonra kalkıp şehvet hislerini tatmine yöneldiler, yüzlerini harama çevirdiler, helali aramaz oldular. Amelsiz ilimle yetindiler. İlim tahsil ettiler, fakat gereğini yapmadılar. Kendilerine bilmedikleri sorulunca “Bilmiyorum” demekten utandılar. Onlar dünyanın kölesi ve oyuncağı oldular. Onlarda şeriat ilmi ne gezer?
Bir gün biri geldi ve:
– Benim hanımım sana selâm yolladı, dedi. Zünnûn hemen:
– Karılarınızdan bize selam getirmeyin.
Bir gün kulağına def ve oyun sesleri geldi. “Nedir bu?” diye sordu. “Düğün” dediler. Biraz sonra bir ağlama ve ağıt sesi duydu. Tekrar “Bu nedir?” diye sordu: “Falan kimse öldü” dediler. Onun üzerine şöyle konuştu: “Bu beldenin insanları verilen nimete şükretmesini, başa gelen ibtilaya sabretmesini bilmezler mi?” Zira onun anlayışına göre rıza, kazanın acılığına sevinmekti. Rıza kazadan evvel iradenin terkedilmesi, kazadan sonra acı duyulmaması ve bela içinde sevginin coşmasıydı. Bu yüzden “Nefsini en iyi bilen kimdir?” diye soranlara: “Kısmetine razı olan” diye cevap verirdi.
Onun telakkisine göre arifin ameli, her halükarda Hakk’a nazar etmekti.
-rahmetullahi aleyhi-
KAYNAKLAR : Sülemî, Tabakatu’s-süfiyye, 15-26; Hilyetü’l-evliya, IX, 331-395; Kuşeyri, Risale, l, 58-61; Vefeyatü’l-a’yan, l, 126; Sıfatu’s-safve, IV, 287-293; Tarihli Bağdad, XIII, 393-397; el-Bidaye ve’n-Nihaye, X, 347; Keşfu’l-mahcûb (Trc. S. Uludağ), s. 198-200; İbnu’l-Mulakkın, Tabakatü’l-evliya, s. 218-228; Tezkire-tül evliya (Trc. S. Uludağ), s. 176-197; Nefehatü’l üns (Trc. Lamiî Çelebi) s. 87-91; Şaranî, et-Tabakatü’l-kübra, l, 58-61; Münavî, el-Kevakibu’d-dürriyye, l, 223231; Abdulhalim Mahmud, Zünnün el-Mısrî, Kahire 1980.