Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

TASAVVUFTA MERAK ETTİĞİNİZ SORULARA CEVAPLAR

1 -Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?

–  Bu sorunun tasavvuf konusundaki belirsizlikleri gidermek amacıyla sorulduğu anlaşılmaktadır. Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için bir takım ölçülere ihtiyaç vardır. İşte o ölçüler şunlardır:

a-      Ehl-i sünnet ve ve’1-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç,

b-      Kitap ve sünnete uygun derin bir ibâdet hayatı (sâlih amel).

c- Düzgün bir muamelât,

d- Muhammedi bir ahlâk.

Tasavvuf bu ölçüler içinde şu özellikleri de taşır:

a- Tasavvuf manevi tecribe ile anlaşılan hal ilmidir,

b- Tasavvufi bilginin konusu ma’rifetullah’tır,

c. Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir,

d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübîdir.

e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı kabul edilir.

f- Tasavvufi eğitim tarikat denilen özel yollarla kat’edilir.

el-Lüma’ müellifi sûfîlerin sahtesini hakikisinden ayırmak için şöyle bir ölçü koyar:

l – Haramlardan kaçınmak,

2-     Farzları îfâ etmek,

3- Dünyayı ehl-i dünyaya bırakıp dünya-perest olmamak.

2-Tasavvufun muhteva açısından mertebeleri nelerdir?

Tasavvufun tahalluk ve tahakkuk olmak üzere iki mertebesi; yani boyutu vardır. Tahalluk, tasavvufun eğitim boyutudur. Tasavvufi hayat, tarikat, manevi makamlar, seyr u sülük ve âdâb gibi konuları kapsar. Tahakkuk ise tasavvufun ma’rifet, işaret ve bilgi boyutudur. Bu da insanın ma’nevî eğitim sayesinde ahlâk ve takva açısından yükselişi ve Allah’a yaklaşması sonucu kâinattaki bazı ilâhî sırlara âid elde ettiği bilgilerdir. Nitekim Kur’an’daki: “Allah’tan korkun Allah size öğretsin.”[1] Âyeti takvanın bir takım manevî bilgilere erme vesilesi olduğuna işaret etmektedir.
Bir kudsî hadisteki: “Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı… olurum”[2] ibareleri, kulluk ve nafile ibâdet ile insanın kâinattaki ilâhî kudretin etkisini anlamaya başlayacağını anlatmaktadır. Aslında ehl-i sünnet inancına göre bütün insanların fiillerinin gerçek mutasarrıf ve halikı Allah’tır. Ancak insanlar gözlerindeki dünya ve mâsivâ perdesi sebebiyle bunu görememektedir. Yani bir başka ifade ile herkesin gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı Allah’tır. Çünkü bütün fiillerde yaratıcı O’dur. İnsanlar bu gerçeği nafile ibâdetlerle Hakk’ın sevgilisi olacak konuma geldikleri zaman farkedebilirler. Kur’an’da Allah’ın, kulların fiillerini kendine izafe etmesi bundandır. Nitekim “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı.”[3]  buyrulur. “Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.”[4] hadisinde de aynı konuya işaret edilmektedir.

Tasavvufun bu iki özeliği tasavvufî hayat ve tasavvufî düşünce olmak üzere iki mertebenin meydana gelmesini sağlamıştır. Bunların ikisi de birbirine bağlı olmakla birlikte; aslolan kulluğa yardımcı tasavvufî hayattır.

3 -“Tasavvuf, tefsir, hadis ve fıkıh ilmi gibi bir ilimdir” deniyor. Tefsir  İbn Abbas ile; hadis, hadis rivayet eden bir çok sahâbî ile; fıkıh yine fakih sahabîler ile Peygamberimiz zamanından bu yana sabit ilimlerdir. Ama Peygamberimiz ve hıılefâ-i râşidin döneminde tasavvufun isminden bile bahsedilmemiştir, ne dersiniz?

– Evet tasavvuf, İslâmî ilimler mozaiğinin bir parçasıdır. Nasıl tefsir, hadis ve fıkıh asr-ı saadette var olan bir ilim ise tasavvuf da muhtevası itibarıyla öyledir. Çünkü İslâm’ın ihsan boyutunu, îmanın îkan yani yakînî bir kıvamda yaşanmasını sağlayan tasavvuftur. Kur’an’da bahsi geçen takva, zikir, huşu, tevbe ve rızâ gibi kalb amellerinin nasıl gerçekleşeceğini Kur’an ve sünnetten alıp tatbiki olarak öğreten zâhidlerdir, sûfîlerdir. Tasavvufun asr-ı saadetteki adı belki zühddür, ihsandır, rabbânîliktir ama; tasavvuf öz ve muhtevâ itibarıyla o gün de vardı. Nitekim elinizdeki eserin ilk 3-7. bölümleri arası okunacak olursa büyük sahâbîlerden herbirinin tasavvufta belli özellikleriyle imam ve önder oldukları görülecektir.

4-Günümüzde tasavvufun içine pek çok hurafeler karışarak bozulduğu örülmektedir. Özellikle menkıbeler konusunda sıkıntılar var. Net bir asavvuf ortaya konmuyor? Bu konuda neler yapılabilir?

-Bu soruda herhalde tasavvufun bozulup gerilediğine işaret edilmek istenmektedir. Aslında İslâmî ilimler ve sosyal kurumlar bileşik kaplar gibidir. Birinin yükselmesi ve diğerlerinin yerinde sayması veya birinin seviyesinin düşüp diğerlerinin yukarda kalması mümkün değildir. İslâm dünyasında gerileme ve çözülme başlayınca bütün ilimler ve kurumlar bundan nasibini almıştır. Medrese, tekke ve ordu üçlüsünün oluşturduğu sosyal müesseseler birbiriyle ahenkli biçimde çalıştıkları, birbirlerini rakip görüp dışlamadıkları zamanlar yüksek seviyede hizmet vermişlerdir. Bu müesseseler birbirini bütünleyen özelliklerini kaybedip rekabetle birbirini yıpratmaya başlayınca genel bir gerileme başlamıştır. Tekke ve tasavvufi kurumların parlaklığını kaybettiği dönemde, medrese veya ordunun hâlâ parlak hizmetler verdiğini söylemek mümkün değildir. Bu itibarla gerileme ve çözülme bütün kurumlarda birlikte yaşanmıştır.

Günümüzde tasavvufi hayatın içinde bulunduğu öne sürülen bid’at ve hurafeler aslında İslâm toplumunun ortak problemidir. Tasavvuf, ya da başka İslâmî çevrelerde görülen bir takım bid’at ve hurafelerin temel sebebi bilgi eksikliğidir. Çünkü bugün insanlarda manevi hayata ilgi, bilginin çok önündedir. Bu ilgiyi doyurup iyiye kanalize edecek gerekli kurumlar olmadığı ve dini bilgilenmede problemler olduğu için insanlar din adına çoğu zaman hurafelere takılıp kalmaktadır. Hurafe ve bid’atin tek sebebi vardır o da cehalettir. Ehl-i sünnet çizgisinde müteşerri ve cehaletten kurtulmayı görev sayan tarikatler hurafelerle mücâdele etmektedir. Nitekim XIX. yüzyılda başta Nakşbendiyye’nin Hâlidiyye kolu olmak üzere pek çok tarikat, ilim ve medrese çevrelerinin de desteğiyle bir tecdid, yenilenme ve ıslahat hareketi başlatmışlardır.

Menkıbelerle ilgili sıkıntılara gelince işe önce menkıbenin ne olduğundan başlayalım. Menkıbe (doğrusu menkabe) lügatte övünülecek fazilet, hüner ve meziyet demektir. Istılahta ise peygamberler, sahâbîler, tarihî şahsiyetler, mezheb imamları ve sûfîlerin övülecek fazilet ve meziyetlerini anlatan rivayetler, demektir. Kur’an’da geçmiş peygamberlere ve ümmetlerine âid bir takım kıssaların yer alması, hadislerde de böyle rivayetlerin bulunması “kıssacılık” diye bir mesleğin meydana gelmesini sağlamıştır. Kıssacılara “kussâs” denilir. Halk kıssalardan hoşlandığı için bunlar, vaaz ve irşâdda bir eğitim aracı olarak kullanılmıştır. Sûfîler başlangıçtan beri bu tür kıssalardan oluşan, peygamberler, sahâbîler ve ilk devir sûfîlerinin kıssa ve menâkıbını yazılı ve sözlü olarak nakledegelmişlerdir. Tabiî, bir meslek hâline gelen bu alanda halk muhayyilesinin de katkılarıyla zaman zaman abartılı rivayetler de gündeme gelmiş, hattâ zamanla işin özünü ve nasihat değerini ihmâl eden bazıları, sadece kıssa ve menkıbe yazıp nakletmeyi ve olağanüstü bir takım olaylardan bahsetmeyi daha önemli görür olmuştur. Halbuki kıssa ve menkıbelerde gaye, okuyan ve dinleyenlere bir mesaj ve öğüt vermektir. Bu gayeye uygun olarak yazılan ve anlatılan menkıbelerin yararlı olduğunda şüphe yoktur. Tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân gibi bir takım olağanüstülüklerin bulunduğu keramet ve menkıbeleri, halkın kahramanlık duygularını tatmine yarayan şeyler olarak görüyorum. Kesikbaş hikayeleriyle savaşta orduya yardım eden yeşil sarıklı velilere bu gözle bakılmalıdır. Bugünün materyalist ve pozitivist dünyasında îcâd edilen süpermen filmlerinde verilmek istenen nedir? Seyircinin gizli kalmış bir takım macera, kahramanlık ve intikam duygularını tatmin değil mi? Herhalde menkıbelerde de böyle bir etki bulunduğu için çokça tutulmuştur. Nasıl bir kurgubilim filmini gerçek sanmak yanlış ise, menkıbelerde anlatılan bazı şeyleri de böyle doğrudan dinin temel esası sanmak ve öyle sunup algılamak da yanlıştır. Bugün Batı’da ruh hastalıklarının tedavisinde sûfî menkıbelerinin kullanıldığına ilişkin bir takım yayınlar göze çarpmaktadır. Bu da bize bunların bir takım fonksiyonlar icra edebilecek önemini göstermektedir. Önemli olan sap-saman ile dânenin birbirine karışmamasıdır. Bugün gerek menkıbeleri nakledenler, gerekse okuyup dinleyenler, zaman zaman anahedefi şaşırdıklarından problemler doğmaktadır. Yerine göre kullanılır ve dînî bir nass gibi görülmezse menkıbelerin de yararlı olabileceğinde şüphe yoktur.

İslâmî ilimlerin hepsinde meydana gelen canlanma, yenilenme tasavvuf muhitlerinde de görülmektedir. Ancak nasıl fıkıh, tefsir ve hadiste bugün müslümanlar dün oldukları seviyeyi henüz yakalayamamışlara tasavvufta da yakalayamamışlardır. Kaldı ki tasavuf bir ilim olduğu kadar manevî ve ruhî bir hayattır. Bu yüzden bu konudaki gelişmeler daha çok zamana ihtiyaç göstermektedir. Bu konuda neler yapılabileceği konusunda şunları söyleyebiliriz. Önce tasavvufun ilim boyutu tasavvuf klâsikleri denilen Kuşeyrî Risalesi, İhya, Kutü’l-kulûb, el-Lüma’, et-Taarruf ve Keşfu’l-mahcûb gibi müteşerri kaynaklar ile tasavvufi düşünce ürünü klâsik eserlerden yararlanılarak ortaya konmalıdır. Ardından tasavvufun eğitim yönü demek olan seyr u sülûk boyutu, işi tezgâhtarlığa vardırmayan liyakatli ve şeriata merbut mürşidlerce hem yazılı eserler, hem de fiilî örneklerle takdim edilmelidir. Böyle bir ortamın gerçekleşmesinden sonra belli bir süreç içinde mutlaka gelişmeler olacaktır. İslâmın hukuk sistemi bile henüz bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek bir biçimde tam olarak ortaya konulamamış ve bununla ilgili gerekli ve yeterli çalışmalar yapılamamışken bütün eksiklik ve kusur sadece tasavvufta imiş gibi önyargılı davranmak haksızlık olur diye düşünüyorum.

5-Bazıları “Tasavvuf, Yunan mistisizminden alınmıştır.” diyorlar. İslâm literatürüne girmiş bir ilim olan tasavvufun kaynağını açıklar mısınız?

–  Tasavvufun kaynağını yabancı kültürlerde arama kaygısı, daha çok müsteşriklerin gayretleriyle ortaya çıkmıştır. Muhtelif dinlerin mistik yapılarındaki bir takım benzerlikler onları, bunların birbirinden alınmış olması düşüncesine sevketmiştir. Bir takım müsteşrikler tasavvufun sadece Yunan mistisizminden değil, Hind, İran, Mısır, Hristiyan ve Yahûdî mistisizminden etkilendiği düşüncesini öne sürmüşlerdir. Aralarındaki bir takım benzerlikler sebebiyle bu görüşleri öne sürenler, bu benzerliklerin
insan fıtratından kaynaklanan özellikler olduğunu; her nerede bulunursa bulunsun ve hangi çağda yaşarsa yaşasın insanın bu tür ihtiyaç ve temayüllerinin bulunduğunu görmezden gelmişlerdir. Nasıl din olgusu tarihiboyunca insan için bir gerçekse, din için tasavvuf ve ruhî hayat da öyledir. İslâm’da bulunan ibâdet ve muamelâta âid bir takım ahkâm ve kuralların Hristiyanlık ve Yahudilikteki âdâb ve ahkâma benzemesi, nasıl bunların oradan alındığı anlamına gelmezse, tasavvufi hayat ve tasavvufi düşüncelerdeki benzerliklerin de böyle bir takım dış kültürlerden aktarılmış olması anlamını taşımaz. Rengi, dili, kavmiyeti ne olursa olsun, insanların
belli ruhî anlayışları hiç yabancılık çekmeden algılaması meselâ bir Japon’un İslâm tasavvufuna dair yazılmış bir eserden zevk alması, bu ortak özellikten kaynaklanmaktadır.

Bir ilmin İslâmî olup olmadığını anlamak için önce adına, sonra muhtevasına, sonra da o ilim mensuplarının kendilerini şeriat karşısında hangi noktada gördüklerine bakmak gerekir. Bu üç esasa göre tasavvufu sırasıyla ele alacak olursak:

a- Tasavvufun adının genellikle ashâb-ı suffenin “suffe” sinden, “safvet” ten ve “sûf” kökünden geldiği kabul edilir. Bu kelimelerin üçü de İslâmî menşelidir. Tasavvufun kökü olarak “Sofia” kelimesinden bahsedilmişse de, gerek sûfîler ve gerekse araştırıcılar tarafından reddedilmiştir. Hattâ bir takım müsteşrikler bile tasavvuf ve sufi kelimesinin sofia kökünden geldiğine karşı çıkmış, bunun yerine yün anlamına gelen “sûf” kökünden geldiği görüşünü benimsemişlerdir.

b- Tasavvufun iki önemli muhtevası vardır: Eğitim ve bilgi. Tasavvuf, eğitimde temel olarak benimsediği zikir, tezkiye, tasfiye, rabbânîlik, mücâhede gibi esaslar ve üsve-i hasene – model şahsiyet – ilkesiyle bir yaşama biçimidir. Kur’an’da 250’den fazla yerde geçen zikir lâfzı ve bu konudaki emirler, “nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceğini” haber veren âyet[5]; safvete ermiş kalb-i selim[6] ve rabbânîlik[7] riyâzat ve mücâhede konusundaki ilâhî emir ve nebevî tavsiyeler aslında tasavvufi hayatın Kur’an ve sünnet menşeli olduğunu göstermektedir.

c- Sûfîlerin kendilerini şer’i açıdan hangi noktada gördükleri mes’elesine gelince ilk sûfîlerden itibaren meşâyıh, ilimlerinin şeriata bağlılığını sık sık vurgulamışlardır. Nitekim Cüneyd: “Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır.” Seriy Sakatî: “Tasavvuf kitap ve sünnetin zahirine ters bir bâtın ilminden bahsetmez.” ve Sehl b. Abdullah Tüsterî: “Bizim yolumuzun temeli şu yedi şeydir: Allah’ın kitabına sarılmak, Rasûlü’nün sünnetine uymak, helâl lokma, başkalarına eziyet ve yük olmamak, günahlardan kaçınmak, tevbe ve hukuka riâyet” der. Bu tür söz ve uygulamaları çoğaltmak mümkündür. Mes’eleye bu açıdan bakıldığında da görülen safîlerin İslâmî bir yapı içinde olduklarıdır.

6- Tasavvufa ayrı bir din gibi bakanlar var. Bu konudaki fikriniz
nedir?

Bir önceki soruda saydığımız deliller, tasavvufun İslâmî bir ilim olduğunu göstermek için kâfidir. Tasavvufun ayrı bir din olduğu görüşünü savunanlar, ya gerçek tasavvuf çevrelerinin de kabul etmediği, birtakım istismarcı ve sapıkların durumuna bakıp bir genelleme yaparak yanılıyorlar, ya gerçek tasavvufu yeteri kadar bilmiyorlar, ya da hasmâne bir tavır içindedirler. Birinci grupta bulunanlar, bugün piyasada tasavvufu bir istismar aracı olarak kullanıp bir takım maddi ve dünyevi çıkarlar sağlamak isteyenlere bakıp tasavvuf hakkında genel bir hüküm vermektedirler. Aslında gerçek sûfîler, böylelerini tasavvuf ehli olarak görmemektedir. İkinci grupta yer alan ve müteşerri   tasavvufun temel   esaslarını bilmeyen kişilere, müteşerri mutasavvıfların eserlerini ve hayatlarını okuyup incelemelerini tavsiye ederiz. Bir Kuşeyrî’yi, bir Gazzâlî’yi, bir İmâm-ı Rabbânî’yi ve diğerlerini okusunlar. Üçüncü grupta bulunanları ise biraz insafa davet ederiz.

Sûfîlerin yeni bir din ihdası ile ortaya çıkan kimselere karşı yaptıkları mücâdele, tasavvufu bir din gibi görme bir iddiasının doğru olmadığını göstermek için yeterli bir delildir. Nitekim İmam-ı Rabbani döneminde yaşayan devrin sultanı Ekberşah, İslâm, Hristiyanlık ve Hinduizm’den karma bir din ihdas etmeye kalkışmıştı. Bu zatla amansız bir mücâdele sürdürüp ona engel olan İmam-ı Rabbani hazretleridir. Kendisine “ikinci bin yılının yenileyicisi” anlamına – Müceddid-i elf-i sânî – denilmesinin sebebi bu mücâdelesi ve hizmetidir. Her biri bir Allah ve peygamber âşıkı, İslâm hadimi olan sûfilerin temsil ettiği tasavvufun bir başka din gibi takdim edilmesinin ilmîlik ve insaf ölçüleri ile bağdaşır yanı yoktur.

7- İslâm’ı tasavvuf, cihad ve nur gibi ekol ve fırkalara ayırmak acz ifadesi değil midir?

Bu soruyu soran kardeşimiz herhalde bugün ülkemizdeki tasavvufa; tarikat ve Risâle-i Nur adıyla anılan cemaatlara ve bazı İslâm ülkelerindeki tanzîm-i cihâd gibi bir takım kuruluşlara bakarak bu soruyu sormuş olmalıdır. Bugün ülkemizde ve diğer İslâm ülkelerinde bulunan İslâmî cemâat ve fırkalar bir arayış içindedirler. İmamesi kopmuş teşbih taneleri gibi dağılan müslümanları yeniden toparlamaya çalışmakta; zor bir dönemden geçen insanımızın yeniden toparlanışına katkıda bulunmaktadır. Farklı yapıdaki bu cemaatlar, birbirleriyle uğraşmadığı ve önündeki hizmet plânına göre birşeyler yaptığı sürece faydalıdırlar. Hatta onların farklı gruplar hâlindeki hizmetleri kendilerini hizmet yarışına sürükleyen bir motivasyondur. Allah Teâlâ: “Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getiririr.”[8] buyurmaktadır. Her grup birbiriyle çekişmeden hayır yarışına girince Allah, onları bir araya getirecektir. Dolayısıyla bu tür grupları bir hizmet dağılımı gibi görmek gerekir. Çünkü her grubun meşreb ve meslekine göre hizmet önceliği vardır. Bu da toplumda değişik konuların değişik gruplarca ele alınmasını sağlamakta; dolayısıyla İslâm toplumunun inşâsına katkıda bulunmaktadır. Ayrıca gruplar arası iç çekişme genellikle dış mücâdeleye güç olmadığı zamanlarda olur. Dış düşmanlarla mücâdele edebilecek bir kıvama gelen İslâmî topluluklar zâten çekişmez.

 8-Tasavvuf alanında zaman zaman görülen bozulma çizgisinin nedenleri nelerdir? Tasavvufta otokontrol mekanizması var mıdır? Nasıl işler?

-Bütün bilim dallarında ve kurumlarda olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman asıldan uzaklaşmalar ve bir takım sapmalar olmuştur. Bozulmanın temel sebebi liyakatsizlik ve cehalettir. Babadan oğula intikal eden şeyhlik anlayışı, liyakatsiz ve ehliyetsiz kimselerin kolayca şeyhlik makamına oturmalarını sağlamış, bu da tabiî olarak bozulma sürecini hızlandırmıştır. Önceleri tasavvuf! eğitim için belli bir dînî altyapı sağlanır, ondan sonra tarikata girilirdi. Önce, tekke ve medrese arasındaki soğukluk bu yapıyı belli bir biçimde menfi olarak etkiledi. Ardından ehliyet ve liyâkatine bakılmadan şeyh çocukları tekkelere şeyh olmaya başladılar. Liyakatsizlikler sonucunda yanlışlık hızla artmaya başladı.

Tasavvuf ve tarikatlerin iki otokontrol mekanizması vardı. Bunlardan biri tekkelerin kendi içinde seyr u sülük ile işleyen ve sâdece hilâfet alanlara irşâd imkânı sağlayan mekanizma. Özellikle büyük merkez tekkeler kendilerine bağlı taşra tekkelerine halifeler gönderir, meydana gelebilecek şikâyetlere göre bu kişilerinnül dünyası zengin deryâ-dil insanlardı. Amaçları kuru bir cihangirlik kavgası değildi. Dışa yansıyan atak ve savaşçı kişiliklerinin ûerinliğinde içli bir ruh dünyaları vardı. Bu özellikleri onların tasavvuf, edebiyat ve şiirle de ilgilenmelerinde etkili olmuştu. Devlete adını veren Osman Gazi’den itibaren son padişaha kadar, genelinde bu özellekleri görmek mümkündür. Osman Gazi’nin bir anî şeyhi olan Şeyh Edebâlî’nin kızı ile evlenmiş olması belki bu yakınlığın en bariz ve ilk örneğidir. Osmanlı, altıyüz yıl yaşayacak olan muhteşem imparatorluğun temellerini ordu, medrese ve tekke üzerine bina etmiştir. İlk medrese kurucusu Dursun Fakih ve Dâvud Kayseri gibi kimselerle ilk şeyhülislâm Molla Fenârî’nin tekke menşeli insanlar olması, Osmanlı’da tekke-medrese ilişkisini göstermesi bakımından önemlidir. Orhan Gazi’nin Geyikli Baba ve Abdal Murâd gibi sûfîlere saygı duyması, I. Murâd’ın bizzat ahî şeyhi olması ve ardından gelen hemen bütün sultanların bir tarikat şeyhine yakın olmaya özen göstermesi, sultanların tasavvufi yaklaşımını gösterir. Ordunun kuruluşunda bir tarikat piri olan H. Bektaş Veli’nin adı ve duâsıyla teberrük etmeleri de önemli bir noktadır.

İkinci otokontrol sistemi ise sosyal kontrol mekanizması olan halkın ve tarikat bağlılarının tepkisi ve kontrolü idi. Bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi tekkelerde de bu mekanizma son derece önemliydi. Halkın eğitim düzeyinin yüksek olduğu dönemlerde etkili bir biçimde çalışır ve ehil olmayan kimselerin işbaşına gelmesini önlerdi. Ama halkın eğitim düzeyi gerileyince bu mekanizmanın etkisi de azaldı. Tekkelerin kendi içindeki otokontrol mekanizmasının zaafa uğraması ve halkın şikâyetleri, yöneticileri bir takım ıslah çalışmaları ile bu mekanizmaya işlerlik kazandırmaya yönlendirmiştir. Nitekim II.Abdülhamid Han tarafından kurdurulan “Meclis-i meşâyıh”ın amacı otokontrol sistemini daha sağlıklı bir biçimde hayata geçirmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için bir takım çalışmalar yapılmış ve tekke şeyhlerinin dini ve tasavvufi eğitimleri için belli esaslar vaz’edilerek icazet zorunluluğu getirilmiştir.

9- Osmanlı sultanlarının tasavvuf anlayışları nasıldı?

-Osmanlı sultanları genelde iyi bir devlet adamı olmanın yanısıra görong>10- Tasavvufî hayat ferdî olarak yaşanamaz mı?

– Bu soruyla iki şey kasdedilmiş olabilir. Birincisi  evrad ve ezkârıyla, riyâzat ve mücâhedesiyle, seyr u sülük ve tarikatıyla tasavvufun ferdî olarak yaşanıp yaşanamıyacağı; ikincisi kişinin kendi başına kitap ve sünnete uygun bir kulluk yapıp yapamayacağıdır. Öğrenmek başka, uygulamak ve yaşamak başka şeylerdir. Tasavvuf öğrenileni yaşamayı fiilî olarak öğreten bir eğitim kurumudur. Eğitimde güçlü şahsiyetlerin başkalarım etkileyerek kendi boyası ile boyaması sözkonusudur. Çünkü terbiye, olgunlaşmış şahsiyetlerin, insanın eksik ve ham tarafları üzerinde yaptığı olumlu etkidir. Türkçe’deki: “Kır atın yanında duran ya huyundan, ya suyundan” sözü bu etkileşimi
gösterir.

Birinci şekliyle; yani tasavvufun seyr u sülük ve tarikatıyla ferdî olarak yaşanması mümkün değildir. Çünkü bu eğitim sisteminin amacı bir mürebbî ve mürşidi gerekli kılmaktadır. Bütün uygulamalı ilimlerde olduğu gibi tasavvufi terbiyede de üstada ihtiyaç vardır. Bu konuda şeyh ve mürşide âid meselelerde daha ayrıntılı bilgiler verilecek.

İkinci şekliyle; yani insanın kendi kendine kitap ve sünnete göre kulluk yapması elbette mümkündür. Eldeki yazılı bilgilerden yararlanarak insan iyi bir müslüman olabilir. Ancak birlikteliğin heyecan ve coşkusu daha farklıdır.

11- Tekke, camiin fonksiyonunu yerine getirebilir mi? Tekke, camiin
asr-ı saadetteki fonksiyonlarını kaybetmesi yüzünden mi doğmuştur?

-Bilindiği gibi cami, asr-ı saadette bir mabed olmanın yanısıra pekçok  sosyal hizmetin icra edildiği bir merkezdi. Cami bir istişare, öğretim ve eğitim yeriydi. Çünkü hem devlet başkanı, hem ilmî otoritenin sahibi, hem de manevî otoritenin temsilcisi olan Allah Rasûlü’nün yeri, cami idi. Allah Rasûlü’nden sonra otoriteler ayrılınca her otorite için ayrı mekân zarureti hâsıl oldu. Çünkü Hz. Peygamber’in yerine geçen halîfeler onun bütün otoritelerini değil, sadece siyâsî otoritesini temsil ettiği için böyle bir durum ortaya çıktı. Bununla birlikte tekkenin de medresenin de ilk merkezi camidir. Öğretim için medreseler, eğitim için tekkeler, askerî hizmetler için ribat ve ordugâhlar kurulmuştur. Bu müesseselerin hiçbiri diğerinin alternatifi değildir. Bu yüzden tekkenin camiin yerini tutması ve onun bütün fonksiyonlarını yerine getirmesi mümkün değildir. Tekke, Mescid-i Nebevi örneğindeki suffeden (sofa) alınmıştır. Nasıl mescidin sofasında yatıp kalkan ashâb-ı suffe, Allah Rasûlü’nün devamlı talebeleri idiyse, aynı şekilde tekkelerin derviş hücrelerinde barınan müridler de tekke şeyhlerinin eğitiminden geçen talebeleridir. Tekkeyi camiin asr-ı sadetteki fonksiyonlarını kaybetmiş olmasından ortaya çıkmış bir kurum olarak görmek yerine, onun hizmetlerini paylaşan bir kurum olarak görmek gerekir. Çünkü tekke, farklı karakter yapısına sahip insanların birbirine yakın olanlarını eğitmektedir. Cami ise mezhep, meslek ve meşrepleri ne olursa olsun, bütün müslümanlara mabed görevi yapmaktadır. Ayrıca tekkelerde mûsikî, semâ, riyâzat, mücâhede ve halvet türü özel eğitim yöntemleri uygulanmaktadır. Bu da cami ile tekke ortamlarının farklı olmasını gerekli kılmıştır.

12- Bazı tarikatlar ilme, bazıları kisveye, bazıları keramete, bazıları nazara, bazıları çalgıya önem vermektedir. Bu yaşantı ve ilgi alanlarının farklılık sebebi nedir? Bu karmaşa içerisinde doğrunun ölçüsü nedir?

–   Bugünkü müslümanların hâline bakıp müslümanlık hakkında hüküm vermek nasıl yanlış bir yargı olursa, bugün toplumumuzda yaygın görüntülerin bakıp tasavvuf hakkında söz söylemek de aynı şekilde yanlış olur. Gerçek tasavvuf elbette, bugün çok bölük pörçük yaşanan tasavvuf değildir. Ya da bir başka ifâde ile bazı grupların öne çıkmış bir takım özelliklerini tasavvufun bütünü için bir yargı vesilesi yapmak yanlıştır. Aslında bu soruların cevabı asırlar önce verilmiş ve tasavvufun asıl gayesi ortaya konmuştur. Bakınız Yûnus ne diyor:
Dervişlik olaydı tâ c ile hırka

Biz dahi alırdık otuza kırka

İlim ilim bilmektir – İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin – Bu nice okumaktır.

Tasavvuf insanlara önce kendini, sonra Rabbını tanıma (ma’rifet) yolunu gösterir. Farklı özelliklerinin ortaya çıkması biraz da mürşid ve müntesiplerinin farklı karakter yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü yukarıda sayılanlardan hiçbiri tek başına tasavvuf değildir. Ancak sûfiler bir eğitim aracı olarak yerine göre mûsikîden de nazardan da istifâde etmişlerdir. Bugün modern pedagojide insanın karşısındaki ile göz iletişimi kurmasının önemi kabul ediliyor. Göz ile kulak yüksek duyu organları sayılıyor. Bu iki duyu organının diğerlerine göre eğitimde çok daha etkili olduğu tesbit edilmiş bulunmaktadır. Nazar bir göz iletişimidir. Musiki de kulak aracılığı ile kalbe ulaşma yoludur. Mutasavvıfların derdi bellidir. Gönüllere “Elest bezmi”nde verdikleri sözü hatırlatmak. Bunun için, hangi aracı bulurlarsa kullanmışlardır. Aslında amaç olarak tasavvufta ne kisvenin, ne kerametin, ne nazarın, ne de güzel sesle söylenen mûsikî ve ilâhînin bir kıymet-i harbiyyesi vardır. Çünkü amaç kulluktur, ihsandır, rabbânîliktir. Rabbânîlik söz konusu olunca da sadece bilgininde çok önemi yoktur. Bilgi amelle, amel ihlâsla, ihlâs ihsan ve îsâr ile beslendiği zaman anlam kazanır. Bugün bu konuda görülen eksiklik, tasavvufun değil, ferdlerin eksiklik ve kusurudur. Bunu tasavvufun geneline fatura etmek haksızlık olur.

13- Günümüzün bozuk şartlarında, herşeyin nefse ve şehvete hitâb ettiği bir zamanda sadece tasavvuf yeterli olur mu?

-Günümüzde, herşeyin nefs ve şehvete hitâb ettiği bir ortamda tasavvufa belki her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Ancak îslâmî ilimleri birbirinin alternatifi olarak görüp birini diğerinin yerine ikame etmek anlayışı yanlıştır. Çünkü her türlü ilimden arınmış “sırf tasavvuf” diye birşeyden söz edilemez. Tasavvuf fıkıhla, hadisle, tefsirle ve diğer İslâmî ilimlerle birlikte vardır. Bunlar birbirini bütünleyen ilimlerdir. Bunlardan
sadece birisi ve birkaçını alıp diğerlerini almamak eksiklik olur. Zâten sûfîler de bunu bildiklerinden eserlerine ve yollarına diğer ilimlere âid bilgiler de koymuşlardır. Burada muhtelif kimselere nisbetle rivayet edilen şöyle bir sözü hatırlatmakta yarar vardır: “Fıkıhsız bir tasavvuf zındıklığa, tasavvufsuz bir fıkıh fâsıklığa götürür. Fıkıh ve tasavvuf, zahir ve bâtın beraber olunca tahkik ilmi meydana gelir.” Ahmed Rifâi der ki: “Tarikat, ayn-ı şeriat, şeriat ayn-ı tarikattır. Aralarındaki fark lâfızlardan ibarettir.”[9]

I – TASAVVUFÎ HAYATLA İLGİLİ SORULAR

A- SEYR U SÜLÜK MES’ELELERİ

14- İrşad ve tebliğ nedir? Mübelliğ kime denir?

İrşâd, da’vet ve tebliğ kelimelerini birlikte değerlendirmek gerekir. Davete konu olma açısından insanlık,   ümmet-i davet ve ümmet-i icabet olmak üzere ikiye ayrılır. Ümmet-i icabet kavramı Hz. Peygamberin davetini tanıyıp ona bağlanmış olanlar hakkında kullanılır. Ümmet-i davet ise henüz İslâmla müşerref olmamış kimseler hakkında kullanılan bir kavramdır. Davet ve tebliğ ise ümmet-i davete yapılan çağrılar hakkında kullanılır. Davet, islâmî gerçeklere çağrıdır. Tebliğ, Allah’ın emirlerini Allah’ın kullarına duyurmaktır. Tebliğ yapan kişiye mübelliğ denilir. Nitekim Kur’an’daki: “Sana düşen sadece tebliğdir.”[10] “R’abbının yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır (davet et)!”[11] âyetleri bu anlamları teyid etmektedir. Kur’anda rüşd ve reşed kalıplarında kullanılan irşâd ise dünyevî ve uhrevî istikamet vermek, yol göstermek anlamınadır. Bu itibarla irşadın muhatabı müminler, davetin muhatabı genellikle müslüman olmayan topluluk ve kişiler, tebliğin muhatabı ise hem müminler, hem de mümin olmayanlardır. Mübelliğ, insanlara dünya ve âhırete yönelik yanlışlıklarını
tamir ve tashih imkânı sağlar. Sûfilerin yaptığı hizmet daha çok irşâd faaliyeti olarak adlandırılır. Sûfiler irşâd hizmetinin yanısıra bazan gayr-ı müslim topluluklarda tebliğ görevi de üstlenirler. Bunlardan başka İslâm toplumlarında kötülüğün yayılmasını önlemek, hayrın yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla “hisbe” adı verilen emr bilma’rûf ve nehy anilmünker görevi yapan bir teşkilât daha vardır. Bu teşkilât devletin kontrolündeki polis örgütü niteliğindedir. Tebliğ, davet ve irşâd, farz-ı kifâye hükmündedir. (Mürşid ve özellikleri için ayrıca bk Şeyh-Mürşid Meseleleri)

15- Seyr u sülük ne demektir?

Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel addır seyr u sülûk. Lügatte seyr gezmek, seyr etmek ve yürümek anlamınadır. Sülükise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr, cehaletten ilme, kötü huylardan güzel ahlâka, kulun f anî varlığından Hakk’ın varlığına yönelmektir. Sülük, tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan  ahlâkî eğitimdir.  Bir başka ifâdeyle seyr u sülük, tasavvuf ve tarikata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçeceği sahaların adıdır. Seyrin başı sülük; yani yola girmek, sonu da vusul; yani Hakk’a vuslattır. Hakk’a vuslat Allah’ı görüyormuşçasına kulluk (ihsan) şuuruna ermek, dâima Hakk ile beraber bulunduğu (maiyyet-i ilâhiyye) bilincini yakalamak, O’na teslim olup O’ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek failinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiasından kurtulup gerçek tevhîde ermektir. Can mülkünde ve cihan mülkünde Hakk’ı hâkim kılmaktır.

16- Tasavvuf erbabında mutlaka herkesin seyr u sülûke girmesi gerekli olduğu ve intisâb edenin kurtulacağı anlayışı var. Bu doğru mudur?

Tasavvuf erbabının herkesin seyr u sülûke girmesi konusundaki gayretlerinin muhtemel iki sebebi vardır. Birincisi insanda fıtrî olan gayret duygusudur. Çünkü herkes mensup olduğu sosyal çevreyi sever ve insanların orada yer almasını arzular. İkincisi kendilerinin tarikat ve tasavvufa girmekle elde ettikleri manevi hazzı başkalarının da tatmasını arzu etmeleridir. Çünkü tasavvuf ve seyr u sülük, dînî hayatı bir model şahsiyet etrafında, toplum atmosferi ve manevi kontrol mekanizması içinde gerçekleştirdiğinden bir birliktelik ve paylaşım ortamı doğurmaktadır. Tasavvufta seyr u sülükte süreklilik ve devamlılık esastır. Tarikata girmekle iş bitmez. Adam vardır tarikata girmiştir ama tarikatın ve dînin kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirmediği için manevi açıdan tarikata girmeyenlerden daha geride olabilir. Ancak cemâat arasında bulunan böyle birinin uyarılıp düzeltilme şansı daha fazladır. Kulluk görevleri gereği gün yerine getirilmeden hiçbir bağlılık tek basına yetmez. Bâyezid’in müridlerine: “Bâyezid’in derisine girseniz onun ahlakıyla ahlaklanmadıkça bir işe yaramaz?” sözü bu anlamadır.

Seyr u sülük ve intisâb, dünyevi ve uhrevi kurtuluşun tek reçetesi değildir. Çünkü manevi kurtuluş, son nefese bağlıdır. Son nefeste iman selâmeti elde etmenin yolu, bu dünyada istikamet üzere yaşamaktır. Takvaya ermektir. İbâdet ve muamelâtta ihsan ve ihlâsta devamlılıktır. İnsan bunları hangi surette gerçekleştirebiliyorsa ona sımsıkı sarılmalıdır. Sûfîler bu duyguları seyr u sülük ile gerçekleştirdiklerinden bu konuda ısrarlı davranıyorlar.

17- İntisâb edip seyr u sülûke girmeyenin durumu çok mu vahimdir? İntisâb eden kişi, zayıf da olsa, bu halka içinde olduğu müddetçe kurtulur mu?

–  Gerek tasavvuf kaynaklarında, gerekse tarikat büyüklerimin söz ve sohbetlerinde intisâb edip seyr u sülûke girmeyen kişinin durumunun çok kötü olduğunu gösteren ifâdelere pek sık rastlanmaz. Ancak seyr u sülük ehlini istihfaf eden bazı kimselerin durumlarının vehametini gösteren rivayetlere rastlanabilir. Sadece intisâb etmiş olmak ve bunu bir varlık sebebi görmek doğru değildir. Allah’ın kullarını ve dostlarını sevmek, sevenlerle beraber olmak “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” ilkesine göre manevi kazanç
sağlar. Nitekim Buhârî’nin rivayet ettiği uzunca bir hadiste Allah, kendisi için bir araya gelen ve zikreden kullarını bağışladığını; hattâ dünyevi bir amaçla o zikredenlerin arasında bulunan kimsenin de bu bağışlanmadan hissedar olduğunu belirtmektedir[12]. Bu hadis iyiler ve zikir ehli   arasında bulunmanın kurtuluşa vesile olacağını belirtmekte; bir bakıma iyiler ve zikir ehliyle birlikteliğe teşvik etmektedir. Tasavvuf erbabının ümidi, belki bu hadisteki ehl-i zikir ile birlikte bulunanlara gelecek rahmet müjdesidir.

18- “Dervişler öldükten sonra kabirlerinde seyr u sülûklerini tamamlar” deniliyor. Hatta bu söz Bahâeddin Nakşbend’e atfediliyor. Ne dersiniz?

-Ölüm kişinin amel ve dünya ilişkisini kesen bir vakıadır. Ölümden sonra amelin sona erdiği kitap ve sünnetle sabittir. Ancak, nasıl müminlerin cennette, kâfirlerin cehennemde ebedî olarak kalmaları niyyetlerine göre verilmiş bir karşılık ise, sülûke girmiş olan kimsenin sağlam bir niyyetle girdiği yolun ve amellerindeki devamlılığın afvına medar olması da niyyetlerine mukabildir. Müminlerin birbirleri hakkında hüsn-i şehâdetlerinin afv-ı ilâhîye medar olduğu hadis-i şerifle sabittir. Nitekim hayırla yâd edilen ve hakkında hüsn-i şehâdette bulunulan bir cenazenin ardından Allah Rasûlü üç defa “vâcib oldu” buyurdu. Daha sonra şerle anılan bir kimse hakkında da aynı şeyleri söyleyince kendisinden bunun hikmeti soruldu. Allah Rasûlü: “Hayırla yâdettiğinize cennet, şerle yâd ettiğinize cehennem vâcib oldu.”   buyurdu. Ardından üç defa:   “Sizler yeryüzünde Allah’ın şâhidlerisiniz.” dedi[13]. Sülûkün amacı kulluk, sonucu da Allah nasîb etmişse cennettir. Kabirde sülûkün tamamlanması ile ilgili bu söz, tasavvuf yolunda mürşid ile mürid arasındaki vefa ve sevgi duygusunun hüsn-i şehâdete medar olacağını,-bunun da âhırette işe yarayacağını göstermektedir. Bu hadis-i şeriften, vefatında müridin çevresinde toplanan mürşid ve ihvanın yapacağı bir tezkiyenin terfî-i derecât olacağı, seyr u sülûkünü tamamlamış olanların ecri derecesine ulaşacağı anlaşılmaktadır. Herhalde sözün söyleniş maksadı bu olmalıdır.

19- Şer’î açıdan yaşantısı düzgün olmayan, amelleri eksik bazı kimseler tarikata bağlanıyor ve Peygamberimiz’i gördüklerini iddia ediyorlar. Bu nasıl olur?

-Tarikat ve tasavvuf, şeriatı daha iyi yaşamaya yarayan bir eğitim sürecidir. Bu yüzden tarikata ilk giren herkesin her bakımdan mükemmel olmasını beklememek gerekir. Zaten bir mürşide intisâb eden kimselerden gerçek anlamda istifade ile kemale erip “velî” olabilenlerin sayısı mahduddur. Diğerleri o şemsiyenin altında hiç olmazsa “şakî” olmaktan kurtulmak için bulunurlar. Böyle bir mürşide intisâb etmemiş olsa çok daha
kötü işler yapması muhtemel olan bu kişiler, bu sayede kendilerini korumuş olurlar. Allah Rasûlü’nün ashabına bakılacak olursa orada da durumun aynı olduğu görülecektir. Bütün sahabilerin manevi kemali eşit değildir. Yıllar yılı Sevgili Peygamberimiz’in yanında bulunmuş Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali ile, adları bile duyulmamış sahabiler bir değildir. İçlerinde içki içen, zina eden ve namaz konusunda tenbellikleri olanlar da vardır. Ama faziletleri Efendimiz’i görmek ve ona teslim olup inanmaktı. Bu itibarla
bugün tasavvuf erbabı arasında şer’i bakımdan kusurlu insanların bulunmasını tabii karşılamak gerekir. Tabii olmayan bu hallerini beğenip bunu bir fazilet sananların durumudur. Ayrıca kalb ve ona bağlı olan sevgi, ile kusur ayrı ayrı şeylerdir. Kişi ibadet hayatı açısından kusurlu olur ama, gerçekten çok engin bir sevgi ile Allah Rasûlü’ne bağlı bir âşık olabilir. Bu aşkı sebebiyle onu rüyasında görebilir. Ama onun böyle bir rüya görmesi fazilet için yeterli değildir. Çünkü fazilet, ihlâslı amel ve takvadadır. Kimin ihlâslı, kimin takva ehli olduğunu tam olarak bilebilecek yalnız Allah Teâlâ’dır. Ayrıca Gazzali gibi bir kısım sûfiler, “mükâşefe halinde meleklerin peygamberlerin ruhlarının görülebileceğini” belirtirler.[14]

20- Tarikatta seyr u sülûke girmiş birisinin televizyon seyretmesi ve televizyona çıkması doğru mudur?

– Televizyon çağdaş bir iletişim ve etkileme aracıdır. Gücü herkesçe bilinmektedir. Maalesef bugün önemli ölçüde şerr yollarda kullanılmaktadır. Ama kötülük televizyonun bizzat kendisinden değil, programlarından kaynaklanıyor. Tasavvufi telâkkiye göre kalb ve zihni en meşgul eden, gözle görülen şeylerdir. Kalbin zikre yoğunlaşabilmesi için “nazar ber-kadem” yani bakışları ayak ucuna yoğunlaştırıp sağa sola bakınmamak tavsiye edilmiştir. Bunun amacı kalbi meşgul edecek şeylerin göz aracılığı ile kalb ve zihne girmesini önlemektir. Bu bakımdan da seyr u sülûke girmiş bir kimsenin televizyon seyretmeyi azaltması elbette yararlıdır. Televizyona
çıkmak meselesine gelince, televizyona çıkan bir tarik mensubu herhalde ümmete yararlı şeyler söylemek üzere çıkacaktır. Eğer öyleyse mesele yok. Ama başka amaçlarla ve mâ-lâ-yani için çıkacaksa elbette zararlıdır. Burada önemli olan program, söylenen söz ve verilen mesajdır.

21- “Şu tarikata gireceğim fakat şu adam olmasa” demek geçerli bir ma’zere t midir?

– Tasavvuf ve tarikat, bir gönül ve sevgi işidir. Kalb ısınmadan bağlılık olmaz. Tabii burada ısınmadan murad kalbin birinci derecede mürşide ısınmasıdır. Mürşide kalbî olarak ısındıktan sonra çevresinde hoşlanmadığı insanların bulunması ma’zeret olmamalıdır. “Gülü seven dikenine katlanır” derler. Mürşide olan sevgi, çevresindekinden nefrete engel olmalıdır. Çünkü insanların hoşlanmadığımız taraflarına katlanmak da manevi bir görevdir. Bilmek gerekir ki bu âlemde celâl tecellîsiyle cemâl tecellîleri dâima birliktedir. Bakınız Niyâzî  Mısrî ne güzel söylemiş:

Cemâli zahir olsa tîz celâli yakalar ânı

Görürsün bir gül açılsa yanında har olur peyda

Bir takım kimselerin varlığından rahatsız olmak, manevi eğitim ve sabırla aşılması gereken bir eksikliktir. Çünkü seven, sevdiğinin sevdiklerini sevmek, en azından onlara katlanmak borcundadır. Bu tür soğukluk ve sevgisizliğin neden kaynaklandığına da bakmak gerekir. Çünkü çoğu zaman bu tür şeyler nefsten kaynaklanır. Soğukluk nefsten kaynaklanınca, onu aşmaya çalışmak gerekir. Ancak bu soğukluk, o kişide bulunan ser’î kusur ve hatâlardan kaynaklanıyorsa o zaman işi dedikoduya vardırmadan kendisine veya mürşide duyurmak gerekir. Böylece kişinin içi rahat olur, görevini yerine getirmiş olur.

22- Tasavvufa girmeden önce belli dini eğitim almak gerekir mi?

-Tekke ve medreselerin ortaklaşa faaliyet gösterdiği dönemlerde kişiler önce medresede dînî öğrenim görür, ardından manevi eğitim için tekke ve tarikatlere intisab ederlerdi. Bugünün şartlarında bu pek mümkün görünmüyor. Bununla birlikte bugün işin bilincinde olan mürşidler müridlerine seyr u sülûke girerken önce ilmihâl öğrenmelerini tavsiye etmektedirler. Çünkü farz ve haramlar bilinmeden tasavvufun tarif ettiği zâhidâne hayatı yaşamak zordur. Türkçe’de kişinin gündelik hayatta lâzım olan bilgilere “ilmihal” adının verilmesi tesadüf değildir. Bu isim dînî
bilgilerin maneviyat ve hal ile beslenmesi lüzumunu göstermektedir. Bu bakımdan tasavvuf ve ilmihali birbirinden soyutlamadan öğrenmek ve birini diğerine alternatif görmemek gerekir. Önce temel fıkhî bilgiler öğrenilince İslâm tasavvufunu yasamak kolaylaşır.

23- Letaif nedir? Letâifin çalışmasında özel bir yöntem var mı?

-Letaif kelimesi lâtîfenin çoğuludur. İnsanın maddî kalb ile alâkası bulunan, ruh ve nefs gibi manevi varlığı için kullanılan cevheridir. “Lâtif,” esmâ-i hüsnâdandır. Lütufkâr anlamına geldiği gibi, ince, cismi olmayan, gözle görülmeyen anlamına da gelir. Nitekim: “Gözler O’nu idrak edemez. O gözleri idrâk eder. Lâtif dir. Habîr’dir.”[15] âyetindeki “Lâtif bu anlama, yâni gözle görülmeyen ama herşeyden haberdar olan anlamındadır. “Latife” de aynı kökten olup gözle görülmeyen anlamı taşır. Nakşbendiyye’de ruhun
altı lâtîfesi vardır. Bunlardan biri halk (yaratılış) âlemine, beşi emr âlemine âiddir. Emr âlemine âid olanlar: “Kalb, ruh, sırr, hafi, ahfâ”dır. Bunlara letâif-i hamse denir. Halk âleminden olan ise “nefs-i nâtıka”dır. Seyr u sülük sırasında önce emr âleminden olan letâif-i hamsenin sırasıyla zikre iştiraki sağlanır. Kalb, ruh, sırr, hafi, ahfâ denilen bu latifeler çalışmaya başlayınca sıra nefs-i natıkaya gelir. Bunların çalışma şeklini tarif edecek olan kimseler irşada mezun olanlardır. Bunların çalışmasında en önemli unsur sâlikin bunların zikrinde o bölgeye yoğunlaşabilmesi ve dış dünya ile irtibatını kesip kendi içine dönmesidir. Letaif bu yoğunlaşmaya bağlı olarak erken veya geç çalışmaya başlar. Ancak amaç letâifin çalıştırılması değildir. Belki huzûr-ı kalbe, şerh-i sadra; yani insanın göğsünün îman ve itminan ile genişlemesine
vâsıtadır. Emr âlemine âid olan letâifin mahalli sadır; yani göğüs kafesidir. Burada sol memenin iki parmak altında “kalb”, onun tam simetriği olan sağ memenin iki parmak altında “ruh”, sol memenin iki parmak üstünde “sırr”, onun simetriğinde sağda “hafi” ve hepsinin üstünde orta noktada “ahfâ” yer alır. Bu mahallerde vücudun kan ve sinir hareketiyle hafî olarak yapılan zikre katılır hâle gelmesi, letâifin çalışması ve dolayısıyla şerh-i sadrın gerçekleşmesi demektir. Şerh-i sadır ile beden zâkir hâle gelince insanın ihsana ermesi kolaylaşır. Çünkü hedef ihsan ve vuslat-ı ilâhiyyedir. Tabiî bu noktaya gelinceye kadar başka yapılacak görevler ve aşılacak merhaleler de vardır. Ancak soru sadece letâifi sorduğu için bu kadarla iktifa ediyoruz.

24- Avamdan bazı müridlerin letaifleri alenî çalışıyor. Buna mukabil ilmiye sınıfından olanların çalışmıyor. Sebebi nedir?

– Letâifin avamdan bazılarında alenî olarak çalışıyor olması, tek başına bir üstünlük sebebi değildir. Sadece kalbin zikir yeteneğini gösterir. Bu istidadın ibâdet, ihlâs ve güzel ahlâk ile birleşmesi kişide kemal yolunu açar. İlmiyye sınıfından kimselerin letâifinin diğerlerine göre daha geç çalışması kendileri için bir nakîsa olarak değerlendirilmemelidir. Zekâ gibi kalbin de yetenekleri şahıslara göre değişir. Ancak zekâsı gelişmiş ve zihnî kabiliyetleri öne çıkmış bir insandan kalbî faaliyetlerinin de aynı boyutta olması beklenerek yanlış yargıya varılıyor. Avamdan olan kişi sadece
kalbine yoğunlaştığı ve teslimiyyeti de fazla olduğu için belki daha çabuk yol almaktadır. İlnıiyyeden olan kişi, iyi bir biçimde kalbine yoğunlaşabilse o da sür’atle yol alır. İlim ve teslimiyyete dayalı sülük, erdiricilik bakımından diğerinden geri değil, daha ileridir. Fakat yoğunlaşma ve teslimiyyet her zaman aynı oranda mümkün olamamaktadır. Nitekim ilim ehlinden  kişilerin  teslimiyet  ve  yoğunlaşma  sayesinde   avamla kıyaslanmayacak bir sür’atte yol aldıklarının örnekleri tasavvuf tarihinde pek çoktur.

25- İlmiye sınıfı tarikatlara itiraz ediyor veya soğuk bakıyor. Avam hemen teslim oluyor ve mesafe kat’ediyor? Sebeb ve hikmeti ne olabilir?

– İlmiyye sınıfının tasavvuf ve tarikatlara bütünüyle soğuk baktığını söyleyemeyiz. Evet, erbâb-ı ilim arasında tasavvuf ve tarikatlara   karşı çıkanlar vardır. Ancak bunlardan her birinin tasavvufa karşı çıkış sebebi farklıdır:

a-     Bir grup tasavvufun ihtiva ve telkin ettiği hususları kabul etmekle birlikte tasavvuf gruplarında kendilerince gördükleri bir takım hatalar ile varlık ve âlem konusundaki vahdet- i vücûd ve vahdet-i şühûd gibi farklı düşünceler sebebiyle tasavvufu karşı çıkmakta; bazı grup ya da kişilerde gördükleri eksik ve hataları genellemektedirler.

b- Diğer bir grup ise ilmin insana verdiği güven, kendini beğenme ve kıskançlık duygusu ile tasavvuf ve tarikatlara karşı çıkmaktadır. “Benim bu kadar ilmim ve şu kadar eserim var, halk niçin benim değil de falan şeyh efendinin etrafında toplanıyor”, diye düşünmektedirler.

Aslında olaylara bakışta öncelikler son derece önemlidir. Mes’eleye kalbî hayat önceliği açısından bakanlar, tasavvufun ruhî bir derinlik gerektirdiğini farkederek öğrenmekle, yaşamak ve hazz almanın başka başka şeyler olduğunun farkına varmaktadır. Tasavvuf konusunda yanlış yargıların oluşmasında iki tarafın da kusuru vardır. Sûfiler yollarında bulunabilecek eksik ve kusurları tashihe gayret göstermeli, ilim erbabı da bir takım sûfiyye gruplarında gördükleri eksik ve yanlışları genelleştirmeyi bırakmalıdır. İki grup da kendini diğerinin alternatifi olarak görmekten vaz geçmelidir.

Yönelişleri kalbî hayat öncelikli avamdan insanlar, herhangi bir iddia sahibi olmadıkları için daha kolay teslim oluyor ve daha çabuk tevbeye yöneliyorlar. İlim ehli kişiler ve din hizmetlileri ise: “Nasıl olsa biz bir dînî hayatın içindeyiz, üstelik bu işin ilmini yaptık, okuduk ve okutuyoruz” düşüncesiyle hareket ederek böyle bir bağa lüzum görmemektedirler.

26- Tasavvufta zulmânî perdelerden nûrânî perdelere; gafletten zikre ermek için ne yapmak gerekir? Gönüldeki manevi temizlik nasıl yapılır?

–  Tasavvufta “hicâb” adıyla anılan ve kulun Allah ile yakınlığına engel olan perdeler genellikle zulmânî ve nûrânî hicâb olmak üzere iki adla anılır. Zulmânî hicâb, beden kaynaklı; tenle ilgili maddî perdelere denir. Nûrânî hicâb ise ruh kaynaklı hicâbdır. İnsan ruhu “Ben Adem’in yaratılışını tamamladığım zaman ona ruhumdan üfürdüm.”[16] âyet-i kerimesinin ifâdesine göre ilâhî menşelidir. İnsan ruhu ten kafesine girdikten sonra maddî ve zulmânî bir hicâb ile perdelenmiştir. İnsanın hamurunda “anâsır-ı
erbaa” denilen toprak, su, hava ve ateşten oluşan dört unsur vardır. Bunlardan toprakla su, zulmânî özelliğe sahiptir. Et ve kemikten meydana gelen insan vücûdunun temel unsuru toprak ve sudur. Bu yüzden tasavvufta zulmânî hicâb sayılan bedenin ve bedenî ihtiyaçların riyâzat ve mücâhede ile inceltilmesi gerekir.

Mücâhede ve riyâzat, bedenin ruhî ihtiyaçların önüne geçen taleplerini önlemede insana bağışıklık ve irâde gücü kazandırır. Çünkü bedenin zulmânî perdeleri tensel ihtiyaçların iradî kontrolü ile incelir. Bu sayede ruhun beden üzerindeki etkisi artarak zulmânî perdelerin ruhanî perdelere dönüşmesi sağlanır. Farzların yanısıra yapılan nafile ibâdet ve zikirler, ruhanî perdelerin incelmesini ve böylece ilâhî vuslatın gerçekleşmesini; kulun “Allah’ı görürmüşcesine kulluk şuuruna ermesi” ni sağlar. Kalb zâkir hâle gelince gaflet asgarî seviyeye düşer. “Maıyyet-i ilâhiyye” gerçekleştiği için gönüldeki manevî temizlik tahakkuk eder. Kulun gönlünde “ilâhî emirlere ta’zim ve yaratıklara şefkat duygusu” yerleşir.

27- Herhangi bir tarikatta gördüğümüz yanlış bir tavrı “Şüphelilerden kaçınmak” ilkesi çerçevesinde terk mi edeceğiz, yoksa kabul mü?

– Tarikata girmeden önce mürşid aramak ve gönlün ısınacağı bir mürşid ve şer’î ölçüleri kollayan bir tarikat bulmaya özen göstermek ilk görevdir. Önemli olan bu aşamada, karar vermeden önce istişare ve istiharelerle bir gönül doygunluğuna ermektir. Eğer başlangıçtaki araştırma faslı sağlam olursa bundan sonra vesvese az olur ve yanlış yollara girme endişesi olmaz. Ancak bununla birlikte daha önce de temas ettiğimiz gibi, haramları helâl, helâlleri haram sayan ve farzları bile işlemekten geri duran bir şeyhin bu tür
hata ve kusurları elbette ondan uzaklaşmayı ve yenisini aramayı gerekli kılar. Ama insanlar ve gruplar arasında farz ve haram gibi kat’î olarak bilinen şer’î ahkâmın dışında sosyal hayatla ilgili konularda farklı düşünce ve tavırların bulunması tabiidir. Bunları cemaattan uzaklaşma sebebi haline getirmek uygun olmaz. Ayrıca kusur arama saplantısından kurtulmak gerekir. Zaten sevgi olan ortamda kusur  aranmaz. Kusur aramaya başlayan kişilerde sevgi azalmış demektir. Böyle olunca da mürşidinden istifadesi zorlaşır, hattâ imkansızlaşır. Böyle zamanlarda gitmek, kalmaktan her iki
taraf için, daha iyidir.

28- Dört hak mezhebin imamlarının tasavvufla ilişkisi ne idi? Onların bu husustaki görüşlerinden bahseder misiniz? Bir de bu konuda “Numan’ın son iki yılı olmasaydı helak olmuştu!” sözü var. Bundan maksad nedir?

-Tasavvufu bir zühd, manevi bir eğitim, rabbânîlik ve ihsan manasına
aldığımız zaman dört mezhep imamını bunun dışında görmek mümkün değildir. Çünkü mezhep imamları ve hadis uleması hep belli bir zühdi hayatın içindedirler. Dünya tamaı, şöhret ve şehvet onların sür’atle kaçıp uzaklaşmaya çalıştığı hususlardır. İmam-ı Azam’ın kadılığı kabul etmeyişi, ticarî hayatta helâl kazanç tutkusu, İmam Mâlik’in Hz. Peygamber sevgisi, İmam Şafiî’nin zâhid ve safîlere karşı takdirkâr ifâdeleri, İmam Ahmed’in Kitâbu’z-zühd yazacak kadar zâhidlik tutkusu, hep bu özelliklerinden dolayıdır. Nitekim İmam Gazzâlî İhyâu ulûmi’d-din adlı eserinin başında ilmin faziletini anlatırken bu büyük imamların zühd ve takva hayatlarına da temas etmektedir. Tasavvufu tarikat ve şeyhe intisab ile seyr u sülük mânâsında düşündüğümüz zaman dört imam devrinde henüz bu mânâda bir sistem gelişmemişti.

İmam-ı Azam’a atfen menâkıb kitaplarında geçen ve Ca’fer-i Sâdık’ı tanıdıktan sonra hayatında meydana gelen manevi değişikliği anlatmak üzere rivayet edilen: “Son iki yılım olmasaydı Nu’mân helak olmuştu.” sözü kendisinin ilme güvenmek gibi bir hataya düşeceğini; ancak Hz. Ca’fer’i tanıdıktan sonra işin zühd ve takva boyutunun da farkına vararak bu vartayı atlattığını ifâde etmektedir. Bilindiği gibi Ca’fer-i Sâdık ehl-i beyt imamlarından ve tasavvuf ricâlindendir.

 

 

l- TARİKATLA İLGİLİ MESELELER

29- Tarikat nedir? Ne zaman ortaya çıkmıştır?

-Tarikat yol demektir. Fıkhî ve itikâdî konularda meydana gelen fırkalara mezheb denildiği gibi, tasavvufi eğitimde farklı metodlar uygulayan mekteblere tarikat denilir. Tarikatlar insanlardaki meşreb farklılığından kaynaklanır. Tasavvufta tarikat kavramının kullanılması h. III. ve IV. Asırlarda başlar. Ancak bugünkü anlamıyla bir şeyhin etrafında toplanan müridânın tekke ortamında muhtelif usullerle eğitilmesi anlamına tarikat, Abdülkadir Geylânî ve Ahmed Rifâî’nin yaşadığı h. VI. m. XII. Asırlarda ortaya çıkmıştır. Tarikatlar irşâd usullerine göre genellikle üçlü bir tasnife
tabi tutulmuştur: Ahyâr, ebrâr ve şuttâr.

Ahyâr tarîki: Amel ve ibadete düşkün olanların yoludur. Bu yolun sâlikleri genellikle farzlar ve nafile ibâdetlerle Hakk’a ulaşmaya çalışırlar. Bu yola ruhanî yol da denilir. Çünkü bu yolda ruhun nafile ibâdetlerle güçlenip nefsi etkisi altına alması esastır. Ebrâr tariki: Riyâzat ve mücâhede yoludur. Bu yola nefsânî tarik da denilir. Çünkü amaç riyâzat ve mücâhede ile nefsi zaafa uğratıp onun ruha ram olmasını sağlamaktır. Bu yolun yolcuları Hakk ile muamelede de halk ile muamelede de sıdk üzredirler. Gönül saflığına ermek için mücâhedeyi esas alırlar. Şuttâr tariki: Aşk ve muhabbet ehlinin yoludur. Bu yola aşk, vecd ve coşku ile girilir. Aşk ile ülfeti olmayan bu tarîka sülük edemez. Bu yolun yolcuları Bâyezid gibi coşkulu, taşkın, Mevlânâ gibi âşık insanlardır.

30- Tarikata girmek isteyene verilecek öğütler nelerdir?

-Tarikata girmek isteyen kişi önce bu konudaki niyyetinin sağlamlığını tartmalıdır. Niyyetinin sağlamlığını anladıktan sonra yukarıda anlatılan tariklardan hangisinin kendi fıtratına uygun olduğuna bakıp gönlünün ısındığı bir mürşid aramalıdır. Bulunca hemen istişare ve istihare ile sağlam bir kanaat oluştuktan sonra intisab etmelidir. Çünkü tarikata intisabda manevî bir taahhüd ve sözleşme yapıldığından bir daha bu verilen söze bağlı kalmaya ve alınan ders ve evradı yerine getirmeye özen gösterilmelidir.

31- Zâhirî ilim erbâbının illâ tarikata girmesi gerekir mi?

-Böyle kesin bir kural yoktur. Ancak tasavvuf ile zahiri ilim birbirini bütünleyen şeylerdir. Zahir ve bâtın konusuyla ilgili bazı meseleler hakkında ileride “Tasavvufi Bilgi Meşeleri” bahsinde açıklamalar verilecektir. İlim erbabının manevi kemâli tamamlamak üzere ahlâkî ve manevî açıdan kendisinden üstün gördüğü birine intisab etmesinde yarar vardır. Çünkü sadece ilim, ruhî itmînan için yeterli değildir . Ayrıca bir mürşide intisab eden ilim adamı, kendisinden üstün birinin varlığını kabul etmek suretiyle nefsinin önemli bir direncini kırmış sayılır. İnsanın bir şeyi sadece öğrenmesi yetmez; bir de öğrendiğinin nasıl yapılacağını öğrenmek gerekir. Bunun yolu, bu işi gerçekleştirmiş birinin eğitiminden geçmektir. Kur’an ve diğer kitaplarla birlikte bir de onların uygulayacısı bir peygamberin gönderilmesi insan tabiatında bulunan görerek ve uygulayarak öğrenme meylinden kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu soyut (mücerred) konu ve kavramlarla hükümleri, somut (müşahhas) şeyler kadar rahat kavrayamaz. Bu yüzden örneğe ihtiyâcı olur.

Bütün bunlara rağmen bir tarikata girmek istemeyen ilim adamım illâ girmesini gerektirecek bir hüküm olmadığını tekrarlayalım. Çünkü bu iş gönül ve sevgi meselesidir.

32- Ümmînin, fıkıh öğrenmeden tasavvufa girmesi caiz midir?

-Avamdan insanların okuma yazma bilmeyen kimselerin tarikata girmelerinde hiçbir mahzur yoktur. Ancak böyle bir manevi ihitiyac hisseden kişi önce ilmihalini öğrenmeli, ondan sonra tasavvuf ve tarikatın emirlerini yerine getirmelidir. Zaten müteşerri tarikatlarda müridin intisabından sonra fıkhî bilgilerini artırmak için bir tavsiyede bulunulur. Hattâ eskiden tekkelerde bu anlamda dersler okutulurdu. Bugün tekke ortamı olmadığına
göre şeyhler ve görevlendireceği kişiler, ihvana zarûrât-ı dîniyyeyi öğretmelidirler. Din, temel bilgiler olmadan sağlıklı biçimde yaşanamaz.

33- Tarikatların farklı isim almaları neden kaynaklanmaktadır? Kaç tane hak tarikat vardır? Bugün bu tarikatların devamı var mıdır?

–  Tarikatlar genellikle kurucularının adlarıyla anılmaktadır. Bazıları ise öne çıkardığı bazı temel prensipler sebebiyle o adı almıştır. Meselâ Halvetiyye tarikatı eğitim sisteminde kırk günlük “halvet” konusuna, Celvetiyye tarikatı halvetin zıddı; halkın arasında bulunmak anlamına gelen “celvet” konusune önem verdiği için bu adla anılmıştır. Bir tarikat, ya da meşreb olduğu tartışmalı olan Melâmiyye ise “melâmet”i öne çıkaran bir meslek ve tarikattır. Melâmet, nefsi levm etmek ve kınamak demektir.
İnsanın övülecek ve takdire lâyık görülecek meziyetlerini gizleyip halkın kınamasına fırsat vermek için hata ve kusurlarını gizleme lüzumu görmemesidir. Bu sayede nefsin marazlarından kurtulmak ve onun gizli bir takım tutkularına prim vermemek amaçlanır. Çünkü nefs insanların takdir ve alkışlarına çabucak kanar.

Tasavvufta “Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.” anlayışı sebebiyle tarikat sayısında bir sınırlama yoktur. Hattâ “tarikat insanların sayısınca değil, nefesleri sayısıncadır.” denmiştir. Çünkü insan her an, içinde bulunduğu tecellîye göre ayrı bir biçimde Allah’a yaklaşabilir.

Tarikatların hangilerinin hak, hangilerinin bâtıl olduklarını isimlendirerek tesbit mümkün değildir. Ancak bunun için bir kural koymak en sağlam yoldur: “İtikadı bakımdan kitap ve sünnete bağlı, ehl-i sünnet ve’1-cemaat anlayışını benimseyen, ibâdet ve muamelâtta İslâm’ın temel esaslarını uygulayan ve manevi bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarikatlar hak tarikatlardır.” Tarihte bu anaçizgiden koptuğu kabul edilen başlıca tarikatlar arasında Kalenderîlik, Hayderîlik ve bazı dönemlerde Bektaşîlik sayılabilir. Kadiriyye, Rifâiyye, Şâziliyye, Nakşbendiyye, Kübreviyye, Halvetiyye, Sühreverdiyye, Yeseviyye, Mevleviyye, Bedeviyye, Desûkıyye, Bayrâmiyye, Celvetiyye ve benzeri diğer tarikatlar tarih boyunca etkinliği olan önemli tarikatlardır. Bunlardan Kadiriyye, Rifâiyye, Şâziliyye, Nakşbendiyye, Halvetiyye, Desûkıyye ve Bedeviyye Mısır, Kuzey Afrika, Kafkaslar ve Balkanlarla ülkemizde kısmen devam etmektedir. Bektaşilik Arnavutluk, Makedonya ve Türkiye’de yaşayan tarikatlar arasında sayılabilir. Ülkemizdeki Bektaşilik, Alevilik ile birleşerek bir mezhep ve meşrep olarak yaşamaktadır. Tarikatların devlet kontrolünde sistematik bir biçimde devam ettiği ülkelerin başında Mısır gelir.

34- Kişilerin dînî noktada istenilen yere gelmeden tarikata girmesine asıl bakıyorsunuz? Sizce her insan istediği zaman tarikata girebilir mi?

– “Kişilerin dînî noktadan istenilen yere gelmesi” tabiri ile kasdettiğiniz bilgi seviyesi ise, elbette zaruri bilgiler öğrenilmelidir. Ancak bundan İslâm’ı yaşamak kasdediliyorsa bir önceki soruda bu konudaki düşüncelerimizi belirtmiştik. Kişi ruhen ve manen kendisini hazır hissettiği zaman tarikata girebilir. Buna mani bir hüküm yoktur. Önemli olan kalben hazır olmaktır. Tasavvuf ve tarikatı hiyerarşik bir yükseliş sonucu varılan bir nokta gibi görmemek gerekir. Çünkü tasavvufun içinde hiyerarşik bir yapılanma varsa bile, giriş için böyle bir şart sözkonusu değildir. İnsan istediği zaman tarikata
girebilir.

35- Çeşitli tarikatların durumlarını geçmişteki uygulamalarıyla kıyaslar mısınız? Sizce tarikatların şu anki mensupları kendi tarikatlarının özünü yeterince kavrayabiliyorlar mı?

-Tarikatların şu anki durumlarını geçmişteki uygulamaları ile karşılaştırdığımız zaman elbette farklılıklar olduğu görülecektir. Bir kere belli ülkelerde tarikat ve tekkelerin devlet eliyle kapanması, bazılarında da yayın yoluyla etki alanının daraltılması sistemde bir takım boşlukların meydana gelmesi sonucunu doğurmuştur.   Halk arasında bir söz var: “Marifet iltifata tabidir. Muhterisiz meta zayidir.” Tarikatların devlet eliyle
kapatılması ve etkisinin azaltılması bu müesseselerin gelişmesini engellemiştir. Nasıl bir memlekette kırk yıl tıp fakülteleri kapanınca ortada doktor kalmazsa, bugün aynı şey tekkelerin başına gelmiştir. Ancak doktorluk bir ihtiyaç olduğundan nasıl halk bu ihtiyacı ehliyetine bakmadan muhtelif yollardan karşılamaya çalışırsa, tarikatlarda da kısmen aynı şey olmuştur. Tasavvufi sistem kendi bütünlüğü içinde işlemeyince insanlar bu
fıtri meyli tatmin için kimi zaman ehliyetine bakmadan bu adla ortaya çıkan insanların etrafında toplanmışlardır. Bu yüzden tarikat adına, nezaheti içinde
faaliyet gösterenler bulunduğu gibi, bu işe ehil olmayan; hatta istismarcı konumunda bulunanlar da vardır. Ülkemizde pekçok tarikatın silsilesi fiilen sona ermiştir. Devam edenleri de bir takım eksikler taşımaktadır. Ama eksik ve kusur var diye müesseseleri red yerine, süreci içinde ıslah yollarını aramak en güzel çözümdür. Tasavvuf nazariyatının üniversitelerimizde okunup bir takım ilmi araştırmaların yapılması ve bu konuda sevindirici bir takım yayınların mevcudiyeti, bu kurumların istikbali açısından iyi işaretler vermektedir. Sorunuzun ikinci kısmındaki “şu anki tarikat mensuplarının
kendi tarikatlarının özlerini yeterince anlayıp anlamamaları” meselesine gelince, az da olsa tarikatlarının özünü anlayan ve tasavvuf yolunun verilerinden yararlanmaya çalışan tarikatlar var. Ama bu işin bilincinden mahrum, hatta bunu bir gösteri statüsünde görenler de az değil.

36- Ehl-i tasavvufun bugün hangi gayr-i muslini ülkelerde faaliyetleri vardır ve bunlar hangi müslüman ülkelerden gitmektedir?

–  Ehl-i tasavvufun İslâm’ı tanıtma konusunda en canlı biçimde faaliyet gösterdikleri ülkelerin başında Fransa, İspanya, İngiltere ve Amerika gelmektedir. Bu ülkelere genellikle Kuzey Afrika’dan; Cezayir ve Mısır’dan tasavvuf ehli kimseler ulaşmaktadır. Amerika ve Kanada’da faaliyet gösteren tarikat zümreleri arasında Mısır, Pakistan ve Kuzey Afrika menşelilerin dışında az da olsa Türkiye’den gidenler de vardır.

37- İslâmiyetin tarikat ve tekkeler vesilesiyle yayıldığı bir gerçektir. Günümüzde Avrupa ve benzeri ülkelerde bu nasıl gerçekleştirilebilir?

-Tarikat ve tekkelerin İslâm’ın yaşanması ve korunmasında olduğu kadar yayılmasında da son derece etkili olduğu bugün herkesçe kabul edilen bir gerçektir. Özellikle gayr-i muslini diyarlarda; İslâm mücâhidlerinin ulaşamadığı yerlerde tekke ve dergâhlar açan tarik mensupları İslâm’ın yayılması konusunda çok etkili olmuştur. Bugün insanlığın yeniden din ile tanışma arzusuna düştüğü yüzyılımızda insanları İslâmla tanıştırmak için tarikat mensubu dervişlerin faaliyetlerine çok ihtiyaç vardır. Bunun en güzel yolu bir meslek ve işadamı statüsündeki gönül ehli kişilerin gidecekleri yörelerin dillerini öğrenerek feragatle çalışmaları ve bölge insanlarına ulaşmalarıdır. Bugün Batı insanının en önemli sıkıntısı ferdiyetçiliğin ortaya çıkardığı yalnızlıktır. Herkes “ben” ve birey merkezli düşünüp yaşadığı için buralarda İslâmın “îsâr ve paylaşım” anlayışı son derece etkili olmaktadır.
Batı’da ve Ortaasya ülkelerinde din açlığı gözle görülür noktadadır. İslâmın hoşgörü ve kardeşlik ilkesi son derece ilgi uyandırmaktadır. Bunun için müslümanların maddi ve manevi bir fedakârlığa soyunması ve bu anlamda tebliğ grupları oluşturması gerekmektedir. Oralarda tebliğ ve davet faaliyeti yaparken bunun bir mesleki faaliyetle içice yürütülmesi daha etkili ve yararlı olur. İnsani yardım türü maddi katkılar etkiyi daha da artırır. Bugün bunun ters örneklerini Endonezya’da görmekteyiz. 200 milyon civarındaki
nüfusunun % 90’ı müslüman olan bu ülkenin insanları, açlık sebebiyle hıristiyanlaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Azerbaycan’da, Kırgızistan’da ve Kırım’da misyonerle Krişnalar kol gezmektedir. Bizim elimizde tasavvuf ve tarikat gibi denenmiş ve sonuç alınmış müessese varken bundan yararlanmamak gerçekten acı verici. Bir de Suudi Arabistan gibi bazı ülkelerden gelen kişilerin tasavvuf ve tarikatlar aleyhine yaptıkları menfi propagandalar işin cabası.

Bugün dil bilen ve dini iyi anlatabilecek derviş gönüllü insanların Doğu’da ve Batı’da yapabileceği çok hizmetler var. Müslümanların bu konuda altyapı oluşturup faaliyete geçmeleri gerekir. Hele son yıllarda istemesek de Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik sürecine girmiş olması iyi değerlendirilirse İslâmın tanıtılmasına ve yayılmasına yarayacak bir ortama dönüştürülebilir. Tasavvufun irşad fonksiyonundan burada da yararlanmak mümkündür.

38- Bugün tasavvııfî cemaatlerde görülen sarık, cübbe ve sakalın hizmette bir engel olduğu konusundaki düşünceleriniz nelerdir?

–  Tasavvuf insanları nıeşreb farklılığına göre eğiten bir kurumdur. Bu yüzden tasavvuf grupları arasında sosyal olaylara bakışta olduğu gibi, kılık kıyafette de anlayış farklılıkları vardır. İlk devir sûfilerinin tâc ve hırka merakı aynı yüzyıllarda “melâmet” meşrebine sahip bir takım insanların tepkisini doğurmuştur. Melâmet meşrebine mensûb olanlar, sûfilerin kisvelerine mukabil bilinmezliği ve nefsi kınamayı öne çıkarmışlar, ihlâsa
ermekten çok, riyadan kurtulmayı prensip edinmişlerdir. Kılık kıyafet ve kisvenin halkın takdir ve tebcilini çekip nefse pay çıkarılabileceğini düşünerek kisve üzerinde duranlara karşı çıkmışlardır. Bununla birlikte tasavvuf ve tarikat gruplarının kendilerini tanıtan bir bakıma bir üniforma gibi tarikatlara ve tekkelere göre değişen taç ve hırka tabir edilen kisveleri de olmuştur. Binâenaleyh kisve ve sakal konusunu öne çıkarırken ve bu konuya karşı çıkarken önemli olan niyyettir. Bu işin bir ortayolunu bulmak gerekir.
Sakal, sarık ve cübbenin sünnet oluşu gerçeğini unutmamalı ve iki grup da tavır ve davramşlarındaki ölçüsüzlükler ile birbirlerini rahatsız etmemeli ve birbirinden rahatsız olmamalıdır. Sakallı müslümanlar, illâ sakal diye tutturup sakalsızları taciz etmemeli, sakalsızlar da onların hallerinden şikâyetçi olup “bunların bu hali müslümanlara zarar veriyor” diye düşünmemelidir. Çünkü her grubun kendine göre hitâb edip etkili olacağı bir çevre ve grup vardır. Gruplar birbirleriyle uğraşmayı bırakıp hizmete yönelmelidir.

39- Gerçekten ehl-i tasavvuf olan bir müminle, tasavvufla hiç alâkası olmayan bir mü’minin arasında ma’nevî derece bakımından fark nedir?

-Gerçekten ehl-i tasavvuf olan bir müminle tasavvufla hiç alâkası olmayan müminin arasındaki manevi derece farkını Allah nezdindeki derecesi açısından soruyorsanız, o konuda kullar olarak bizim birşey söyleyebilmemiz mümkün değildir. Ama kişinin içinde bulunduğu manevi duygular ve huzur ile iç dünyasını koruma açısından soruyorsanız o zaman bir takım şeyler söylenebilir. Kişileri tasavvuf ve tarikata girmeye sevkeden sebep genellikle İslâm’ı daha iyi yaşama kaygısıdır. Tarikata giren kimse, tevbe ile Allah’a kul olmaya çalışacağını bir Allah dostu önünde tescil ediyor. Elbette böyle bir sözleşme insanı avarelik ve başıboşluktan kurtarır. Çünkü insan kendi kendine verdiği sözlere genellikle pek uymaz. Ama birini şahid tutarak verilen söz daha bağlayıcıdır. Mürşidiyle zaman zaman görüşerek evrad ve ezkârı ile manevi halleri hakkında bilgi verecek olan ehl-i tarik, en azından kontrollü hareket etmeye alışacaktır. İnsanın şu veya bu şekilde bir manevî kontrol mekanizması ile hayatını murakabe altına alması mümkün olmadığı zaman, yaşadığı çevrenin etkisiyle dînî ve manevî duyarlılığının kaybolduğu görülmektedir. Hayatın zorlukları ve olayların insanda bıraktığı izleri izâle etme ve bir takım dış etkilere karşı direnme gücü kazanmada bir şeyhe bağlı olan, diğerlerine göre daha şanslıdır. Çünkü sıkıntısını paylaşacağı bir mürşidi ve ihvanı vardır. Tasavvufta eğitimin sürekliliği esastır. İnsanlar inandığı gibi yaşamaya teşvik edilir. Çünkü inandığı gibi yaşamayan insanlar zamanla yaşadıklarını benimsemeye ve yaşadıklarına inanmaya başlarlar. Pekçok hassasiyetlerini kaybederler.

40- Bedîuzzaman hazretleri “üveysi” olarak yaşamıştır. Onun gerçek şakirdleri de bilerek veya bilmeyerek “üveysî-meşreb” midirler?

–  Bedîuzzaman’m “üveysîliği” meselesine geçmeden önce üveysîliğin ne olduğunu söyleyelim: “Üveysîlik bir mürşidden, görüşmeden manevi yolla; rüya tarikıyla feyzalmaktır.”   Hz. Peygamber devrine yetiştiği halde O’nunla görüşme şerefine eremediği için sahâbî unvanını alamayan Üveys Karenî’ye nisbetle ortaya çıkmış bir kavramdır. Daha sonra mürşidini görmeden manevi yolla feyzalanlara bu zâtın adına nisbetle “üveysî” denmiştir. Bedîuzzaman’m hangi mürşidle, manevi yolla görüşüp bu unvanı
aldığım bilemiyorum. Ancak kendisinin tasavvuf ve tarikata uzak olmadığı hatta bazı şeyhlerden tarikat dersi aldığı bilinmaktedir. Meselâ yaşadığı devirde “mecli-i meşâyıh” reisliği yapmış M.Es’ad Erbilî, onun intisâb ettiği kişilerdendir. Üveysîlik kavramının özel anlamı dikkate alındığında bütün Risâle-i nur şâkirdlerini üveysî saymak mümkün değildir.

41- Bedîuzzaman Risaleler’inde tasavvufu bir meyva; tasavvuf ehli ise Ankara’dan İstanbul’a gitmek için bir vasıta olarak tanımlıyor ve bu zaman da kişinin mutlaka bir yere bağlanması gerektiğim savunuyor. Ne dersiniz?

–  Bedîuzzaman’m tarikatı meyva, tarîkat erbabının ise tarikatı maksada götüren yol olarak görmesi birbiriyle çelişkili değildir. Sadece bakış açılarının farklılığından kaynaklanan yorumlardır. Bilindiği gibi tasavvufun iki boyutu vardır. Bunlardan biri tahalluk; yani eğitim ve terbiye, diğeri tahakkuk; yani ma’rifet ve bilgidir. Tarik erbabı tasavvufun eğitim boyutuna bakarak onu mutlak hakikata götüren bir araç olarak görmektedir. Bedîuzzaman ise Tasavvufun tahakkuk tarafına; marifet ve bilgi tarafına bakarak onu meyva olarak değerlendirmektedir. Çünkü tasavvufun gayesi
.insanı gerçeğe erdirmek ve marifet meyvasına ulaştırmaktır.

42- Bir cemaat: “Artık tarikat zamanı değildir. İmanı kurtarma zamanıdır.” diyerek tarikat ve tasavvufa karşı çıkıyor. Neler söylersiniz?

–  Bu sözün söylendiği zamanki dünya şartları son derece önemlidir. Bu söz XX. yüzyılın ilk yarısında söylenmiştir. Bilindiği gibi, XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk yarısı pozitivist ve materyalist düşüncenin egemen olduğu yıllardır. Pozitivizm ve materyalizm bu yüzyılın insanlarına, insanlığın ulaştığı son nokta olarak takdim edilmiş, din ve metafizik düşünce adetâ öcü olarak gösterilmiştir. Doğu Avrupa ülkelerinde komünizm, Batı Avrupa ülkelerinde materyalizm, insanlığı ateizme sürüklemiş ve insanoğlu Allah’ın evinden kaçmıştır.

Bizim ülkemiz de XIX. yüzyıldan itibaren bu rüzgârların etkisi altında kalarak ateizmin eşiğine kadar gelmiştir. Din, devlet eliyle toplum hayatının dışına itilmiş, dine ve dindarlara adetâ ölümünü bekleyen vebalı hasta gözüyle bakılmıştır. İnananların böylesine horlandığı bir ortamda elbette yapılacak tek şey insanların imanlarını kurtarmaktır. Tekke ve tarikatların bile kapatılıp hizmetten men’edildiği bir ortamda insanlara götürülebilecek en önemli din hizmeti, imandır. Böyle zamanda en kutsal dâva, imanı kurtarma davasıdır. Aslında o devrin eli kalem tutan sûfî müelliflerinin yaptığı da o istikamettedir. Nitekim İsmail Fennî Ertuğrul gibi sûfî bir müellif Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali, Hakikat Nurları ve Küçük Kitapta Büyük Mevzular adlı eserleriyle; Filibeli Ahmed Hilmi, Maddiyyûn Meslekinin Dalâleti adlı eseriyle buna çalışmıştır.

Tasavvuf, İslâmî hayatın zirve noktasıdır. İmanın ihsan kıvamında yaşanmasıdır. İmanın tehlikede olduğu bir dönemde böyle bir sözü, özellikle genç ve entellektüeller için son derece makul görmek gerekir. O günün öncelikli konusu iman idi. Ama bugün bütün dünyada yeniden dine ve İslâm’a dönüşün hızlandığı bir dönemde tasavvuf ve tarikatların önemini görmezden gelip karşı çıkmak yanlış olur. Bu görüşün sahipleri tasavvufa karşı değillerdi. Yaşadıkları dönemin öncelikli konusunun tasavvuf olmadığı inancmdaydılar. Onlar bugün yaşasaydı, gelişen şartlar çerçevesinde tasavvuf öncelikli hizmetlere ağırlık vereceğini sanıyorum. Nitekim bugün geniş bir kitleyi yönlendiren saygın bir hocaefendinin yazılarında tasavvuf öncelikli konulara ağırlık verdiği görülmekte, çevresindeki gençlere de tasavvuf öncelikli tavsiyelerde bulunduğu duyulmaktadır. Bu bakımdan bu sözü söylendiği devir için doğru ve geçerli görmekle birlikte, bugün için geçerli olmadığını düşünüyorum.

43- “Bütün tarikatların sonu, Nakşibendiyyenin başıdır” sözünün tefsiri nedir?

Bu söz, Nakşbendiyye’nin diğer tarikatlara üstünlüğü iddiasından çok diğer tarikatların eğitim sistemi ile bu tarikatın eğitim sisteminin farklılığını vurgulamaktadır. İmam-ı Rabbânî’nin Mektûbât’mın muhtelif yerlerinde
değişik açıklamalarla zikredilen bu söz, tarikat gayretiyle diğer tarik mensuplarını aşağılamak amacıyla söylenmiş bir söz değildir[17] Nakşbendiyye ruhanî bir tarikattır. Diğer tarikatların aşağı yukarı tamamı nefsânî yolu izler. Ruhanî tarikat, özelliği gereği, işin başında nefsânî tarikatlarda işin sonunda tadılabilecek bir marifet tadı vermektedir. Nefsânî tarikatlarda nefsin etkisini azaltmak amacıyla riyazat ve mücahede usulü uygulanır. Seyr u sülûkün tamamlanmasından sonra riyazat sona erdiğinden yeme ve içmedeki tahdid
kalkar. Nakşbendilikte ise nefsânî tarikatlar ölçüsünde riyazat olmadığından salik işin başından beri yemekle ilgili bir riyazata tabi tutulmaz. Diğer tarikatlarda riyazat ve  mücâhededen  sonra gerçekleşen  sohbet, Nakşbendîlerin yolunun ilk esasıdır. Dolayısıyla diğer tarikatların sonda geldiği nokta onda başlangıçtan itibaren vardır. Diğer tarikatların başından sonuna uyguladıkları cehri zikir, Nakşilikte sadece başlangıç halinde bulunur. Binâenaleyh bu sözü mensubiyet gayretiyle söylenmiş bir mutlak üstünlük olarak değil, metod farklılığı olarak görmek gerekir.

44- Nakşbendiyye’de Allah’a vasıl olmanın en kısa yolu nedir?

-Nakşbendiyye tarikatında Allah’a vâsıl olmanın en kısa yolu sohbet, hizmet ve rabıta olarak özetlenebilir. Sahabîleri yetiştiren Allah Rasûlü’nün sohbetidir. Bu sebeple Şâh-ı Nakşbend hazretleri: “Tarîk-ı mâ der-sohbet est” Bizim yolumuzun esası sohbettir, buyurarak Nakşîlikte mürşid ile sohbetin önem ve yetiştiriciliğine dikkat çekmiştir. Sohbet, mürşidin huzurunda olmaktır. Rabıta ise kalben mürşidle beraber olmak ve gönüldeki sevgi ile ona benzemeye çalışmaktır. Hizmet ise Allah’ın kullarına yapılır. Beşeri ilişkilerinde bu duyguları gerçekleştiren bir sûfî, hafi zikir ve nafile ibâdetler sayesinde ihsan duygusuna erecek bir olgunluğa erişerek vuslatı gerçekleştirmiş olur. Çünkü ihsan vuslat ve maiyyet demektir. Tabii bunların gerçekleşmesi için sâlikin letâifini zâkir hale getirmesi, ardından zikr-i sultanî, ve murakabe dersleriyle Kur’an’da anlatılan biçimde Allah Teâlâ’yı murakabe ve kendisininin Hakk’ın murakabesi altında olduğu bilincine varması gerekir. Bütün bunlar nazari olarak değil tatbiki olarak ehliyetli bir mürşidden öğrenilir. Ayrıca Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin şöyle bir sözü nakledilir: “Bize göre namaz ve oruç Allah’a götüren yol olmakla birlikte en kısa ve en kestirme yol “nefy-i vücûd”dur. Nefy-i vücûd bedenî ve beşerî ihtiyaçların Allah’ı unutturmasından kurtulmak demektir. Bu gerçekleşmeden yalnızca namaz, oruç, gaflet ve nisyanı giderecek derecede vuslata yetmez.”[18]

45- Hangi tarikat, hangi meşrebdekilere daha uygundur? Bunu tesbit etmenin en kestirme yolu nedir?

– Tarikatların meşreplere göre farklılık arzettiğini daha önce de belirtmiştik. Meselâ cehrî zikri esas alan tarikatlar ile hafi zikri benimseyen tarikatların müntesiplerinin farklı karakter yapısında kişiler olacağı açıktır. Cehrî zikri esas alan tarikatlar, dışa dönük taşkın yapılı insanların karakterlerine daha uygundur. Hafi zikri esas alan tarikatlar ise ruhi derinliği daha fazla olan, içe dönük ve hassas yapıya sahip kişilere daha uygundur. Bununla birlikte bu konuda kesin bir kural vaz’etmek mümkün değildir. Bu işin en kestirme yolu intisab etmeden önce kişilerin tarikat ve mürşidleri
görüp onlarla bir süre ülfet etmeleridir. Çünkü her tarikat ve şeyhte tecelliler ayrı ayrıdır. Bu ülfet ve görüşme insana meşrep uygunluğu konusunda fikir verir.

46- Müteşerri bir tarikata girip: “Feyz alamadım?” diye başka tarikata geçmek doğru mu? Feyz alamamak kendimizle mi, yoksa tarikatla mı alâkalı?

-Mürşid hekim gibi olduğundan onun verdiği reçete uygulanmalıdır. Reçete uygulandığı halde hastalık tedavi edilmeyince nasıl bir başka doktora başvurmak gayet tabii ise, manevi reçetesi uygulanan ve sonuç alınamayan bir tabîb-i mürşidi bırakıp diğerine geçmek caizdir. Ancak ayrangönüllü davranıp bir ona bir buna koşmak ve hele hele tavsiyelerini tutmadan “feyz alamadım, istifâde edemedim” demek ve şeyh değiştirmeğe kalkışmak uygun olmaz. Bu tür sözler insanın kendi kendini kandırması olur.

2- MÜRŞİD – ŞEYH İLE İLGİLİ MESELELER

47- Kâmil mürşid kime denir? Kâmil bir mürşide bağlanmanın hükmü nedir? Farz mı, vacib mi, sünnet mi? Şeyhe bağlanmamak kişiye ne kaybettirir? Gerçek mürşid nasıl aranır ve tanınır, özellikleri nelerdir?

-Mürşid rehber, kılavuz ve yol gösteren demektir. Mürşid-i kâmil sırât-ı müstakimi gösteren, dalâletten hidâyete sevkeden kişidir. Tarikatta seyr u sülûkünü tamamlayıp irşada ehliyetli olan kişiler için kullanılır bir tabirdir. Tasavvufta şeyh ile aynı anlamadır. Kâmil bir mürşide bağlanmanın hükmü kişilerin durumuna göre değişir. Meselâ, evlenmek nasıl bazıları için farz,
bazıları için sünnet, bazıları için mubah ise, bir mürşide bağlanmanın hükmü de öyledir. Kimileri için farz, kimileri için sünnet, kimileri için mubahdır. Bir mürşide bağlanmadan nefsinin şerrinden kurtulamayacak ve harama düşecek kimseler için farz, manevi derecesinin yükselmesine yardımcı olacak kimseler için müstehab,  ama intisâb kendilerine bir şey kazandırmayacak olanlar için mubahtır. İnsanın hakyol arayışında gayret
içinde olması gerekir. Nitekim: “Bizim uğrumuzda uğraşanları elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.”[19] buyrulmuştur. Bir cehd ve gayret olmadan manevi mücâhede, manevi mücâhede olmadan manevî terakki gerçekleşmez. Şeyhe bağlanmadan tasavvufi bir hayatın gerçekleşmesi mümkün olmaz. Mümkün olsa bile insanın ayakları kaymaktan salim olmaz. Bu bakımdan herkes için tarikata girmek zarureti yoktur belki ama, zühdi bir hayat, manevi bir eğitim görmek isteyenlerin mutlaka bir mürşide bağlanmaları
gerekir. Bunu biz şöyle bir misalle açıklayabiliriz. İstanbul Boğazı’ndan yabancı bandıralı gemiler geçiyor. Bu yabancı bandıralı gemilerin Boğaz’dan geçerken kılavuz kaptan almaları zorunluluğu var. Kılavuz kaptan almaz ve kaza yapacak olurlarsa cezası ona göre daha ağır. Bu gemilerin kaptanlarının elinde Boğaz’ın haritası, pusula ve diğer yardımcı âletler olduğu halde niye kılavuz kaptan zorunluluğu var? Çünkü kılavuz kaptan, oradan defalarca geçmiş bulunduğu için Boğaz’ı elinde harita, pusula ve diğer yardımcı âletler bulunan gemi kaptanından çok daha iyi tanımaktadır. Tasavvufi hayata giren kimse de, bu yoldan geçmiş ve sonuç almış olan kimseden, elinde kitaplar, eserler ve bilgiler bulunan kimseye nazaran, daha çok istifâde eder. Çünkü tasavvuf nazari bir ilim değil, tatbiki bir ilimdir. Mürşide bağlanmayan kişi, böyle bir yolda önemli bir rehberden mahrum olarak yola çıkmış demektir.

İnsanın manevi yolculuğa çıkmadan önce bir mürşid araması gerekir. Hatta Nakşbendiyye tarikatında Abdulhalık Gucdüvânî tarafından konulan onbir prensipten biri olan “Sefer der-vatan”m bir anlamı da mürşid aramak için yolculuğa çıkmak demektir. Aranan bir mürşidde bulunması gereken vasıflar şöyle sıralanmıştır: Mürşid olacak kimsenin kitap ve sünnetin emirlerine agâh olacak kadar bilgili, kemal sıfatlarıyla donanmış, dünya ve makam sevgisinden geçmiş, riyâzat ve mücâhede ile nefsini arıtmış, nafile ibâdet ve zikirle ruhunu yüceltmiş, Muhammedi ahlâka sahip bir kimse olması ve silsileye sahip bir mürşidden icazetli bulunması gerekir. Ayrıca yetiştirdiği insanlarda bu manada bir takım tezahürlerin görünmesi de beklenir. Şeyhin ictihad derecesinde bir fıkhî bilgiye sahip olması gerekmez ama müntesiplerinin meselelerini çözebilecek bir kalb diriliğine sahip olması iktizâ eder. Bir de bütün tasavvuf kitaplarında ittifakla ifade edilen bir husus bu konuda son derece önemli bir ölçüdür: “Şeyh olacak kişi hubb-i dünya ile müttehem olmamalıdır.” Bunun manası şeyh olan kişi, yaptığı işten dünyalık bekleyen bir konumda olmamalı, aksine varidatını hizmette kullanabilmelidir. Bu konuda çevresindekilere örnek olabilecek bir konumda bulunmalıdır. Yüzü nûrânî, sözü rabbani olmalı ve ihsanın içine inşirah veren yüzü, görenlerde uhrevîlik ve rabbânîlik duygusu meydana getirerek Allah’ı ve âhıreti hatırlatmalıdır. Bu özelliklere sahip insanın gönlünün ısındığı kişi, mürşid olarak teslim olabileceği kişidir.

48- Şeyh ne demektir? Şeyhi kim seçer, babadan oğula veya akrabaya mı geçer? Mürşidin görevlendirilmesinde ölçü nedir? Açıklar mısınız?

-Şeyh lügatte simasında yaşlılık alâmetleri beliren, saçı sakalı ağaran en az elli yaşları civarında kişi, başkan, kabile reisi gibi anlamlara gelir. Tasavvufta ise mürşid ile aynı mânâyadır. Bir tarikatta irşada izinli tekke ve dergâhda terbiye ile meşgul olan kimselere denir. Şeyhler genellikle kendi müridleri arasından akranına tefevvuk eden ve manevi gelişmeye yatkın kimseleri, daha sağlıklarında icazet vererek muhtelif yerlerde irşâd hizmetiyle görevlendirirler. Şeyhin hayatıyla bağlı bulunan bu irşâd görevi şeyhin vefatından sonra merkez tekke ve ser-halîfe tarafından yeniden gözden geçirilir, ya ibkâ edilir, ya da başka görevlerde istihdam edilir. Şeyh kendi sağlığında seyr u sülûkünü tamamlattırıp irşadla görevlendirdikleri için tayinden önce istişare ve istihare ile karar verip görevlendirirdi. Şeyh kendisinden sonra yerine geçmesini istediği kimse için bazan yazılı, bazan sözlü işarette bulunurdu. Şeyhin yerine irşâd makamına geçmede iki yol izlenirdi. Bunlardan biri yoldan gelme, diğeri ise belden gelme usûlüydü. Yoldan gelme usûlüne göre şeyh, ihvanı arasında bu işe en liyakatli gördüğü kimseye işarette bulunur, ihvan da o zata tereddüdsüz tabi olurdu. Belden gelme usulünde ise emanet şeyhin evlâdlarına intikal ederdi. Şeyh Efendi, evlâdlan arasından bazan birine işarette bulunur ve ona tabi olunurdu. Şeyhin açıkça işarette bulunduğu zaman şeyhlik makamına kimin geçeceğinde problem olmazdı. İşaretin açık olmadığı zamanlarda ya ihvan aralarından en liyakatli gördükleri birine bey’at ederlerdi. Ya da dergah şeyhliği boşalır, o zaman meşihat makamı başka tarikatlardan ehliyet ve icazetini ibraz edenlere tekkeyi tahsis ederdi. Şeyhin birden fazla halifesi olduğu ve kimin postnişin olacağı açıkça anlaşılamadığı zamanlarda halifelerden herbirinin irşadlarını sürdürdüğü de olurdu.

49- Mürşid-i kâmillerin ezelde müridlerini seçme ruhsatlan var mıdır?

– Mürşid-i kâmillerin ezelde müridlerini seçme mes’elesi belki herkesin saadet ve şakaveti konusunu anlatan hadisin verdiği bilgiler ışığında değerlendirilebilir. Hadis şöyle: “Sizden herbirinizin cennet veya cehennemdeki yeri ezelde yazılmıştır.”[20] Bu hadise göre herkesin ezelde hangi konumda olduğu yazılı olduğuna göre, şeyhin müridlerinin kimler olduğu da Hakk’a ma’lûmdur. Şeyhlerin şahsen yapacakları seçimin sonuca tesiri olmaz. Ama kendi seçimleri Hakk’ın seçimine tetabuk ederse bir anlam ifade eder. Nitekim Hz. Peygamber de amcası Ebû Tâlib’in ümmetinden olmasını
şahsen istemişti. Fakat ilâhî iradeye tetabuk etmediği için bu talep gerçekleşmedi. Ama Hz. Ömer’in islâmı Hz. Peygamber’in seçim ve talebi ilâhî iradeye uygun düştüğü için hemen gerçekleşti. Ezelde ilâhi irâdeden başka bir irâde yoktu.

50- Mürşid bulamayanlar ne yapmalıdırlar? Her dönemde mürşid bulunur mu?

– Mürşid ihtiyâcını hissedenler aramaya devam etmelidir. Çünkü her devirde o devrin şartlarına göre bir mürşid bulunur. Belki her devrin mürşidinin özellikleri aynı olmayabilir ama, her devirde mürşid bulunur.

 

51- Birden fazla mürşide bağlanılabilir mi? Halk arasındaki “Her kapıda olan hiçbir kapıda; bir kapıda olan her kapıda?” sözü ne anlama gelir?

– Tarikatta seyr u sülûkünü tamamlamamış birinin birden fazla mürşide bağlanması iyi karşılanmaz. Çatal uçlu kazık nasıl yere girmezse, birden fazla mürşide bağlanan insanın kalbinde sevgi bölüneceğinden istifade zorlaşır. Çünkü mürşidlerdeki meşreb ve irşaddaki üslûb farkı, ister istemez bir kıyaslama yapmayı gerektireceği için feyze engel olur. Ancak seyr u sülûkünü tamamlamış kimselerin bir başka şeyhe intisabında mahzur yoktur. İlk şeyhe tarikat şeyhi, ikincisine teberrük şeyhi denilir. İlk intisabda giydirilen hırkaya tarikat hırkası, seyr u sülûkün tamamlanmasından sonraki intisabda giydirilen hırkaya “hırka-i teberrük” denir. Bir de ilmî intisab vardır ki, bu da ya vefat etmiş bir şeyhe eserlerini okuyarak olur, ya da hayatta olan bir mürşidden ders okumak suretiyle seyr u sülûke girmeden olur.

52- Şeyhler kaç kısımdır? Hakîkî şeyh hangisidir?

– Genelde yaygın tasnife göre şeyhler üç kısımdır: Ta’lim şeyhi, sohbet şeyhi ve tarikat şeyhi. Ta’lim şeyhi: Tasavvufi konularda bilgi veren muallim konumundaki sûfidir. Sohbet şeyhi: Sohbetine herkesin katılıp sözlerini dinlediği hal ve hareketleriyle örnek olan kişidir. Bunlardan ilki sadece öğretici, ikincisi ise haliyle etkileyicidir. Tarikat şeyhi: Mürid ve müntesiblerini bir annenin yavrusunu terbiye etmesi titizliği ile yetiştirmeye çalışan şeyhtir. Buna terbiye, irşâd ve teslik şeyhi de Henir. Böyle bir terbiye
şeyhi, mürid ve müntesiblerinin beden ve ruhları üzerinde mutlak söz sahibidir. Mürid ne diliyle, ne de kalbiyle böyle bir şeyhe itiraz etmemeli, aksine gassal önünde meyyit gibi teslim olmalıdır. Böyle bir şeyh, Allah Rasûlü’nün naibi, Allah’ın yeryüzünde halîfesidir.

Şeyhler ayrıca, hâl, kal, yol veya yal şeyhi olmak üzere de üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur. Hâl şeyhi gerçek anlamaa tarikat ve tasavvufu yaşayıp yaşatan, kal şeyhi sözde şeyh; yani nıüteşeyyih, yol veya yal şeyhi ise menfaatçı şeyh; mensuplarını bir takım çıkarlar için çevresinde tutan sahtekâr. Her iki tasnifin ilkinde tarikat şeyhi, ikincisinde de hal şeyhi aranıp bulunması gereken mürşid-i kâmildir.

53- Bir mürşide bağlandıktan sonra daha fazla ilim aramaya gerek yok. Esas ilim, mürşidi bulmaktır.” deniyor. Böyle bir iddia doğru mudur?

–  “Bir mürşide bağlandıktan sonra daha fazla ilim aramaya gerek yok.” sözü,  “Avamın  mezhebi  müftünün  fetvâsıdır.”   sözüyle  birlikte düşünüldüğünde belki bir anlam ifâde eder. Tarikata ilk intisab eden kişi, avam sayılıp mürşidinin fetvasıyla amel edecektir. Bu yüzden ilmî konularda behresi bulunmayan kimse bir mürşide bağlandıktan sonra ona teslim olmalı ve önce manevi eğitimini ikmale bakmalıdır. Manevi eğitimi devam ederken
ilim adına birşeylerle uğraşması ilgisini dağıtıp yoğunluğunu eksiltir, letâifin çalışır hale gelmesini önler. Bu söz bu anlamda söylenmişse doğrudur. Ancak “tarikata intisab ile her türlü ilmî iş ve araştırma sona erer” anlamına söylenmişse yanlıştır. Çünkü ilmin sonu yoktur. Mezara kadar, Çin’de de olsa, ilim aramak bir vecibedir. Tasavvuf ve tarikatın ilim düşmanı olduğu imajını verecek bu tür bir iddia doğru olamaz. İlk sûfilerden Seriy Sakatî’nin
yeğeni Cüneyd Bağdâdî’ye söylediği: “Önce muhaddis, sonra sûfî ol! Önce sûfî sonra muhaddis olma!” sözü dînî ilimlerin tasavvuftan önce öğrenilmesi gereğini vurguluyor. İlimlerin bütünlüğü ilkesini teyid ediyor.

54- Peygamber Efendimiz: “Her yüz senede bir dîni yenileyecek bir müceddidin geleceğini”[21] haber vermiştir. Müceddid bir kaç tane mi, yoksa bir tane mi olur? Kim olduğu kendisi hayatta iken belli olur mu? Eğer belli ise günümüzün müceddidi kimdir?

-Genellikle tecdid ile teceddüd kavramları birbirine karıştırılmaktadır. Teceddüd yenilikçilik ve modernizm demektir. Bunların dâvası, dîni yeniliklere uydurmaktır. Bugün milleti maddi bakımdan geri kalmış gören ve bu durumu ıslah için İslâm ile mevcud sistemden yeni bir karışım ortaya çıkaran, ümmeti, adından başka İslâmî bir rengi kalmayacak şekilde sistem boyasına boyayan kişilerin yaptğı iş teceddüddür. Bunlara müceddid değil,
müteceddid denilir. Tecdid ise, ne mevcud sistemle anlaşmak için yol ve çare aramak, ne de İslâm ile sistemden meydana gelecek bir karışımdır. Gerçek tecdid, İslâmî ona sonradan bulaştırılmış unsurlardan temizlemek, onu mümkün olduğu kadar saf ve berrak haliyle hayata geçirmektir. Soruda temas edilen hadiste Efendimiz bu manada her yüzyılda bir müceddidin geleceğini haber vermektedir. Bu müceddid, ulemâdan olabileceği gibi,
meşâyıh ve devlet ricalinden de olabilir. Nitekim ilk hicrî asırda   Ömer b. Abdülaziz gibi bir devlet adamı müceddid kabul edilmiştir. Ondan sonraki asırlarda tam bir ittifak hasıl olmamakla birlikte mezheb imamları yaşadıkları asırların müceddidi sayılmıştır. Müceddidin aynı asırda birkaç tane olmasına mani bir hüküm yoktur. Önemli olan yapılan tecdidin boyutudur. Müceddid, peygamber değildir. Ancak tabiat ve mizacı bakımından peygambere en yakın olan insandır. Müceddid, çoğu zaman kendisinin müceddid olduğunu bilmez ve böyle bir iddia ile ortaya çıkmaz. Gerek çevresindeki çağdaşları, gerekse sonraki asırlarda gelen insanlar hizmetlerine bakıp onun müceddidliğine hükmederler. Sûfîler arasında müceddidliği konusunda tevatür derecesinde ittifak hasıl olanların başında İmam-ı Rabbânî gelir. Kendisi ikinci bin yılın müceddidi sayılmıştır. Çünkü o dönemde Hisndistan’da yeni bir din kurmak iddiasıyla ortaya çıkan Ekber-şah’a karşı İslâm’ın safiyetini savunmuş ve bunda muvaffak olmuştur. Her devirde sufilerden böyleleri çıkabileceği gibi böyle iddialarla ortaya çıkanlar da bulunabilir. O zaman kişinin yaptıklarına bakmak gerekir. Çünkü: “Görünür şahsın rütbe-i aklı eserinde.”

  55- “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözünden maksad nedir?

– Bâyezid Bistâmî’ye atfedilen bu söz, eski tasavvuf kitaplarımızdan itibaren hemen bütün kaynaklarda yer almaktadır. Buradaki “şeyh” kelimesi mutlak manada mürşid demektir. Bütün uygulamalı ilimlerde o ilmin öğrenilmesi, bir üstad aracılığı ile olur. O konuya dair eserleri okumak, o ilmi öğrenmek için yetmez. Meselâ İslâmî ilimlerden “Kıraat” uygulamalı bir ilim olduğundan “fem-i muhsin”den (yetkili ağız) öğrenilir. Tecvid ve kıraat kitapları okunarak kurrâ olunamaz. Marangozluk, kaportacılık gibi çağdaş işler, futbol gibi oyunlar bile mutlaka bir ustadan öğrenilir. Futbol kitabı yazan biri, iyi bir futbolcu olmayabilir. Marangozluğun kitabını yazan da öyle. Hatta Tıp Fakültesini bitiren kimse nasıl bir uzmanın yanında ihtisas görmeden uzman olamaz ve olmaya kalkıştığında insanları canından ecterse, aynı şekilde bir üstadın yanında tasavvufi eğitim görmeden kendi kendine sufilik etmeye kalkışan bir kimse mutlaka yanılır ve şeytanın oyuncağı haline gelir. Bu sözle şeyhsizlikteıı maksad, tasavvuf ilminin şeyhsiz öğrenilip uygulanamayacağıdır.

56- Kadınlar da intisâb etmeli mi, onların intisabı nasıl olmalıdır?

-Kur’an’da kadınların İslâm, îmân, tâat, sıdk, sabır, huşu, tasadduk, oruç, namusu koruma, ve zikir konusunda erkeklerle aynı olduğu vurgulanmakta[22], cihâd dışında bütün konularda erkeklerin muhâtab olduğu hükümlere muhâtab oldukları belirtilmektedir. Bu bakımdan tasavvufun manevi hayata yönelik hükümleri onları da kapsar. Mekke fethi günü inen bir âyet-i kerimede Allah Teâlâ kadınların bey’atlarını alması konusunda Hz. Peygamber’e şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber! inanmış kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, gayr-i meşru bir çocuk doğurup onu kocalarına isnad etmemek, iyi iş işlemekte sana karşı gelmemek hususunda bey’at etmeye geldikleri zaman sen onların bey’atlarını kabul et. Onlar için Allah’tan mağfiret dile!”[23] Bu âyetin nüzulünden sonra Allah Rasûlü kadınların da bey’atini kabul etmiş ve onlardan ahid almıştır. Bu ahid sırasında Allah Rasûlü’nün eli kadınların eline değmemişti. Bu bakımdan kadınların intisabı sırasında sünnete uygun biçimde şeyhin eli, kadınların eline değmemelidir. Kadın mahremi aracılığıyla şeyhine ulaşmaya çalışmalı veya şeyhin mahremi aracılığı ile, intisâb etmelidir. Ya da görüşmeler perde arkasından yapılmalıdır. Aynı mekânda vâki olacak görüşmelerin fitneden uzak bir biçimde olması uygun olur. Kadınların topluca ve tesettüre uygun bir biçimde şeyhleriyle görüşmelerinde mahzur yoktur. Mahzurlu olan topluca da olsa, kadınların tesettüre uymadan açık saçık bulunmaları, ya da kapalı da olsa tek başına görüşmeleridir.

57-Mürşidlerin devlet ve siyaset boyutunda sorumluluğu nelerdir? Herhangi bir partiyi desteklemek için müridlerine işarette bulunup fiilen ihvanını partiye sokmaları uygun mu?

-Tasavvuf ve manevi eğitim, bir insan yetiştirme ocağıdır. Bu ocağın
görevi insanların iman ve İslâm konusunda bilinçlenmesini sağlamak, hayatlarını Kur’anî çizgide yaşamalarına yardımcı ve rehber olmaktır. Ancak tasavvuf ricalinin bizzat aktif politikanın içinde yer alması, onların saygınlığını etkiler. Müntesiblerini sistem şuuru ile yetiştiren mürşidler onlara devlet ve siyâset konusunda gerekeni vermelidirler. Elbette bu açık bir biçimde bir partinin desteklenmesi şeklinde olmamalıdır. Aksine kriter boyutunda kalmalıdır. Çünkü millletin ve ümmetin menfaatinin nede olduğunu iyi hesab etmelidir. Açık bir biçimde bir siyasi partinin yan kuruluşu gibi çalışan bir tasavvufi ekolün yara alacağını ve topluma mal
olamıyacağını düşünüyorum. Elbette gerçek bir mürşid ihvanını devlete talib olacak adamlar olarak yetiştirmeli, vatan ve milletin korunması bilincini onlara aşılamalıdır. Bununla birlikte seçimlerde partizanca hareket edip açıkça bir partiyi iltizam etmesi uygun olmaz. Çünkü bir mürşidin her partiden müridi olabilir. Bu yüzden genelue din adamları ve mürşidlerin mutlak mânâda partilerüstü bir konumda olması en güzelidir. Kendisinin doğrudan aktif politikaya girmesi veya ihvanını bu istikamette yönlendirmesi kendi kendini ilzam edebilir.

58- Mürşide bağlı olmayan, Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılan mü’minlerin durumu ne olacaktır?

– Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılan bir mümin, bir mürşide bağlı olsun veya olmasın elbette iyi bir noktadadır. Çünkü amaç Kur’an ve sünnetin istediği bir insan ve sâlih bir mümin olmaktır. Mürşide bağlanmaktan maksad da budur. Yoksa mürşide bağlanmak Kur’an ve sünnetin üstünde birşey değildir. Ancak burada şu hususu gözönünde bulundurmak gerekmektedir: Acaba insan Kur’an ve sünnete bağlı yaşıyorum derken,
bunu gerçekten becerebiliyor mu, yoksa kendi kendini mi kandırıyor? Çünkü nefs insana çoğu zaman böyle tuzaklar kurar, yanlışlarını hoş, eksiklerini tam gösterir. İnsan içinde bulunduğu olayları ve durumları objektif olarak değerlendiremez. Böyle olunca da hep kendinden yana yontar. Ama böyle bir mürşid-i kâmilin yanında bulunan kimse onun tecribelerinden yararlanmak durumundadır. Mürşid ona, nefsinin kendisine kuracağı tuzakları gösterir. Böylece daha çabuk mesafe alır. Mürşide bağlanmak
istemeyen kimse, önce kendisine bu duyguların nereden geldiğini anlamaya çalışmalıdır. Eğer bunlar intisâb edilecek bir şeyh bulamadığı için ise bunun da şeyhlerin eksikliğinden mi^iendisinden mi olduğuna bakmalıdır. Ama herşeye rağmen benim gönlüm buna ısınmadı diyen ve kitap sünnete bağlı kalmaya azmettiğini söyleyen kişi, kendisini olaylara ve dünya gailesine salıvermemelidir. Çünkü insanın en çok ayağının kaydığı nokta, meşru olmayan şeylerin zaman içinde tabii hale gelip insanın yüreğini pörsütmesidir. Diri bir kalb, uyanık bir gönül olmadan bugün sünnet
çizgisinde İslâmî hayat zor yaşanır.

59- Ashab, Peygamber Efendimiz’e hizmetle sevap kazanıyorlardı. Bizler de âlimlere, şeyhlere hizmet ederek sevap kazanabilir miyiz?

-İslâm’ın genel tarifinde: “Allah’ın emirlerine tazim, yaratıklarına
şefkat ve hizmet” ölçüsü vardır. Hizmetlerin en güzeli din yolunda ve Allah için olanıdır. Ashâb, Allah Rasûlü’nün gösterdiği hizmetlerle yıldız şahsiyetler oldular. Benlik ve feragat sınavından geçtiler. Bu sayede sahâbî oldular. “İlme hizmet, ilim adamına hizmettir.” ilkesinden hareketle konuya yaklaştığımız zaman elbette ilim ve irşad adamlarına hizmet edenler, dine hizmet etmiş gibi ecir kazanırlar. Niyyet hizmet olduktan sonra hizmet eden dâima kazançlıdır. Hatta hizmet edilen hizmete lâyık olmasa bile yapılan hizmet ve ecri zayi olmaz.

60- Enver Baytan’ın Altınoluk’ta yayınlanan sohbetinde İbn Arabi hazretlerinin el-Emru’1-muhkem adlı eserine atfen bahsettiği mürşidde bulunması gereken özellikler nelerdir?

–  Enver Baytan Hoca’nın mülakatı Altınoluk’un 32. sayısının 16-19 sayfaları arasında yer almaktadır. Hoca Efendi’nin bahsettiği İbn Arabi’ye âid eserin Osmanlıca tercemesini (İstanbul 1315) bulduk. Bu eserde (s. 11-27) şeyhlik şartları olarak sayılanları kısaca maddeler halinde veriyoruz:

1-     Şeyh, müridinin kabiliyet, zaaf ve ilgilerinin hangi noktada olduğunu bilmelidir.

2-     Müridi izinsiz tekkeden dışarı bırakmamalıdır.

3-     Müridinin kendisine uymada sadakatini denemeden müridliğe kabul etmemelidir.

4-  Şeyhlik makamına kendiliğinden değil, şeyhinin emri ya da manevi bir işaretle geçmelidir.

5-     Konuşurken kendisine karşı çıkanlarla tartışma ve münazaraya girmemelidir.

6-     Müridlerinin gönlünden saygınlığını giderecek işlerden sakınmalıdır.

7-     Biri herkese, diğeri ihvanına, diğeri tek tek müridlerine aid olmak üzere üç meclisi olmalıdır.

8-     Hak Teâlâ ile kulluk için farz ibâdetler dışında özel bir zamanı olmalıdır.

9-     Müridi vaktini kontrole alıştırmalıdır.

10- Müridinin rüya ve vakıası hakkında söz söylememelidir.

11-    Müridlerinin kendi aralarında uzun boylu konuşma ve gidip gelmelerine izin vermemelidir.

12-    Müridleriyle gece gündüz bir kereden fazla görüşmemeli, kendi hücresinde kalmalıdır.

13-Müridini hücreye yerleştirmeden önce kendisi gidip orada iki rekat namaz kılmalıdır.

14-      Müridler, şeyhin tabii ihtiyaçlarını gördüğü ortamlara muttali’ olmamalıdır.

15-  Halvete girecek müridlerini yiyecek ve perhiz konusunda eğitmelidir.

16-  Şeyh zayıf ihvanını başka şeyhler ve ihvanlarıyla ihtilâta bırakmamalıdır.

17-      Kendinden üstün bir şeyh görünce ihvanıyla gidip onun nasihat ve ziyaretinde bulunmalıdır.

Eser, şeyhin müridini yetiştirme tarzını gösteren teknik bilgiler ihtiva etmektedir. Eserin 27-43 sayfaları arasında müridlik şartlan sayılmaktadır.

61- Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbanî’nin l.c, 23. Mektubunda geçen: “Nâkıs kişiden ders alma” konusunun açıklanmasını diliyorum.

–  İmam-ı Rabbânî’nin 23. Mektub’unda anlattığı nâkıs şeyh, müridlerinin kabiliyet ve istidadını anlama melekesi elde edememiş, müridlerine kabiliyyetine göre irşad reçetesi sunabilecek bir yapıda olmayan şeyhtir. En son verilecek ilâcı ilkten veya ilkten verilecek ilacı en sona bırakacak bir yanlışlık içinde olan kişilerdir. Böyleleri irşâdda nakıs sayılır ve irşâd için ortaya çıkmamaları tavsiye edilir. Nakıs olan kişi, henüz nihâyâtta olan şeylere eremediği için başkalarını erdirme ehliyetine de hâiz değildir. Çünkü irşâdda önce reşâd sonra irşâd, önce salâh sonra ıslah sözkonusudur.

62)-İmam Şârânî’nin İslâm Büyüklerinin Örnek Ahlâkı   ve Hikmetli Sözleri kitabının önsözünde “Ey kardeş sen bir şeyh olarak ortaya çıkma, sana uyanların imanını heder edersin” cümlesindeki hikmetin açıklanmasını istirham ediyorum.

-İmam Şârânî’nin bu sözlerden kasdı bellidir. İnsanlarda hubb-i riyaset ve başkalarından takdir görme gibi bir fıtri duygu vardır. Bu duygu çoğu zaman insanı kendisi hakkında yanıltıp öne çıkarır. Seyr u sülûkünü tamamlamadan kendisine “sen artık oldun”; seyr u sülûkünü tamamlayınca da: “Daha ne duruyorsun geçsene halkın önüne!” dedirtir. İnsan işte böyle bir takım duygularla ortaya çıkınca hem sapar, hem de saptırır. Böyle bir
vartaya düşmemek için halkın kendine müracaatını beklemek ve yine bin düşünüp bir karar vermek gerekir.

63- Hakîkî şeyhin tahsil durumu önemli mi? Mutlaka velî olması gerekir mi? Yoksa her mümin şeyh olabilir mi?

– Şeyh olacak kimsenin ilim ve irfanı önemli ama diplomasi ve dünyevi ilimlere aid tahsil durumu önemli değildir. Çünkü şeyhlik ve mürşidlik tahsil ve diploma ile elde edilecek bir hususiyet değildir. O kalb eğitimi ile elde edilecek bir hususiyettir. Her şeyhin velayet mertebesine ermiş kâmil bir insan olması gerekir. Ancak keramet izharı gerekmez. Çünkü gönlünde itminana ermiş, yüzüne bakıldığında insana Allah’ı hatırlatan kimselerdir onlar. Bu da velilik sıfatıdır. Her mümin şeyh olacak olsa müridlik kime düşecekti. Elbette her mümin şeyh olamaz. Bu işin bir takım özellik ve şartları var. Bunların cevabını bu konunun ilk sorusunda verdik.

64- Müslümanın tebliğ vazifesi bellidir. Bu vazife gereği aktif organize faaliyetlerde bulunmak, mürşidin sahasına karışıp haddi aşmak mıdır? Yoksa ona hizmet mi?

– İslâm, inananlara bir tebliğ vazifesi yüklemiştir. Ancak İslâm’da önce salâh, sonra ıslah anlayışı vardır. Yani kişinin önce kendi pürüzlerini gidermesi, nefsini eğitmesi ve onu ilâhî hükümlere ram etmesi gerekir. Bu yüzden, böyle bir amaçla bir mürşid gözetiminde manevi bir eğitime başlamış olan kimse, sosyal faaliyetlerini ve hizmet alanlarını da mürşidine danışarak düzenlemelidir. Değilse manevi hayatı açısından yanlış şeyler yapabilir. Gireceği organize tebliğ hizmetlerinin de mürşidinden habersiz
olmaması iktiza eder. Vakıa böyle bir iş mürşidin sahasına karışmak olmaz ama, başıboşluk ve sorumsuzluk olur. Ona hizmet olabilmesi için onun onayından geçmesi ve onun verdiği diğer hizmetlerle çatışmaması gerekir. Değilse sâlik kalbi bulanık hale gelebilir.

65- Mürşidin kadın müridlerine el öptürmesi caiz midir? Vazifeliler, kocası evde olmayan ev sahibesinin yanma girebilirler mi?

– Mürşidin mahremi olmayan kadın müridlerine el öptürmesi caiz değildir. Hadislerde kaydedildiğine göre Hz. Peygamber kadınlardan bey’at alırken onlarla musafaha etmemiş ve kadınların elini tutmayacağını ifâde etmiştir. Hadis ve fıkıh kitaplarında var olan bu hükme imtisâlen şeyhlerin de kadın müridleriyle musafaha etmesi ve el öptürmesi caiz görülmemiştir. Bununla birlikte kadın ihvanına el öptüren şeyhler de olmuştur. Ancak onların varlığı cevazına delil değildir şüphesiz.

66- Mürşidin kalbine veya nefsine iblis vesvese verir mi?

Şeytanın mürşidin kalbine vesvese vermeğe çalışması   kadar tabii birşey olamaz. Ancak kemal sahibi veli-sıfat bir mürşid mahfuzdur. Yani ibâdet ve tâatları sebebiyle şeytanın vereceği vesveseleri Allah’ın yardımıyla aşabilecek manevi olgunluktadır. Peygamberlerin ismet sıfatı gereği ma’sum olmaları ile velilerin mahfuz olması arasında fark vardır. Peygamberlerin ismeti, kendilerinden sâdır olan zellenin Cebrail aracılığı ile tashihi şeklindedir. Hıfz ise ibadet ve teslimiyyet sayesinde nefs ve şeytanın iğvâsından Hakk’ın himayesinde olmak demektir. Tabii ki böyle bir insan hata yapmaz anlamına gelmez.

67- Şeyhlerin Hristiyanlıktaki ruhban sınıfı gibi, bozulması nedendir?

Şeyhlik neticede insanların temsil ettiği bir makamdır. Bu itibarla zaman zaman bozulma da gayet tabiidir.  Ancak bu benzetmeyi Hristiyanlıktaki ruhban sınıfıyla yapmak yanlış olur. Çünkü hristiyanlıktaki ruhban sınıfı statü itibarıyla tasavvuftaki şeyhlikten çok farklılıklar arzeder. Bir defa ruhban sınıfı, ruhban hayatı yaşamaktadır. Toplumdan kopuk, evlenmeyen ve kendilerini toplum hayatının her türlü sorumluluklarının dışında gören râhibler ile toplum hayatının içinde ve yaygın eğitim veren tekke şeyhleri bir değildir. Ruhban sınıfındaki bozulma fıtratı zorlayan yapısından kaynaklanmaktadır. Tekkelerde görülen bozulma ise toplumun genel yapısında meydana gelen gerileme ile orantılıdır. Toplumun bütün müesseseleri çok iyi çalışıyor da tekkeler ve şeyhlikler bozulmuş değildir. Tekkelerin bu konuda belki en tenkid edilebilir özelliği, bazı tekkelerde uygulanan babadan oğula geçen şeyhlik sistemidir. Çünkü bu uygulama, liyakati olmayan kimselerin tekke şeyhliklerine geçmesini daha da kolaylaştırmış ve bozulmanın hızlanmasına katkıda bulunmuştur.

68- Anadolu’da bir çok tarikat ve  pek çok mürşid var. Tabiî ki bu mürşidlerin pek çoğu âlim değil. Biz pek çok mes’elemizde âlimlere mi uyacağız, câhil de olsa mürşidlere mi uyacağız.

-Anadolu’da birçok tarikat ve mürşidin varlığından bahisle bunların da bir kısmının gerekli ilmî seviyeye sahip bulunmadığım ifade ediyor ve “biz, câhil de olsa mürşidlere mi uyacağız?” diye soruyorsunuz. Bir defa cahillikle mürşidliğin bir arada bulunmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Bir kişi câhil ise mürşid olamaz. Mürşid ise câhil sayılamaz. Ancak cehaletle ictihad seviyesinde âlim olmayı birbirine karıştırmamak gerekir. Şeyhler ve mürşidler ictihad seviyesinde âlim olmayabilirler. Aslında öyle olmaları şart da değildir. Ama hangi konuda kime başcurulacağını bilecek irfana sahiptirler. Bilmedikleri fıkhî mes’eleler için ihvanını ehlinden sorup öğrenmeye savkedecek firâsetleri vardır. Müridini kendisine sorduğu fıkhî konularda fetva için, ilgili kişilere göndermekten çekinmez ve bunu bir haysiyet meselesi yapmaz. Çünkü kendisinin görevi her seviyede fıkhi bilgi ile müridlerinin ilmi seviyesini yükseltmek değil, manevi ve ahlâkî seviyesini yükseltmektir.

69- Tasavvufta şeyhe çok övgüler yapılmaktadır. Oysa bir hadiste Allah Rasûlü: “Beni övmeyin, ben ancak bir kulum. O halde bana sadece Allah’ın kulu ve Rasûlü   deyin”[24] buyurur. Hamd Allah’a aid iken, yüzlerce âyet sâdece Allah’ı övmenin gerekliliğinden bahsederken, nasıl olur da âciz ve zayıf insanlar peygamberlerin de üstüne çıkarılarak adetâ Tanrı katında bilinir?

-Tasavvufta şeyh ve mürşidler için övgü ifâde eden sözlerin varlığı doğrudur. Övgü bir sevgi ifadesidir. Sevginin olduğu yerde; ölçülü ve ifrata varmayan bir övgü tabii karşılanır. Hz. Peygamber’in kendisine yapılacak aşırı tazim ve övgülere gösterdiği tepkinin sebebi bellidir: “Beşer konumundan çıkarılıp ülûhiyet konumuna konulmak.” Putlarla mücâdele için gelen ve tevhidin teşbîhî değil, tenzîhî olanı üzerinde duran bir dinin peygamberinin böyle davranmasından tabii birşey olamaz. Tarihte
peygamberlerine ülûhiyet isnadına kalkışan kavimler olduğundan Peygamberimiz böyle davranarak en sağlıklı yolu seçmiştir. Tarikatlarda müridin, kendisine âhiret hayatını kazanmaya yardımcı olan mürşidine minnettar olması ve ona şükran ifâde eden sözler söylemesi doğaldır. Nitekim sahâbiler de Allah Rasûlü’ne hitaben: “Anam babam sana feda olsun, canım sana kurban olsun.” gibi ibare ve ifâdelerle minnettarlıklarını ifâde etmişlerdir. Onun traş sırasında kesilen saç ve sakallarını toplamışlar, abdest suyu ile teberrük etmişler, yüzlerine gözlerine sürmüşlerdir. Onun
kullandığı ve hediye ettiği hırka ve eşyayı da ondan bir hâtıra olarak saklamışlardır. Bunların hepsi ona duyulan sevginin tezahürleridir. “Mehtaplı bir gecede bir Allah Rasûlü nün yüzüne, bir de aya baktım. Rasûlullah’ın yüzü daha paklak ve aydınlıktı.”[25] diyen sahâbînin sözünü acaba bir abartı olarak mı değerlendireceğiz, yoksa bir sevgi tezahürü mü? Sevgi insana sevdiği insanın güzelliklerini daha güzel gösterir. Seven
sevdiğinin bu güzelliklerini söylemek, anlatmak ve paylaşmak ister. Sûfîlerin şeyhleri ile ilgili övgüleri “fena fi’ş-şeyh” mertebesinde söylenmiş sözlerdir. Hz. Ömer’in Hz. Peygamber’in vefat haberi üzerine: “Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum.” şeklindeki sözü, seven insanın sevdiğini kaybettiği sıradaki feveranı değil de nedir?

Allah Rasûlü: “İnsanlara şükretmesini bilmeyen Allah’a da şükretmez.”[26] buyurarak Allah’a şükretmenin yolunun insanlara şükür ve minnettarlıktan geçtiğini belirtmiştir. “İfk” olayı sonrasında Hz. Âişe’yi aklayan âyet indiğinde annesi, Hz. Âişe’ye: “Kocan Rasûlullah’a teşekkür etmeyecek misin?” demişti de Hz. Âişe: “Hayır, ben ancak Allah’a şükrederim.” cevâbını vermişti.[27] Annesi, müjdeyi getiren olduğu için Hz. Peygamber’e teşekkür etmesini insanî bir görev olarak isterken Hz. Âişe asıl failin Allah olduğunu düşünerek buna ihtiyaç duymadığını belirtmiştir. Demek ki aslolan hediyeyi gönderen sultandır, ama hediyeyi getiren hizmetçiye teşekkür etmek de insanî bir görevdir. Hattâ duyulan ihtiyâca göre insanın bunaldığı bir sırada kendisine efendisinden bir hediye getiren hizmetçi ve kölenin elini ayağını öpmesi ve minnettarlığını ona arzetmesi ne kadar tabii ise müridlerin şeyhlerine olan bu tür minnettarlıkları da tabiîdir. Zâten şeyhlere yapılan övgüler genellikle henüz “fena fi’ş-şeyh” konumunda olan mübtedî müridlerin özelliğidir. Fena fi’r-Rasûl ve fena fillâh’a ermiş olanlar artık gerçek faili görür ve öyle konuşurlar.

Elbette şeyhlere yapılan övgülerde sınırı aşmamak ve onları peygamberlerin üstünde bir konuma çıkaracak ifâdeler kullanmamak gerekir. Şeriat buna izin vermediği gibi, böyle bir tavır tasavvufî âdaba da uygun düşmez. Herşeyin hakkını teslim etmek ve kimseye lâyık olmadığı bir sıfat izafe etmemek gerekir. Yine de Mecnûn’un gözünde “Leylâ” ne ise, âşık bir müridin gözünde şeyhi de öylesine övgüye lâyıktır. Gönül taşkınlığı türünden söylenen bu mecazları, hakiki anlamıyla anlamamak ve kendi içinde değerlendirmek problemi çözer. Çocukların gözünde bile “en güçlü ve en iyi insan” babalarıdır.

70- Tarikatlarda şeyhden Allah’dan korkar gibi korkmak telkin edilmektedir. Allah korkusu dışında halife ve reis gibi yaratıklardan korkmak var mıdır? Müridin Allah’dan korkar gibi şeyhinden korkmasını hangi delile dayandırıyorsunuz?

-Tarikatlarda müridin şeyhten korkması, asker ocağında erin çavuşundan korkup çekinmesine benzer. Erin gözünde en çok çekinilecek çavuşudur. Çünkü kendisinin birebir ilişki içinde olduğu kişi de, kendisine ceza veya mükâfat verecek olan da odur. Hiyerarşik yapı içinde çavuştan çok daha yetkili subay ve komutanlar olduğu halde er için korkulacak tek kişi çavuşudur. Er, zaman içinde askeriyedeki düzeni öğrenip ast ve üstü tanıdıktan sonra çavuşun yeri neresidir, diğer komutanların yeri neresidir, anlar. Bununla birlikte en yakın komuta kademesindeki çavuş ile ilişkiyi de iyi götürmeye çalışır. Tasavvufta da sâlik, kendisinin en yakın eğiticisi olduğu için şeyhine karşı son derece saygılıdır. Sâlikin şeyhten çekinip korkması, yırtıcı hayvandan ve gardiyandan korkar gibi bir korku değildir. Aksine bu korku sevgi ile harmanlanmış bir korkudur. İçinde karşısındakinin sevgisinden mahrum olma özelliği taşımaktadır. Mürid şeyhinden çekinirken onun cezalandıracağından çok iltifatını esirgeyeceğinden korkar. Şeyh-mürid ilişkisi baba-oğul ilişkisi gibidir. Nasıl oğul babasından çekinir, korkar ve bu korku sadece ceza korkusu değilse, şeyh ile mürid ilişkisindeki korku da öyledir. Müridin Allah’tan korkar gibi şeyhinden korkması değil, Allah için şeyhinden sakınması gerekir. Bu şeyhini kendisinin rehberi görerek gerektiğinde ceza da verebileceğini kabulden gelen bir korku ve saygıdır.

71- Tarikatlarda insanların mürşidlerine karşı ifrata varan tavır ve davranışları var. Halbuki Hz.Peygamber (s.a.) böyle davranışları yasaklamış, insanlara aralarında peygamber varken bile tabiî olmalarını tavsiye etmiştir. Bırakın mürşidleri, halifeleri bile öyle sulta kurmuşlar ki soru sormak yasak; tam itaat isteniyor. Bu gibi haller tabiîliği aşmıyor mu?

-Türkçe’de: “Dağ yanına varınca küçülür.” diye bir söz var. Alman düşünürü Goethe de şöyle diyor: “Bütün politikacılar, askerler büyük sandığınız insanlar, yakından tanıdığınızda küçülürler. Bunun bir tek istisnası vardır o da müslümanların peygamberi Muhammed’dir.” Hz. Peygamber (s.a.) toplum içindeki hayatında da, ikili ilişkilerinde de, aile hayatında da davranışları bütün ayrıntılarına kadar tesbit edilmiş bir insandır. Onun en yakın çevresinin bildiği ilişkilerinde bile bir gayr-ı tabiîlik ve
hafiflik asla görülmez. Bu yüzden o ümmetine dâima tabiîliği tavsiye etmiştir. Ancak bütün insanların; yönetici ve idarecilerin Hz. Peygamber gibi herhal   ve   durumda   tabiilik,   ciddiyet   ve   vakarını   korumasını bekleyemezsiniz. Çünkü insanların çoğu buna güç yetiremez. İşte bu sebepledir ki, gerek hoca-talebe, gerek şeyh-mürid, gerekse yönetici-halk ilişkilerinde bir takım yanlışların önlenmesi ve idareci konumda bulunan kişilerin korunması için araya biraz mesafe konulmuştur. Şeyhlerin müridleriyle çok sık görüşmemesi, talebe ile hocanın aynı helayı kullanmaması bu sebepledir.

Hz. Peygamber (s.a.) şahsı için hürmet ifâde edecek tarzda ayağa kalkılmasın! bile istemediği halde ashabından bir kısmına hürmet amacıyla ayağa kalkılmasını emretmiştir. Kendisine saygının da aşırılığa götürülmesinden kaçınmasının sebebi, ileride bu saygının ülûhiyet isnadına varacak yanlışlara ulaşmasını önlemektir. Ama başkaları için böyle bir saygıyı istemesi bunun örfe göre cevazını göstermektedir. Bu tür davranışlar genellikle örfe bırakılmıştır. Meselâ Türkçe’de konuşurken ikinci şahsa “siz” diye hitâbetmek saygı ifadesidir. Allah’a dua ederken “sen” diyoruz. Bu saygızlık mıdır?

Aslında ifrata varan saygı ve sevgi izhârı türünden davranışlar çoğu zaman karşımızdaki insanları da sıkmaktadır. Elbette ki doğrusu tabii olandır. Ama insanların hepsi bir değil. Şeyhi için her içeri giriş çıkışında ayağa kalkmamayı kendine kusur telakki eden insanlar bulunabiliyor. Ama bundan rahatsız olan şeyhler pek çoktur. Nitekim Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi: “İhvana söyleyin, halk içinde elimi öpmesinler, ben daha çok istiğfar etmek zorunda kalıyorum.” dermiş. Bu biraz bizim milletimizin askerî yapısından; disiplin ve töreni seven anlayışından kaynaklanıyor. Nitekim Mısır ve Arap dünyasındaki tarikatların çoğunda şeyh-mürid ilişkilerinde bu tür merasim ve saygı ifâde eden tavırlar göremezsiniz. Şeyhinin yanında ayak ayak üstüne atan veya oturduğu ile yattığı tefrik edilemeyecek biçimde oturan insanlar pek çoktur. Bu bir örf ve görenek mes’elesidir. İçten gelen duygu meselesidir. Adamın içinden gelen duygusu şeyhinin elini öpmek, huzurundan geri geri çıkmak şeklinde ise bunu değiştirmeye zorlamak tabiiliğe aykırı olur. Ama bunu yapmayana dudak bükerek bakmak da aynı ölçüde yanlıştır. Bunlar esasata müteallik şeyler değildir. Teferruat içinde fazla boğulmamak gerekir.

Şeyhlerin ve halifelerinin soruda “sulta” diye ifâde edilen otoriteleri ve sual sorulmasına bile izin verilmemesini ise ben bu işin bir gereği gibi görüyorum. Camide de hocalara suâl sorulmaz. Ama namazdan sonra münferid suâl sormada bir sakınca yoktur. Şeyh ve halifelerin toplantıları bir bilgilenme meclisi olmadığı, aksine bir ilgi ve sevgi meclisi olduğu için suâl sorulmaması gayet doğaldır. Sual sorulan ortamlar genellikle tartışmayı beraberinde getirir. Tartışma ise tasavvuf yolunda kişinin nefsâııiyetini tahrik edici bir unsur olarak görülür. Sohbetten sonra veya özel görüşmelerde şeyhlere de halifelerine de sual sorulmasını engelleyecek bir durum yoktur. Aksine orada, sual varsa sorulması istenir. Binâenaleyh herkesten heryerde tabiîlik, ve her yerde sual sorulmasına izin vermesini beklemek mümkün değildir.

 

3- MÜRİD- SÂLİK İLE İLGİLİ MESELELER

 72- Mürid şeyhi ile hangi konulan istişare eder? Ölçüsü nedir?

–  Mürid lügatte irâde sahibi ve dileyen anlamınadır. Tasavvufta ise irâdesini Hakk’m ve şeyhin irâdesine teslim etmiş, irâdesi olmayan kimse demektir. Bu anlamda şeyh ile mürid arasındaki ilişki çok yüksek düzeyde; bir sevgi ve teslimiyyet ilişkisidir. Müridin manevi hayatını ilgilendiren her konuyu mürşidiyle istişare etmesi uygun olur. Bunun ölçüsü tarikatlara ve mürşidlerin özel tavırlarına göre değişebilir. Meselâ Halvetiyye ve Kadiriyye gibi bazı tarikatlarda seyr u sülükte manevi yükseliş rüya yoluyla olur. Bu
tür tarikatlarda sâlikin gördüğü rüyaları behemehal mürşidine anlatması gerekir. Nakşbendiyye gibi bazı tarikatlarda ise rüya fazla bir önem taşımaz.
Ama bazı Nakşi meşâyhının rüyaya ayrı bir önem atfettiği de bilinmektedir. Bu bakımdan şeyh ile müridin görüşecekleri konular tarikatların eğitim tarzlarına göre değişmekle birlikte, mürid, manevi hayatını ilgilendiren konuları mürşidiyle istişare etmelidir. Dünyevî meselelerde özellikle karar gerektiren belli konularda şeyhin izin ve duasına almak âdâbdandır.

73- Şeyhin emir ve tavsiyeleri, şeriat ölçülerine uymuyorsa kabul edilebilir mi?

–  Şeyhin emir ve tavsiyeleri, hele yeni intisâb etmiş kimselere olan tavsiyeleri mutlaka şeriat hükümlerine uygun olmalıdır. Haramları helâl, farzları yok sayan bir yaklaşım makbul sayılmaz ve elbette tutulmaz. Ancak ileri seviyelere gelmiş ve şeyhi ile belli bir mesafe kat’etmiş kimseler için farklı imtihan ölçüleri olabilir. Bir takım menkıbelerde geçen bu tür uygulamalar, istisnaî şeylerdir.

74- Müride mürşidin verdiği ders fazla gelirse ne yapmalı?

-Mürşid, reçetesini müridinin durumuna göre hazırlar. Bununla birlikte bazı müridlerde mürşidin verdiği evrâd ve ezkâr umulmadık sonuçlar doğurabilir. Öyle zamanda yapılması gereken hemen durumun mürşide intikal ettirilmesidir. Seyr u sülûkün tekke ortamında yapılmasının hikmetlerinden biri de mürşidin müridlerinin durumlarını daha yakından takib imkânını sağlamasıdır. Bu sayede mürşid, verdiği evrâd ve dersin mürid üzerindeki etkisini hemen görme imkânına sahip olabilirdi. Böylece şeyh gözetimindeki ihvanının gelişmelerini rahatlıkla kontrol ederdi.

Bugün aldığı dersi kendisine ağırlık ve bir takım rahatsızlıklar veren mürid, hemen şeyhine başvurmalı ve şeyhin durumunu gözden geçirmesine imkân vermelidir.

75- Salik ve meczub kime derler? Aralarındaki f ark nedir?

– Sâlik ve meczub kavramları hakkında tasavvuf klâsiklerinden Avârifu’l-maârif ile el-Hânî’nin Âdâb adıyla terceme edilen eserinde bir takım bilgilere rastlanmaktadır:

Sâlik: Seyr u sülûke girmiş, riyâzat, mücâhede ve muamele ile nefsini arıtıp ruhunu yüceltmeye ve müşahedeye ermeye çalışan kimse. Sâlik önce kâinattaki ilâhi kudret ve asara bakar, onun delaletiyle Hakk’ın isimlerine, isimlerinin delaletiyle sıfatlarına, sıfatlarının delaletiyle zât-i Bârî’ye vuslata ererek sülûkünü tamamlar ve vâsıl adını alır. Vâsıl noktasına gelmemiş bir sâlikin şeyhlik makamına yükseltilmesi uygun değildir.

Meczub: Hakk’ın tecellîleri kendisine seyr u sülûksüz olarak zuhur eden kimsedir. Bu yüzden meczub, önce zâtı müşahede eder, müteakiben kabiliyetine göre kendisine bir takım sırlar keşfolunur. Ardından sıfât-ı ilâhiyye ve esma sırları açılır. Sonra da kâinatın sırlarını görmeye başlar. Çünkü cezbe, Hakk tarafına çekilme anlamında bir kavramdır. Meczub da Hakk tarafına çekilen “âşık” demektir. Meczub, önce cezbe ve aşk ateşiyle Hakk canibine çekilir, sonra seyr u sülük ile işi sahv ve temkine bağlar. Türkçede yarı mecnun anlamına kullanılan meczub ile bu anlamdaki meczub arasında fark vardır. Karıştırmamak gerekir.

Sâlik ile meczub seyr u sülük ile yetişme bakımından birbirinin tam tersidir. Sâlikin en son geldiği noktaya meczub ilk başta gelmektedir. Sâlikin hâli Allah’a vuslat için eşyayı müşahededir. Meczubun hâli ise eşyayı Allah ile müşahededir. Meczubun sülûkü mahv ve fena ile, sâlikin sülûkü ise sahv ve baka ile sona erer. Bin aşağıdan yukarı, diğeri yukarıdan aşağı seyr ederek ikisi bir noktada buluşur. Ancak ikisi de birbirinin sıfatlarından vareste olmamalıdır. Yani sâlik aşk ve cezbesiz, meczub da seyr u sülûksüz olmaz.

76- Müridin nefsiyle olan âdabı nelerdir?

– Seyru sülûke girmiş mürid ve sâliklerin kendi iç dünyalarında dikkat etmesi gerekli olan bir takım âdâb, sûfiyyenin imamları tarafından kitap, sünnet ve ruhî tecribelerden istifâde ile âdâb kitaplarında kayda geçmiştir. Bunlardan bazılarını şöyle maddeler hâlinde sayabiliriz:

1-     Allah ve kullan ile ilişkilerinde nefsi sıdk ve sadâkat üzere olmak,

2-     Kalbini günah kirlerinden tevbe ile arıtmak,

3-  Dünya sevgisini ve buna bağlı olarak mal, makam ve baş olma sevdasını terketmek,

4-  Sükût ve az konuşma yolunu tutmak,

5-     İnsanların kusur ve ayıplarını görmemek ve araştırmamak,

6-     Sülükte ilerledikçe kendini yolun başında görmek,

7-     Kötü arkadaşlardan uzaklaşmak,

8-     Kendisine bir kusur izafe edildiğinde kendini savunmaktan kaçınmak,

9-     Günde en az üç kerre nefsini hesaba çekip amellerini tartmak,

10-  Büyüklenmeyi, kendi başına buyruk hareketi terketmek,

11-  Her namaz öncesi bâtınî âfetlerden   kurtulmak için kalbine yoğunlaşmak,

12- Nefse muhalefeti terketmemek.

77- Sâlikin ilk günleri nasıl geçmelidir?

-Sâlik, tevbe ile intisâb ederek yeni bir hayata başladığından eski alışkanlıklarını terkedecek ve kendisini kulluk zeminine çekecektir. İntisâb insan hayatında önemli bir karardır. Bu yüzden bu kararı vererek kendisine yeni bir hayat standardı getirmiş olan sâlik, hem Allah ile ilişkilerinde hem şeyhi ile ilişkilerinde, hem de çevresindeki insanlarla ilişkilerinde daha dikkatli olmalıdır. Yeni hayata geçiş sürecini sağlıklı bir biçimde tamamlamalıdır. Bu dönemde şeyh ve ihvanı ile sık sık görüşmesi yararlı
olur. Terkettiği dünyevi şeylere dönüp bakmamalıdır. Kendisine tarif edilen belli bir düzen dâhilinde varsa kaza namazlarını kılmalı, oruçları varsa tutmalı ve infâkta bulunmalıdır. İlk heyecan insan hayatında önemlidir. Tarikat ve tasavvufa intisabın ilk heyacânını yaşayan insanlar, bunun kıymetini bilmeli ve fakat hemen erecekmiş gibi, bir hevese kapılmamalıdırlar. Çünkü şeytan ve nefis insanı böyle zamanlarda bu tür duygularla yanıltabilir. Kendi durumunu başkalarıyla kıyaslamak durumuna da düşmemelidir.

78- Müridin, şeyhini Allah ile kendi arasında bir aracı gibi görmesi doğru mudur?

–  Mürid, şeyhini Allah ile kendi arasında bir rehber ve yolgösterici mânâsında aracı görmesinde bir mahzur yoktur. Zâten şeyhlerin fiilen yaptığı bir yolgöstericilik, delâlet ve hidâyettir. Bu yüzden şeyhlere mürşid ve mehdî denmiştir. Ancak bu aracılık Hristiyanlıktaki manâsıyla Allah adına tevbeyi kabul eden ve O’nün adına cennettten yer satmaya yetkili kişi anlamına ise bu, İslâmî inançlarla bağdaşmaz. Şeyh ve mürşidler, peygamber vekili konumunda ve onların vârisleridir. Nasıl peygamberler sıdk, emânet,
fetânet ve tebliğ gibi sıfatlarla muttasıf iseler mürşidler de öyle olmalıdır. Peygamberlerde bulunan “ismet” sıfatı ile “vahiy alma” özelliği mürşidlerde
bulunmaz. Diğer saydıklarımız bulunmalıdır.

79- Âhirete intikal eden mürşidi için: “O başka idi” deyip, yaşayan mürşidinin tasarrufunun zayıf olduğunu söyleyen ihvanın durumu nedir?

–  Türkçe’de bir deyim var: “Kaçan balık büyük olur.”   İnsanlar genellikle kaybettiklerinin kıymetini daha iyi anlarlar. Ellerinde   ve önlerinde olan onlara pek câzib gelmez. Ama bir gün onu da kaybedip fırsatı kaçırdıklarında uyanırlar. Bu sebeple ölen mürşidi için: “O başka idi.” diyenler genellikle sağlığında onun da kıymetini bilemeyenlerdir. Eğer kıymetini bilmiş olsalar gereği gibi istifâde eder ve hayıflanmazlardı. Ölüm hak olduğuna ve ölenle ölünmediğine göre, bizim görevimiz dirilerden ararlanmak ve onlara yararlı olmaktır. Hayatta olan mürşidini diğeriyle bu
anlamda kıyaslamamak gerekir. Allah’ın kullarına ikramı çeşit çeşittir. Vefat edenin meziyetleri kadar hayatta olanın da henüz farkedilmemiş özellikleri bulunabilir. Ayrıca liderlikte karizma kısa zamanda oluşmaz. Süreç ister. Bu bakımdan yeri boşalan bir zâtrn yerine geçen kimse ilk anda yadırgansa bile,
ehliyet ve liyâkati varsa kısa zamanda kendisini kabul ettirecektir. İlişkiler sağlıklı bir düzeye gelip gönül bağı düzeldikçe o tür sızlanmalar da azalacaktır.

 

 

4-İNTİSÂB – BEY’AT İLE İLGLİ MESELELER

80- İntisâb, inabe ve bey’at kavramlarını açıklar mısınız? Aralarındaki fark nedir? İnâbe alan ve intisâb eden kişi bey’at etmiş olur mu?

– İntisâb: Bir kimse veya gruba mensup olmak, aralarına katılmak ve şeyhe bağlanmak anlamına kullanılır. İntisâb edene müntesib denir. Müntesib, muhib (sempatizan)’dan bir ileri derecedir. Kişi intisâbla bağlandığı kişiyi kendinin mihveri olarak görür.

İnâbe: Genellikle işlenen günahlardan pişmanlık duyup Allah’a dönmek, halktan Hakk’a yönelmek anlamında kullanılan bir kavramdır. Tevbenin bir ileri derecesidir. Tevbe insanın görünür günahlarından kaçması, inâbe içindeki kusurlarından kaçıp Allah’a dönmesidir. İnâbe aynı zamanda el alma ve şeyhe bağlanma anlamına da kullanılır. Şeyhten el alma işleminde önce tevbe yapıldığından şeyhe intisâb için inâbe kavramı da kullanılır olmuştur.

Bey’at: Lügatte satmak ve satış muamelesi demektir. Tasavvufta tâlib denilen mürid adayının şeyhe ve onun vereceği emirlere bağlı kalacağına, mal satan insanların elele tutuşması gibi bir musâfaha ile şeyhe söz vermesidir. Bey’atin temeli, Hz. Peygamber’in İslâm’a girmek isteyenlerden, cihâd ve hicret gibi önemli faaliyetlere katılacak olanlardan söz almasıdır. Nitekim Kur’an’da Hudeybiye’de bey’at eden sahâbîler övülmekte, onların Allah Rasûlü’ne olan bey’atleri, Allah’a yapılmış sayılmaktadır.[28]

Tasavvuf kavramı olarak bey’at, intisâb ve inâbenin birbirinden farkı yoktur. Ancak bu soruda intisâb ve bey’atle siyâsî otoriteyi temsil eden halife, devlet başkanı ve devrin imamına yapılması emredilen bey’at kasdediliyorsa o zaman durum farklıdır. Bu bey’at, onun yerine geçmez. Çünkü siyâsî otorite ile ilmî veya manevî otorite birbirine denk değildir. Biri diğerinin yerine kaim olamaz.

81- İntisâb etmekle kıırtulunur mu? “Senin adına her şeyi efendi yapar;
ilme ve amele ne gerek var” anlayışı doğru mu?

-İslâm’da kişilerin değerlendirilmesi amel ve fiille, fiillerin değerlendirmesi ise niyyetledir. Herkes niyyeti kadar ecir ve sevab alır. İslâm’da birinin günahı sebebiyle bir başkası hesaba çekilemediği gibi, bir başkasının yaptığı amelin, diğerine faydası olmaz. Bu iki durum Kur’an nassı ile sabittir. Nitekim: “Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü üstlenmez.”[29], âyeti hiç kimsenin kimsenin günahını yüklenmeyeceğini; devamındaki “İnsan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur. Ve çalışması da ilende görülecektir.”[30] âyeti ise herkesin ancak kendi yaptığıyla karşılaşacağını; “Kim zerre miktarı hayır işlemişse onu, kimde zerre miktarı şer işlemişse onu görecektir.”[31] âyeti de her amelin mutlaka değerlendirileceğini göstermektedir. Bu âyetler ışığında konuya bakıldığı zanlan kimsenin amelinin kimseye gitmeyeceği ve herkesten kendi amelinin beklendiği ortaya çıkmaktadır. Binâenaleyh insanın intisâb etmesi bir bilinç ve şuur sürecinin başlaması ve buna bağlı olarak amellerde duyarlılık anlayışının devreye girmesi demektir. İntisabın kurtuluşa vesile olan tarafı bu süreci başlatmış olmasıdır. Böyle bir süreci başlatmak yerine, kişiyi ilim ve amelden alıkoyacak bir intisâb anlayışı elbette yanlıştır. Ancak bu ifâdeler eğer kişinin kendi ilim ve amelini küçük görmesi ve mürşidinin ilim ve ameline değer vermesi anlamında kullanılmışsa o zaman başka. Ama bu haliyle, bu ifâdelerin gerçek tasavvufla irtibatı sözkonusu olamaz.

82- Günümüzde mürid, mürşidinin yüzünü görmeden tarikata giriyor. Eskiden mürid, mürşidinin dizidibinde, ondan feyz alarak yetiştiyordu. Bugünle dün arasındaki f arklar nedir? Aynı sonuç alınabilir mi?

-Günümüzde mensupları çok olan tarikatlarda müridlerin şeyhlerinin yüzünü görmeden initisâb ettikleri bir vakıadır. Gerçi eskiden de müridleri çok olan şeyhler müridlerinin hepsini dizidibinde yetiştirme imkânı bulamıyordu. Bunun için halîfeler istihdam edilirdi. Meselâ Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinin Osmanlı ülkesinin muhtelif bölgesinde altmışı aşkın, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî’nin ise yüzlerce halîfesi vardı. Bu halîfeler aracılığı ile müridlerini kontrol imkânı bulurlardı. Bugün de yapılan odur. Şeyhler her bölgede tarikatına bağlı müridlerini orada bulunan halifeler aracılığıyla
eğitmektedirler. Halîfeler çözemediği meseleleri şeyhlerinden öğrenmekte ve zaman zaman şeyhleriyle görüşmelerinde karşılaştıkları sıkıntılara çözüm aramaktadır. Hilâfetle görevli kişiler bazan da çok yetenekli gördükleri şahısları şeyhlerine göndererek onun katkısıyla daha da ilerlemesini sağlamaktadırlar. Şeyhe yapılan intisâb ile halîfesine yapılan intisâb arasında manevî yükseliş açısından fark olmaz. Önemli olan müridin teslîmiyyetidir. Çünkü halîfeye yapılan intisabı şeyhe, şeyhe yapılanı peygambere yapılan intisâb gibi düşünüp feyzalmaya çalışmalıdır.

83- Bir şeyhe intisâb etmeden islamî bir zühd hayatı yaşanamaz mı?

–  Bir şeyhe intisâb etmeden İslamî bir zühd hayatının yaşanması elbette mümkündür. Ama zordur. Çünkü zühdî hayatın özellikle dünyaya direnç gösterme, dünya sevgisini gönülden çıkarma boyutu oldukça zor bir iştir. İnsan çok kolay bir biçimde çevrenin etkisinde kalan bir yapıya sahiptir. Bu bakımdan dünyaya ilginin çok olduğu ortamda bir örnek şahsiyet olmadan ibâdet ve tâata yönelişte model şahsiyet bulunmadan direnç zayıf olur.

84- Bir mürşid-i kâmile bağlanmış olan bir şahıs bilâhare o yolu bırakırsa ma’nevî açıdan cezası nedir?

–  Bir mürşid-i kâmile bağlanarak ondan belli bir ders ve manevî eğitim almaya başlayan kimse bunu bırakınca elbette en azından verdiği sözden döndüğü için vebaldedir. Ayrıca “İbâdetlerin en hayırlısı az da olsa, devamlı olanıdır.”[32] hadisi gereği başlanmış bir ibâdet hayatını terkettiği için manevî bir sorumluluk yüklenmiş olur. Başlanan nafile ibâdet kişiye vâcib olur.

85- Hanımların kocalarının izni olmadan tarikata girmeleri caiz midir? Kocasının izni olmakla birlikte hanımların   evlerinin vazifesini ve kocalarını ihmal edecek kadar kendilerini evrad ve ezkâra vermeleri caiz midir?

-Hanımların her türlü maddî ve manevî işte kocalarıyla istişare ederek hareket etmeleri en güzel yoldur. Tasavvuf ve tarikat bir gönül ve vicdan işi olduğundan kadınların kocalarının hizmetlerini ihmâl etmeden, onların tecessüs ve kuşkusunu uyandıracak bir yanlışa düşmeden tarikata girmelerinde bir mahzur yoktur. Tarikat ve ruhî  hayat, kalbî hayatı dolu dolu yaşamaktır. Bu da farzlardan ve kocasının hizmetinden artakalan zamanda olmalıdır. Bir hanım için birinci vazife evi, eşi ve çocuklarıdır.
Bunlarla ilgili bir ihmâle düşmeden bir hanımın evrad ve ezkârı ile uğraşması mahzurlu değildir. Atalarımız ne güzel söylemişler: “Eve lâzım olan camiye haramdır.” Ancak bizler çoğu zaman ehem ile mühimi birbirine kanştınrız.   Bu telakkiye göre öncelikleri birbirine karıştırmadan hareket etmek şartıyla bir mahzur olmaz. Değilse mahzurludur.

86- Biz hanımların dünya telâşı biraz fazla oluyor. Bu yüzden aldığımız evradı çekemediğimiz zamanlar oluyor. Bu durumlarda ne yapacağız? Evradımızı kaza edecek miyiz? Âhırette bu alıp yapamadığımız evradın suâli olacak mı?

– Hanımların telâş ve meşguliyetinin fazla olduğu doğrudur. Bu telâşın çoğunun plansızlıktan olduğu da doğrudur. Özel mânâda tasavvuf ve tarikat, genel anlamda din, insanlara hayatı düzenli yaşamayı ve zamanı iyi kullanmayı telkin etmektedir. Bu bakımdan düzenli bir hayata ve zamanı iyi değerlendirmeye talip, tarikata girmiş kardeşlerimizin zamanı kullanma konusunda daha dikkatli olmaları gerekir. Alınan evrâd ve ders bir emânettir. Eğer çeşitli sebeplerle vaktinde yapılamamışsa ilk fırsatta kaza edilmelidir. Terketmek bir defa da olsa, insanın gündemine girerse ondan sonra yol
oluverir. İnsanın kendi iradesiyle alıp başladığı ve hayatının bir parçası olmak üzere manevi bir taahhüdde bulunduğu evradını terketmesi herhalde âhırette sorgu ve suâli nıûcib olacaktır. Çünkü insan böyle bir görevi almakla nafile olan bir işi kendisine vacip kılmış oluyor.

87 -Nefy ve isbat ne demektir?

– Genel olarak “mahv ve isbât” olarak da kullanılır. O takdirde anlamı bir şeyin izi kalmayacak derecede ortadan kalkması, sonra yeniden var olması, demektir.   Allah’ın yüksek derecedeki kullarını  kendi katına çekip onların nefslerini nefy ve mahv (yok) etmesi ve onları kendi katında var etmesi (isbât)’dir. Özel olarak Nakşbendiyye tarikatında “tevhid zikri”ne verilen addır. Tevhid zikrinin “la ilahe” kısmı nefy, “illallah” kısmı ise isbâttır. Nefy ve isbât zikri letâifin çalışmaya başlayarak sadrın genişlemesinden sonra telkin edilen zikir şeklidir. Dil damağa yapıştırılıp
nefes tutularak yapılan bu zikir şeklinde sâlik, “la ilahe” nefy kısmında gözünden bütün fânî varlıkların silindiğini düşünür ve gönlünde sadece Allah sevgi ve zikrinin kalması için “illallah” isbâtı ile darb edasıyla kalb bölgesine doğru yoğunlaşır. Zikrin yapılış tarzını şeyh ve halîfeleri tarif ederler. Bizim burada cevap olarak söyleyeceğimiz bu zikrin insanda meydana getireceği teksif ve gönülden çıkaracağı mâ-sivâ duygusudur.

 

 

5- İCAZET – SİLSİLE İLE İLGİLİ MESELELER

88- Tasavvufun çıkışını Hz. Ali ile Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e dayandırıyorlar. Ama biz tasavvufun Hasan Basri zamanında ortaya çıktığını biliyoruz. Bunu ilmî olarak nasıl açıklayabiliriz?

– Tasavvuf ile ilgili bazı soruların cevaplarında da belirttiğimiz gibi tasavvuf muhtevası, telkin ettiği zühd ve takva duygusu, insanları ulaştırmayı hedeflediği ihsan ve rabbânîlik gibi konular itibarıyla Kur’an’da ve asr-ı sadette Allah Rasûlü ve ashabının hayatında vardı. Çünkü tasavvuf Hz. Peygamber’in manevî ve ruhanî otoritesinin müesseseleşerek devam eden şeklidir. O’nun manevi otoritesi kendisinden sonra bu işe ehil sahâbîler tarafından devam ettirilmiştir. Ancak bu otoritenin devamı olan silsilelerden bugün ancak ikisi kalabilmiştir. Bu silsilenin başı Allah Rasûlü’dür. Hasan Basrî değildir.

Tarikat silsilelerine de bakılacak olursa silsilede Hasan Basrî’nin Hz. Ali’den sonra yer aldığı ve ilk halkanın Allah Rasûlü olduğu görülmektedir. Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri dışında bir de halleri vardı ki bunlar ancak O’nun yanında bulunmak bahtiyarlığına erenlerin hissedebilecekleri şeylerdir. Sahâbîliğin şerefi de oradan geliyor: Cenâb-ı Peygamber’in güzel yüzüyle birlikte dışına yansıyan, hissedilen fakat anlatılamayan hallerini idrâk etmek. Bu hallere şâhid olan sahâbîlerden herbiri bunu çevresindeki insanlara yansıtmışlar ve o duygu hâlesi bir teselsül ile devam etmiştir. Bu konuda en etkili şahsiyetler olarak Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali’nin silsileleri günümüze kadar devam etmiştir. Nakşbendîlerin hafî zikrinin sahabeden temsilcisi Hz. Ebû Bekir idi. Çünkü o, hicrette Sevr mağarasında Allah Rasûlü’nden: “Mahzun olma Allah bizimle beraberdir (maıyyet).”[33] âyetiyle hafî zikri ve Allah ile birliktelik telkinini almıştı. İslâm ile müşerref olan Hz. Ömer’e ilk tevhid zikrini telkin eden de Allah Rasûlü’dür. Hz. Ali ve diğer sahabîlerin bile Allah Rasûlü nezdinde toplu zikir telkinine muhâtab oldukları bilinmektedir.[34]

89-Nakşbendiyye tarikatı, Hâlid Bağdadî’ye kadar tek silsile geldiği halde ondan sonra bir çok silsilenin ortaya çıkmasının hikmeti nedir?

-Nakşbendiyye silsilesi Mevlânâ Hâlid Bağdadî’ye kadar da tek silsile değildir. Gerek Ortaasya ve Hindistan’da, gerekse Anadolu ve Balkanlar’da Ahrâriyye, Hâcegân ve Müceddidiyye gibi kollan vardır. Tarikatlar şeyh ve pirlerinin ictihâdlarıyla bir takım özellikler kazanmış ve yeni isimlerle anılan şubeler olarak faaliyet göstermişlerdir. Aynı durum diğer tarikatlar için de sözkonusudur. Nakşbendiyye’nin Hâlid Bağdadî hazretlerinden sonra Osmanlı ülkesinin her yöresinde pek çok temsilcilerinin bulunması ve medrese mensuplarınca da tasvip gören bir konumda bulunması, bağlılarının sayısını birdenbire artırmıştır. Hâlid Bağdâdî’nin yüzlerce halîfesini İmparatorluğun her bölgesine göndermesi, tasavvuf ve tarikatlarda yeni bir canlanma meydana getirmiştir. Yeniçeri ocağı ile birlikte Bektaşî tekkelerinin kapatılması ve oralara Hâlidî şeyhler tayin edilmesi, tarikatın etkinliğini artırmış; bu yüzden Hâlidî şeyhlerinin büyük bir kısmına izafetle tekkeler açılmış ve şubeler kurulmuştur. İstanbul’da bile dört Hâlidî tekkesi ve dört kol meydana gelmiştir. Bunlardan en eskisi Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî’nin kurduğu Gümüşhaneli dergâhı, ikincisi M.Es’ad Erbilî’nin temsil ettiği Kelâmî dergâhı, üçüncüsü Eyup’ta Abdülhakim Arvâsî’nin yürüttüğü Kâşgarî tekkesi, dördüncüsü ise Fatih-Çarşamba’daki Mustafa İsmet Efendi dergâhıdır.

Vefat eden şeyhin yerine geçen halîfeler yeni yeni şubeler oluşturarak silsilede çoğalmalar meydana gelmiştir. İcazet ve ehliyet şartları tamam olduktan sonra bunun mürîdânı kontrol açısından faydası vardır.

90- Tasavvufta “seyyidlik” nedir? Seyyidliğin değeri ve şartı nedir?

Tasavvufta büyük şeyhlere genellikle “Seyyid” adı verilir. Asıl seyyidlik Hz. Hüseyin soyundan gelenlere verilen addır. Hasan soyundan gelenlere “Şerif denir. İlk tarikat kurucusu sayılan Abdülkadir Geylânî ve Ahmed er-Rifâî’nin “seyyid” olduğu bilinmektedir. İlk pirlerin “seyyid” olması, sonraki pirlerin de “Seyyid” adıyla anılması geleneğini doğurmuştur. Tasavvufta tarikat pirlerinin ekserisinin adlarının başında bulunan “Seyyid” unvanı, maddî ve sulbî olmaktan çok manevîdir. Tarikatlarda şeyh, baba konumunda olduğu için o silsileye dâhil olanlar o silsilenin evlâdları olarak
görülür. Zâten Hz. Peygamber’in “Ben size babanız makamındayım.”[35] hadisi bu manevi ilişkiyi teyid etmektedir. Silsileye dâhil olanlar Hz. Peygamber’in evlâdı konumunda olduğu için onlara seyyid unvanı verilir. Nitekim türk mutasavvıfı Aziz Mahmud Hüdâyî:

Ceddim u pirim sultan sensin yâ Rasûlallah

diyerek seyyidliğini anlatmaktadır. Ancak elinde seyyidlik belgesi olmadığından onun bu siyâdeti manevî sayılır.

Seyyidlik kayıtlarını tutan “Nakîbu’l-eşrâflık” diye özel bir müessese kurulmuştur. Bu müessesenin görevi, haksız yere seyyidlik nimetlerinden yararlanmak isteyen kimselere engel olmak , seyyidlerin itibarım korumaktı.

6- RABITA – TEVECCÜH İLE İLGİLİ MESELELER

91- Rabıta nedir? Rabıtasız olmaz mı? Rabıtanın ilmî delili var mı? Rabıta yaparken dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir? Resme yapılan rabıtanın hükmü nedir?

–  Rabıta, bağ, alâka, sağlamlaştırma, vuslat, ve muhabbet demektir. Nasıl sevgi, sevgilinin hayalini, güzelliğini, hal ve hareketlerini düşünerek kalbi sevgiliye bağlamak demekse, rabıta da sâlikin mürşidine sevgiyle gönülden bağlanmasıdır. Rabıta fıtrî ve tabii bir olgu olduğu için insan olan yerde vardır. Rabıta ideal kahramanların ideal davranışlarından yararlanma, o kahramanlarla bütünleşme ve aynîleşme yoludur. Rabıta insanî bir insiyaktır. Fizik, içtimaî, ruhî ve ahlâkî kişiliğin başkaları üzerinde olumlu, ya da olumsuz etkisidir. Her san’atın pir ve uzmanı, o ilim ve saıı’at
mensupları için örnek ve ideal insandır. Tasavvufta hedeflenen insanı, kâmil insanı yetiştirmek üzere müridlerin gönlüne kâmil bir model konur ve mürid
onunla aynîleşmeye çalışır. “Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar.”  “Üzüm üzüme baka baka kararır.” gibi atasözleri kalbî bağlılık ve fizik beraberlik sonucu meydana gelecek etkileri ifade etmektedir.

Rabıtasız olmaz. Çünkü rabıtanın amacı gafleti kovup kalbin zulmetini defederek şeytanın vesveselerinden kurtulmak suretiyle “râbıta-i huzur”a ermektir. Yani sâlikin daima Allah’ın huzurunda bulunduğu duygusuna ermesini sağlamaktır. Her an Allah’ı karşımızda görür gibi yaşamaktır. Bunu sağlamak zor bir iştir. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Bunu kavramak için kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas bir objeye ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah’ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı olan “insân-ı kâmil” konumundaki şeyhtir. Sâlik önce bu insân-ı kâmile, ardından Hz. Rasûl’e ve onun ardından Rabb-ı Müteâl’e kalbini rabtetmeli ve bu suretle huzûr-i kalbe erip fena fillâh’a varmalıdır. Rabıtaya somuttan soyuta geçmek için ihtiyaç vardır. İnsanoğlu doğrudan “Her nerede bulunursa bulunsun Allah’ m huzurunda olduğu” duygusunu canlı tutabilmede zorlanmaktadır. Buna muktedir olabilenler için rabıtaya ihtiyaç yoktur.

Rabıtanın müsbet ilim ve psikoloji açısından delilleri vardır. Çünkü rabıta bir bakıma başkalarına benzeme ve taklid arzusunun tezahürüdür. Çocuklukta anne babayı taklidle başlayan, öğretmen ve ideal şahsiyetleri taklidle gelişen benzeme duygusu, fıtrîdir. Her insanın hayatında bunun belli bir yeri vardır. Burada benzeme taklidle kasdedilen, gelip geçici hevesler türünden benzeme değil, aynîleşmedir. Zira basit taklidler gelip geçicidir. Onlara fantezi demek belki daha uygun olur. Aynîleşme ise taklidin bir ileri derecesidir. Aynîleşmede önce benimseme, sonra alışkanlık hâline getirme sözkonusudur. İnsan karakteri başkalarının yaptıklarını aynen yapmak suretiyle farkına varmadan bir biçim kazanır. Kişinin şahsiyetinin dokunmasında sevdiğinin tavırları, önemli bir etki görür. Çünkü insan sevdiklerini önyargısız ve peşin hükümsüz benimser ve onlarla aynîleşir. Psikolojide buna “aynîleşme” (identification) denir.

Sûfilere göre rabıtanın nasıl yapılacağını ve nelere dikkat edilmesi gerektiğini şöyle özetleyebiliriz: Önce rabıta yapılacak kimse ahlâkî kemale ermiş, müşahede mertebesine ulaşmış bir mürşid-i kâmil olmalıdır. Sâlik bağlandığı böyle bir şeyhin huzurunda ve gıyabında onun suret ve sîretini hayal etmeli, yanında iken takındığı tavrı gıyabında da sürdürmeye çalışmalıdır. Rabıtada önemli olan şeyhin suret ve sîretini hayalde muhafaza etmektir. Suret ve sîreti hayalde muhafaza duygusu, zamanla şeyhin ahlak ve özellikleriyle bezenmiş bir hale gelmeyi sağlar. Çünkü güçlü şahsiyetler daima diğerleri için ilham kaynağıdır. Bir mıknatıs gibi onları çekip etkilerler.

Sûfîlerin rabıta için delil olarak öne sürdüğü bir takım âyetler vardır. Dileyenler onları âdâb kitaplarından görebilirler.[36] Biz onları burada tekrar zikretmek yerine sâdece iki hadise işaret etmek istiyoruz. Onlardan biri: “Sâlihlerin anıldığı yere rahmet iner.”[37] hadisidir. Sarihlerin sadece anılmış olması, Gazzali’nin de belirttiği gibi, rahmet-i ilâhiyyenin inmesi için yetmez. Ancak bu anma ile birlikte gönülden onlara benzeme arzusu uyanırsa, böyle bir aktivite ve aksiyon, rahmet sebebi olur. İkinci hadis ise Hz. Hasan’ın dayısı Hind b. Ebî Hâle’den Hz. Peygamber’in bilyesini sormasıdır. Hz. Hasan’ın: “onun özelliklerini dikkate alıp kalbi bir bağ kurmak için onu bana tasvir etmeni istiyorum.”[38] sözü fiilen rabıtayı anlatmaktadır.

Resimle rabıta konusu ise putlarla mücâdele eden bir dinin mensuplarının kafalarını karıştırıp endişeye sevkettiği için sakınılması gereken bir husustur.

92- Rabıtanın gizli şirk olduğuna dair itirazlar var. Rabıtanın yanlış anlaşılmasında uygulanış ve algılanışının etkileri var mıdır?

– Rabıtanın şirk oluşu ile ilgili değerlendirmeler soruda da isabetle belirtildiği gibi, genellikle yanlış uygulama ve algılamalarla ilgilidir. Rabıta tabiî ve fıtrî bir olay olmanın ötesinde ibadetlerde tamamlayıcı bir unsur gibi görülünce, rabıta yapılan şahsın kul ile Allah arasında üçüncü ve aracı bir şahsiyet olduğu düşüncesi gündeme gelmiştir. Takdimdeki bir takım eksikliklerle uygulamadaki farklılıklar rabıtayı tartışmalı bir konu hâline getirmiştir. Oysa fıtrî anlamıyla düşündüğünüz zaman rabıtasız insan yoktur. Herkesin bir rabıtası vardır. Çünkü her yiğidin gönlünde bir aslan yatar. Özellikle ibâdete başlarken ve ibâdet sırasında yapılan rabıtayı adetâ ibâdeti rabıta yapılan şahsa yapıyormuş şeklinde bir yanlış algılama rabıtayı sıkıntıya sokmuştur. Bir de rabıtayı bir kalbî sevgi gibi görmek yerine, özel bir ibâdet biçimi gibi görenler çıkmıştır.

93- En güzel rabıta ne şekilde yapılır?

-Rabıta bir bağdır ve üç çeşidi vardır:

l – Tabiî rabıta: Kişinin evlâdı ve yakınlarına duyduğu sevgi bağı,

2- Bayağı rabıta: Dünyevî şeylere duyulan ilgi,

3- Mukaddes ve ulvî rabıta: Allah, Peygamber ve sâlih kullara salâhından dolayı duyulan sevgi. Rabıtanın bu derecesi makbul olan tasavvufî rabıtadır. Bunun da üç derecesi vardır:

1-  Mübtedîlerin rabıtası:   “Kişi sevdiği  ile beraberdir.”[39]; “Herhangibir topluluğa benzemeye çahşan onlardandır.”[40] hadisleri gereği, mürşide huzurda iken gösterilen edebi, gıyabında da göstermek ve bu suretle şeyhin boyasına boyanmaya çalışmak. (Fena fi’ş-şeyh)

2-    Mutasavvıtların rabıtası: Hayatın her ânında Rasûlullah’ın huzurunda gibi hareket etmek, Hz. Peygamber’in “üsve-i kasene” olan ahlakıyla bütünleşmek. (Fena fi’r-Rasûl)

3-  Müntehilerin rabıtası: “Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir.”[41]; “Biz insanoğluna şahdamarmdan daha yakınız.”[42] Âyetlerinin sırrını idrâk şeklindeki “râbıta-i huzûr”dur. (Fena fillâh) Bu sıraya göre yapılan, ilki şeyhinin suretini gözü önünde tahayyül etmek ve sonuncusu gönlü Allah ile birlikteliğe açmak şeklindeki rabıta, gerçek ve en güzel rabıtadır.

94- “Peygamber dururken mürşide rabıta yapılmaz, biz Peygamber’e rabıta yapıyoruz” diyenler var. Bunlann durumu nedir?

–  Yukarıdaki soruda da belirttiğimiz gibi gerçek rabıta Peygamber’e ve Allah’a yapılan rabıtadır. Bir insan böyle bir rabıtayı kurabiliyorsa zâten o işin zor kısmını halletmiş demektir. Hattâ seyr u sülük sırasında dersi murakabelere çıkmış ve murâkabe-i ahadiyyet’te İhlâs sûresinin mânâsını, murâkabe-i maiyyette “N er de olursanız olun, O sizinle beraberdir.”[43] âyetinin   anlamını,   murâkabe-i   akrabiyyette    “Biz   insanoğluna
şahdamarından daha yakınız.”[44] âyetinin tefsirini, murâkabe-i muhabbette “Allah onları, onlar da Allah’ı sever”[45] âyetinin mânâsını düşünen sâlikten rabıta düşer. Bu dereceye gelmiş birinin şeyhe rabıtada ısrarı şirk sayılır. Buradan rabıtanın amacının kişiyi tedricen bu duygulara yükseltmek olduğu anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca: “Biz Peygamber dururken başkasına rabıta yapmayız” diyenler bunu bu anlamda söylüyorlar ve buna muvaffak olabiliyorlarsa ne âlâ. Ama sadece bir şeyhe bağlanıp rabıta yapmak nefslerine ağır geliyor da söylüyorlarsa o zaman da durum farklı. Çünkü sevgisiz ve teslimiyyetsiz rabıta olmaz.

95- Tasavvufla ilgili bir kitapta şöyle yazıyor: “Kişi namazı huşu ile kılamıyor, Allah’ın huzurunda olduğunu düşünemiyorsa, Peygamber Efendimiz’i düşünmeli; onu da beceremiyorsa şeyhini düşünmeli; sanki şeyhi onun önünde namaz kılıyormuş gibi düşünmeli ve utanarak namaz kılmalıdır.” Kaynak olarak İhyâu ulûmi’d-din gösterilmekte. Namazda bir insanı düşünmek nasıl oluyor, izah eder misiniz?

-Alıntısını sunduğunuz bölümün kaynağını belirtmemişsiniz. İhyâ’nın kaynak   gösterildiğine işaret etmişsiniz. Alıntıda yapılan sıralama bizim yukarıdan beri saydığımız tedricî ölçülere uygun düşmektedir. Çünkü hedef, huşu ile dîvân-ı ilâhîde durmaktır. Bu olmayınca gönlü Allah Rasûlü’ne rabtetmektir. İnsan kalbi değişkendir. Devamlı yeni şeyler düşünür ve havâtır kalbi işgal edebilir. Buna engel olmak için bir yoğunluk gerekiyor.
Bunun için namazda olduğu bilincini diri tutacak araçlar bulmak gerekiyor, insanı en çok şoke edip ilgisini toplamaya yarayacak şey, çok sevdiği veya korktuğu şeylerle yüzyüze gelivermesidir. Namazda bir an şeyhi gözünün önünde canlanan kimse onun şok etkisiyle hâlinden ve gafletinden irkilip utanarak Allah’a yönelmeye çalışacaktır. Namazda kişinin şeyhini hatırlaması herhalde başka dünyalık şeyler hatırlamasından; işini, eşini, çoluk çocuğunu düşünmesinden daha iyidir. Namaza girerken veya namaz esnasında mahcûb bir eda ile şeyhini ve onun kendi önünde namaz kıldığını düşünmesi niye mahzurlu olsun. Çünkü zâten binbir türlü dünyalık insan zihninden eksik olmuyor.

96- Âdâb kitabında rabıtayla ilgili bir yerde: “Şeyhinin suretini iki gözü arasında tahayyül etmek” şeklindeki bir ibare, dinleyenlerden birinin zihninde şöyle bir soru uyandırdı: “İnsanın alnı secde mahallidir. Allah’tan başkasını oraya yakıştırmak uygun olur mu?”

–  “Şeyhinin suretini iki gözü arasında canlandırmak” ibaresinden kasdedilen, şeyhini gözünün önünde hayal etmektir. Hattâ şeyhiyle gözgöze geldiğini düşünmektir. Çünkü insanların birbirleriyle iletişimde en etkili organ gözdür. Modern psikolojide iletişimin konuşmadan çok, göz ve yüz ifadeleriyle anlatılan sessiz mesajlarla olduğu kabul edilmektedir. Sevgi ve şefkat dolu tebessümlü bakışların insanı ne kadar etkilediğini herkes bilir.
Mürid yüzünü her zaman göremediği şeyhinin suretini gözünün önünde canlandırarak sevgi duygusunu canlı tutar. İnsanı alıcı yapan söylenen sözden çok ortamdır. Ortamı hazırlayan da bütün duyu organlarını kalbe yardımcı hâle getirecek bir yoğunlaşmadır. Eşrefoğlu’nun “Dil dudak deprenmeden sözden anlayan gelsin”   sözü, ortamın iletişimdeki etkisini gösteriyor. Yoksa şeyhin iki göz arasında hayal edilmesi, secde mahalli olan
alna bir beşerin yerleştirilmesi demek değildir. İnsan olaya nasıl bakarsa öyle görür. Ona göre sonuçlar çıkarır. Bunlar genellikle rabıtanın şirk olduğunu isbâta soyunmuş kimselerin kasıtlı beyanlarının insanlarda bıraktıkları izlerdir.

97-“Suret rabıtasında rabıta ettiren lâyık olmazsa rabıtanın hüsran ile neticeleneceği” söylenir. Hüsrandan maksad nedir?

-Âdâb adıyla terceme edilen el-Behcetü’s-seniyye’de Mevlânâ Hâlid Bağdâdî’nin bir halîfesine yazdığı mektup suretinde bu konuya açıklık getirilmektedir: “Tarikatımızın muhakkıkları sarahaten beyan etmişlerdir ki, vücûdundan fânî olmayan bir kimseye rabıta etmek, rabıta edeni menzil-i maksûda ulaştırmaz. Bilakis onu içinden çıkamıyacağı vartalara düşürür. Bizim sizden beklediğimiz bizden selâm ve kelâmı kesmemenizdir. Mürüvvet ve vefakârlık göstermek ahdinizin gereğidir. Sık sık yanımıza gelin. Bu mümkün olmazsa bu fakîr-i kıtmîre yazılı olarak başvurun. Bizim ihvanımızdan öyleleri var ki, sizden çok daha fazla meşakkat çekmiş olmalarına, bizimle sohbet, bize tâbi olma ve hizmet cihetinden sizden çok daha önde bulunmalarına rağmen bizim işaretimiz olmayınca hareket etmezler. Bilesin ki bu tarikat, kendisini şeyh sananların oyuncağı değildir. Gözlerinin önünde suretiniz zahir olsa bile, müridlerinizin size rabıta etmelerine müsâade etmeyin. Zira bu işiniz, size iblisin tuzağıdır. Hiçbir kimseye de sizin halifeniz olduğunu söylemeyin. Çünkü bu hususta bizden izin almanız gerekir.”

Mektuptaki ifâdelerden daha yolun başında olduğu halde bazı yüksek görünen haller arız olan nakıs kimselerin kendilerine rabıta yaptırmaya kalkışmaları, hem kendilerini hem müridlerini tehlikeye düşüreceği anlaşılmaktadır. Henüz gerekli olgunluğa ermemiş ve irşâd liyâkati sabit olmayan müteşeyyihlerin rabıta yaptırmaları kendileri açısından bir benlik iddiası olacağından hüsran sebebi olur. Liyakatsizliği başkalarını da saptırmak suretiyle manevî hüsranına sebep olabilir. Çünkü rabıta ile mürid, şeyhinin suretini gözünün önünde tahayyül edecek. Henüz kendisi olgunlaşmamış nakıs birinin böyle düşünülmesinin ne tür bir tahribat yapabileceğini kestirmek zor değildir.

98- Silsile inkıtaa uğrayıp mürşid yetişmeyince yıllar önce ölmüş kişiye rabıta yapılır mı? Yapılırsa silsileyi devreden çıkarıp doğrudan Hz. Peygamber (a.s.)’e rabıta yapsak daha iyi olmaz mı?

– Rabıta, kâmil bir mürşidle kalbî bağ kurmak demektir. Bu bağın en kolay biçimde kurulmasını sağlayan elbetteki hayatta olan mürşiddir. Silsile ve rabıta zâten geçmiş mürşidlere ve Peygamberimiz’e doğrudan kalbî bağ kurmada acze düşüldüğü için tavsiye edilmiştir. Meşâyıh arasında ölmüş bir  mürşid-i kâmile rabıta yapılabileceğini, önemli olanın rûhâniyet olduğunu ve bu rûhâniyetle irtibat kuran kimselerin bunu yapabileceğini söyleyenler vardır. Ancak yaygın olan görüş rabıtanın yaşayan bir mürşide yapılmasıdır. Ölmüş bir şeyh yerine doğrudan Hz. Peygamber’e rabıta yapmak -eğer
yapılabilirse- elbette daha iyidir.

99-Teveccüh ne demektir?

-Teveccüh yöneliş demektir. Genelde Hakk’a yöneliş ve kalbî alâka için kullanılır. Müridin mürşidine bağlanıp yönelmesi anlamında kullanıldığı gibi, mürşidin müridini karşısına alıp ona nazar etmesi anlamında da kullanılır. Bu mânâdaki teveccüh için: “Allah Teâlâ benim sadrımı ne ile doldurdu ise, ben onu aynıyla Ebû Bekr’in sadrına ilkâ ettim.”[46] hadisi delil sayılmıştır. Mürşidin nazar ve nefesiyle müridini etkileyip onu bir bakıma ruhî yükselişe hazırlaması, güneşe tutulan büyüteçlerin yoğunlaştırdığı güneş ışınlarının, temas ettiği maddeleri yakmasına benzer. Teveccüh daha çok Nakşbendîlikte kullanılan bir kavramdır. Teveccühün müridden mürşide doğru olanı “râbıta-i muhabbet” denilen şekildir. Mürid, mürşidinin rûhâniyetine muhabbet yoluyla teveccüh edince mürşidin rûhâniyeti onun bâtınında feyz tesiri gösterir. Bu feyz, beşerî zaaf ve sıfatları izâle ederek mürid, tedricen şeyhinin boyasına boyanır. Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbî beraberlik, şahsiyet transferi ve aynîleşmeyi doğurur.

7- SOHBET İLE İGİLİ MESELELER

100- Sohbet ve âdabı nedir? Bilgi verir misiniz?

– Sohbet beraber bulunmak, arkadaş ve dost olmak anlammadır. Peygamber, mürşid, muallim ve üstadla fizikî beraberlik sohbet kelimesiyle ifâde edilmiştir. “İmanla Hz. Peygamber’i gören, onunla beraber bulunan ve bu imanla ölen” kimselere verilen “sahâbî” adı, sohbet kökündendir. Hz. Peygamber, ashabını sohbetle yetiştirmiştir. Sohbette hem sözlü eğitim, irşâd ve tebliğ vardır, hem de hâl eğitimi ve manevî yansıma vardır. Şeyh veya görevlendireceği bir vekili vasıtasıyla ihvanın belli zaman ve mekânlarda bir araya gelmesi söz, fiil ve hâl ile etkileşimdir. İnsanın ahlâk eğitimi ve manevî terbiyede kabiliyetlerini ortaya çıkaracak ve geliştirecek bir aşıya ihtiyâcı vardır. Bu aşı yetişkin, kemâl ehli kişilerle beraber bulunmaktır. Allah dostlarının lâfızları ve sözleri kadar nazarları ve halleri de etkilidir. Sıdk makamına eren insanlar kal lisânından çok hâl diliyle konuşurlar. Zâten fiilleri ve hâli etkili olmayanın söyledikleri hiç etkili olmaz. Sözün nûrânîliği, kalbin nûrânîliği kadardır. Beşerî eğitimde en etkili yöntem, örnek olma verilen eğitimdir. “Mümin müminin aynasıdır.”[47] hadisinde ifâde edildiği şekilde kişinin güzel huylarla bezenmesi o huylara sahip, temiz kimselerle bir arada bulunmasına bağlıdır. Nitekim Kur’an’da: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve sâdık, sâlih- kimselerle beraber olun!”[48] âyeti insanların iyilerle birlikte bulunmasını emrederken “Hatırladıktan sonra zâlim kavmin yanında oturup kalma!”[49] âyeti nefsine karşı zâlim kimselerle uzun boylu sohbet ve ülfeti yasaklamaktadır.

Sohbetin bir eğitim aracı olarak kullanılması özellikle tarikatların ortaya çıkışından sonraki döneme rastlar. Nakşbendiyye tarikatı, kurucusu Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin “Tarîk-ı mâ der-sohbet’est” (Bizim yolumuz sohbet yoludur) sözü bu tarikatta “sohbet ve maıyyet” usûlünü öne çıkarmıştır. Eğitim amacıyla gerçekleştirilen sohbet toplantılarından azamî istifâdenin sağlanması için şu hususlara dikkat edilmesi üzerinde durulmuştur:

Sohbete Gelirken

1-             Sohbet günü iştiyakla beklenmeli ve abdestle gidilmeli,

2-             Sohbete katılan herkesi kendinden üstün görmeli,

3-             Sohbete gelirken sağda solda oyalanmamalı,

4- Sohbete Hakk’ın rızâsını kazanmak ve kardeşleriyle ülfet etmek için gitmeli,

5-Kafasında ve gönlündeki takıntıları bırakarak sohbete katılmaya çalışmalıdır.

Sohbet Sırasında

1-     Sohbete tayin edilen vakitte gelmeli mürid sohbete, geç kalmış ve sohbet başlamışsa hemen boş bir yere oturmalı, selâm ve musâfaha ile sohbeti kesmemeli,

2-  Sohbetle vazifeli şahsın yanına, yer gösterilmeden oturmamalı,

3-  Sohbet için oturur oturmaz gözler yumulu, eller dizüstünde, teveccüh, ve rabıta ile sükûnet ve kalb huzuru içinde sohbeti dinlemelidir,

4-   Sohbeti mürşidi yapmıyorsa bile mürşidinden dinliyormuş gibi dinlemeli,

5-Sohbet sırasında soru sorulmamalı, sorular özel meclislerde veya sohbet sonunda sorulmalı,

6-     Sohbet süresince mümkünse iki dizi üstünde, değilse en uygun bir şekilde ve edeble oturmalı,

7-  Sohbetlerde boş ve faydasız söz konuşmamaya; gıybet ve dedikoduya, politikaya girmemeye dikkat etmelidir.

8-     Sohbet bittikten sonra selâmlaşarak dağılmalıdır.

101- Tasavvufta, kalbi kara insanlarla oturmanın manevi hali etkileyeceği ve bundan sakınılması gerektiği belirtiliyor. Eğer biz, bu insanlardan kendimizi sakınırsak, bunlara kim yol gösterecek?

Tasavvufta sohbet ve arkadaşlık açısından insanlar dört gruptur:

1-       Arkadaşlık ve sohbeti ilâç mesabesinde olan kişiler. Bunlar müridlerinin hastalıklarına göre ilâç veren mürşidlerdir.

2-   Arkadaşlık ve sohbeti gıda gibi olanlar. Bunlar da ihvan ile mümin insanlardır. Onlarla birliktelik insanın manevi hayatım ve ruhunu besler. Bu yüzden gıda sayılmıştır.

3-   Arkadaşlık ve sohbeti mikrop gibi olanlar. Bunlar fâsık ve fâcir insanlardır. Haramları açıkça işleyen, farzları yapma kaygısında bulunmayan, günaha dalmış kişilerdir. Böylelerinin kötü tavır ve alışkanlıkları bir mikrop gibi insanlara bulaşır.

4-   Arkadaşlık ve sohbeti zehir gibi olanlar. Bunlar da inançsız, mülhid ve ateist insanlardır. Öylelerinin iman nurundan mahrum ve inkâr ile kararmış kalbleri, bir zehir gibi çevresini etkiler.

Sorunuzdaki “kalbleri kararmış insanlar” bu tasnifte üçüncü, hattâ dördüncü gruba girdiğinden bunlardan hazer edilmesi gerekir. Ancak bu insanlardan sakınılması, bunları büsbütün terketmek anlamına gelmez. Burada ifâde edilmek istenen, özellikle henüz imanda kemâle ermemiş ve sülûkün başında bulunan kimselerin bu kişilerle yakın temas ve dostluk kurmamalarıdır. Yoksa seyr u sülükte belli mesafe almış kimselerin bu kişilere ulaşması ve onları irşâd çerçevesi içine alması gerekir. Ama henüz kendi problemini halletmemiş kişilerin böyle bir işe kalkışmaları gerekmez. Faydalı da olmaz. Sonra yasaklanan dostluk ve arkadaşlıktır. Hiç görüşmemek, küs gibi davranmak hoş değildir. Çünkü müslüman herkese hüsn-i muamele ile en iyi tebliği yapmış olur.


8- ZİKİR İLE İLGİLİ MESELELER

102- Zikir nedir, nasıl yapılır? Efdal olan zikir hangisidir?

– Zikir, hatırlamak, zihinde tutmak, yâd etmek, unutmamak ve anmak anlamına Kur’an kaynaklı bir tasavvuf kavramıdır. Bütün tasavvuf büyükleri ve tarikat ricali, zikri, yollarının temel esası saymışlardır. Zikir, çeşitli türevleriyle (iştikak) Kur’an’da 250’den fazla yerde geçmektedir. Sûfîler zikri “Elest bezmi”ni ve orada verdiğimiz sözü hatırlamak olarak
anlamaktadırlar. Semâ ise: “Elestü bi-rabbiküm” hitabını duymaktır. Kur’an’m kendisi ve emirleri hep bu ilâhî mukaveleyi hatırlatan birer zikirdir. Bu yüzden Kur’an bizzat kendisini ve namazı da zikir olarak adlandırmıştır. Buradan amacın “elest bezmi” sözleşmesini unutmamak olduğu da anlaşılmaktadır. Mutasavvıflara göre gerçek zikir, Allah’ı şiddetle sevmek, O’ndan nasıl korkulmak gerekiyorsa öyle korkmak ve gaflet
meydanından müşahede semâsına yükselmektir. Ya da Mezkûr; yani Allah’dan başkasını unutmaktır. Çünkü Allah “Unuttuğun zaman rabbım zikret! (hatırla)”[50] buyuruyor. Kur’an’da iki tür zikir emri vardır: Mutlak ve mukayyed zikir. Kur’an’da herhangi bir kayıt belirtmeden mutlak mânâda ve çok çok zikretmeyi emreden âyetler vardır.[51] Bunların emrettiği   zikir,
gafletin zıddı anlamındaki kalbî zikirdir. Allah’ın adının anılmasını emreden[52] âyetler ise kalbî mânâda zikre muvaffak olamayanlara dil ile zikretme kolaylığı sağlamakta ve bir bakıma kalbî zikre hazırlık yaptırmaktadır.

Zikirden maksad Allah’ı hiç unutmamak olduğuna göre, zikrin efdal olanı kalbî ve hafî olanıdır. Ancak cehrî olarak yapılan zikirlerin herb’rinin sâlikin durumuna göre ayrı özellikleri vardır. Tevhid zikrinin kalbi masivâdan temizlemede, lâfza-i celâl zikrinin kalbî zikre ermede ayrı bir yeri vardır. Bunlardan hangisinin kime ne kadar yararlı olacağını mürşidler tayin eder.

103- Hz. Peygamber (s.a.), sahâbelerine hergün çekmeleri için belli bir vird vermiş midir? Veya onlara kendisini rabıta veya vesile ederek Allah’a dua etmelerini söylemiş midir? Açıklar mısınız?

-Hadis kitaplarında Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin, günde yetmiş veya yüz defa tevbe ve istiğfar ile meşgul bulunduğunu gösteren[53] rivayetler bulunduğu gibi, önce fakir sahâbîlere özel olarak, daha sonra diğer sahâbîlere ve bütün ümmete öğretip benimsettiği tesbîhât (otuz üç kerre subhânallah, 33 kerre elhamdu lillâh, 33 kerre Allahu ekber) vardır. Hemen bütün hadis kaynaklarının naklettiği bu rivayetten başka Hz. Peygamber’in özel olarak bazı sahâbîlere bir takım evrâd verdiği de görülmektedir. Nitekim Ahmed b. Hanbel’in tesbitine göre Ebû Talib’in kızı Ümmühâhî şöyle anlatıyor: “Allah Rasûlü bir gün evimizi teşrif etmişti. Ben kendisine: “Yâ Rasûlallah, artık yaşlandım ve zayıfladım. Bana oturduğum yerden yapabileceğim bir amel tavsiye etseniz.” dedim. Şöyle buyurdular: “Yüz kere subhânallah de!.. Yüz kerre elhamdu lillâh de!.. Yüz kerre de la ilahe illallah de!..”[54]

Peygamberimiz’in kendisini vesîle ederek dua etmesini emrettiğini gösteren şöyle bir rivayet vardır. Gözleri kapanan bir adam Peygamberimiz’e gelerek: “Yâ Rasûlallah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur.” dedi. Peygamberimiz şu karşılığı verdi: “Abdest al, iki rek’at namaz kıl, sonra da şöyle de: Allah’ım peygamberin Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı isliyorum. Allah’ım onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur.” Ardından Hz. Peygamber şöyle ilâve etti: “Bir ihtiyâcın olduğu zaman hep aynısı yap!” Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır.[55]


9- AYİN- SEMÂ İLE İLGİLİ MESELELER

104- Âyin ve semâ nedir?

-Tarikatlarda topluca yapılan zikre genellikle âyin veya semâ adı verilir. Âyin merasim, âdet, tören ve şölen anlamlarına Farsça bir kelimedir. Semâ ise işitmek, işittirmek ve dinlemek anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Daha sonraları, önce musiki ve ilâhî dinlemek anlamına, ardından da musiki ve musiki ile birlikte yapılan ritmik hareketler anlamına kullanılmıştır. İlk devir sûfileri, meclislerinde Kur’an’dan sonra güzel sesli
kimselerden Allah ve Peygamber sevgisini anlatan âhiret ve ölüm konularını işleyen manzum ve mensur parçalar dinlerdi. Güzel sesle okunan Kur’an ve ilâhîleri dinlerken de “Elest bezmi” hatırlanıp “Elestü bi-rabbiküm” hitabı fiilen duyulmak istenirdi. Bu amaçla başlayan bu zikir toplantıları, her tarikata göre ayrı adlar alarak kendi usul ve yöntemlerine göre şekillenmiş oldu. Meselâ Mevlevîlerin zikrine semâ, Kadirîlerinkine devrân, Sa’dîlerinkine kıyam, Nakşîlerinkine hatm-i hâcegân gibi adlar verildi.

105- Hatm-i hâcegân nedir? Peygamberimiz ve hulefâ-i râşidînden örneklendirir misiniz?

–  Hatm-i hâcegân Nakşbendiyye tarikatında toplu zikre verilen addır. Hz. Peygamber ve hulefâ-i râşidîn döneminde böyle bir uygulamanın olup olmadığını soruyorsunuz. Asr-ı saadette bizzat Hz. Peygamber’in toplu zikir yaptırdığını gösteren rivayetler vardır. Ahmed b. Hanbel’in naklettiği bir olay şöyledir: “Şeddâd b. Evs anlatıyor:

Hz. Peygamber’le beraber bir evde idik. Bize sordu: “İçinizde garib; yani ehl-i kitaptan bir kimse var mı?” Biz: “Hayır” dedik. Sonra kapıyı kapatmamızı emretti ve şöyle dedi. “Ellerinizi kaldırın ve La ilahe illallah deyin.” Ellerimizi kaldırdık ve la ilahe illallah dedik. Sonra Hz. Peygamber: “Allah’a hamdolsun. Yâ Rabbi, sen beni bu kelime ile gönderdin, bana bunu emrettin ve onda bana cenneti vaad ettin. Sen vaadinden dönmezsin.” dedi. Sonra da şöyle buyurdu: “Sevinmez misiniz, Allah sizin hepinizi afvetti.”[56] Bu hadiste geçtiği gibi insanların tevhid kelimesi veya başka ilâhî isimlerle zikretmek üzere bir araya gelmeleri sünnetteki uygulamaya uygundur. Allah Rasûlü’nün “içinizde yabancı (garib) var mı?” buyurarak aralarında yapacakları işi yadırgayacak bir kimsenin bulunup bulunmadığını kontrol etmesi, Hatm-i hâcegâna ehl-i tarik olmayan yabancıların alınmamasının dayanağıdır. Toplu zikrin asr-ı saadetteki bir başka örneği Ebû Saîd el-Hudrî’den gelen bir rivayette anlatılmaktadır. Bu rivayete göre Allah Rasûlü birgün halka teşkil etmiş bulunan bir sahabe topluluğunun yanına vardı. Onlara niçin böyle oturduklarını sordu. Onlar da: “Kendilerine başta İslâm olmak üzere pekçok nimetler veren Allah’ı zikretmek için bir araya geldiklerini” anlattılar. Peygamberimiz tekrar: “Siz gerçekten sadece Allah’ı zikretmek için mi toplandınız?” diye ısrarla sorunca sahâbîler: “Vallahi sadece bu maksadla bir araya geldik.” diye yemin ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Israrla sormam sizi itham ettiğim için değildi. Cebrail bana: “Allah’ın sizlerle meleklerine karşı iftihar ettiğini haber verince ben de sizin tam olarak ne ile meşgul olduğunuzu anlamak istedim.”[57]  buyurdu.


10- MÜCÂHEDE- RİYÂZAT İLE İLGİLİ MESELELER

106- Mücâhede ve riyâzat ne demektir?

– Mücâhede insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın silâhı ibâdetler, zikir, teşbih ve duadır. Nefs düşmanına bu silâhlarla saldırıp onun ikmâl kaynağının etrafını riyâzat mayınları ile döşemek gerekir. Riyâzat ise nefsin ve tenin isteklerini kesmek, asgarîye indirmek ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaktır. Az yemek, mideyi doldurmamak, az uyumak ve bu suretle nefsi inceltmektir. Mücâhedeye nefs ile cihâd da denir. Mücâhede ve riyâzat birbirine yakın anlamlarda iki kavramdır. Mücâhede nefsi iyiliğe zorlamak, riyâzat ise onu bu işe alıştırmaya çalışmaktır. İşin başı mücâhede, devamı
riyâzat, neticesi müşahededir. Nefs ile ınücâhedenin genellikle kabul edilen görüşe göre üç riyâzat özelliği vardır: Az yemek, az uyumak ve az konuşmak. Bunlara bazan halktan uzaklaşma anlamına halvet ve çileyi katanlar da vardır.

107- Bir lokma, bir hırka” düşüncesi İslam’a uygun mu? Tasavvuf insanı pasifize eder mi? Veya hayatın belli alanlarından çekilmesini temin ederek başarısızlığına sebep olur mu?

-Önce “bir lokma ve bir hırka” sözünün nereden çıktığına bakalım. Bir hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurur: “Şu üç şey müstesna kıyamet günü herşeyden sorulacaksınız: Sırtınızı örtecek bir hırka, açlığınızı giderecek bir kaç lokma ve soğuk sıcaktan koruyacak bir yuva.”[58] Tekkeleri ve camileri, dervişlerin ve müminlerin evi sayarsak hadise göre insanın aslî ihtiyâcı olarak bir lokma ve bir hırka kalıyor. Şunu da gözönünde bulundurmak gerekir: Sûfiler “bir lokma ve bir hırka” ölçüsünü infâk için koymuşlardır. Kişinin nefsi için harcayıp israfa düşmeyeceği şeyin ölçüsü budur. Ama
üretim ve îsâr için bir sınır yoktur. İnsanın özünde “tûl-i emel” vardır. Bu yüzden ebedi kalacakmış gibi ve taparcasına dünyaya dört elle sarılır,insandaki tûl-i emelin önüne geçmenin yolu, ihtiyaçları sınırlandırmaktır.Bugün ekonomiyi tarif edenler onu: “Sınırsız ihtiyaçların sınırlıkaynaklardan sağlanması ilmi” olarak tanımlarlar. Ekonomistler ihtiyaçları sınırsız, kaynakları sınırlı görürler. Oysa İslâmî ve tasavvuf! Telâkkide kaynaklar sınırsız, ihitiyaçlar sınırlıdır. Çünkü Allah Teâlâ:  “Allah’ın
nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.”[59]  buyurur. İnsanın ihtiyaçlarıda yukarda geçen hadis ve tasavvufi telâkkiye göre sınırlandırılmıştır. Bu anlayış sağlandığı zaman, sadece kendisini düşünen “ben” merkezli insanların yerini diğergâm insanlar alır. Bu bakımdan bu anlayışı bir üretim ölçüsü gibi değil, infâk ve îsâr sınırı olarak düşünmelidir. Yani insan varlığını elinde avucunda bir lokma ve bir hırka gibi zaruri ihtiyaçları kalıncaya kadar başkalarına verebilmelidir.

Tasavvuf insanı pasifize etmez. Tarihte gördüğümüz gerçek sûfiler, en üretken ve diğergâm insanlardır. Zamanın tamamını Allah ve O’nun kullarına hizmete hasretmeyi gaye edinen bir sistemin, insanları pasifize etmesi muhaldir. Mensuplarını meslek erbabı yapmayı görev sayan şeyhler, müridlerini nasıl pasifize etmiş olabilirler. Bugün gerek ülkemizde, gerekse diğer İslâm ülkelerinde tasavvuf çevrelerinin belli bir ekonomik düzeye ulaşmış olması bunu teyid etmektedir. Her devirde her kurumun istismarcıları bulunabilir. Bunları genellememek, ilke ve prensiplere bakmak lâzım.

Hayatın belli alanlarından çekilme meselesine gelince, bu da safilerin bugünkü eksikliklerine bakılarak söylenmiş bir kaygı ifadesidir. Safilerin bugünkü durumu ise müslümanların başsızlıklarından kaynaklanan genel arızadır. Sadece tasavvuf ve tarikat çevrelerinde değil, toplumumuzun her kesiminde görülen devlet ve sistem sancısının tezahürüdür.

108- Bazı tasavvufî eserlerde edeble ilgili mes’elelerde “helak ve hüsran” tehdidi taşıyan ifâdeler geçiyor. Büyük günahlar için kullanılan bu tehdîdlerin edeb konusunda kullanmasından maksad nedir?

-Tasavvufu “edebden ibarettir?” diye tarif edenler vardır. Tasavvufta edeb, kişinin hayatını sünnet çizgisinde yaşaması için bir ölçüdür. Kişinin utanılacak davranışlardan uzak durması demektir. Edeb, nafile, sünnet, vâcib ve farz hükümlerini içice surlar veya halkalar gibi düşünürsek; en iç kısımda edeb, en dışta da farzlar bulunur. İnsan edebden başlayarak sur ve sınırları aşıp halkalardan dışarı taştıkça en son farz sınırına kadar ulaşacaktır. Sûfiler işi sıkı tutup kişileri edeb çizgisini bile atlatmadan yaşamaya alıştırmayı hedefliyorlar. Bu yüzden edeb konusundaki bir ihmâl, safha safha en sonuncudaki ihmâle vabeste olacağı için hüsran tehdidiyle karşılanıyor. Bu
tür tehdid ifadesi taşıyan sözler, halkı faziletlere teşvik için söylenmiş, belki biraz mübalağa özelliği taşıyan şeylerdir, ama hedefi bellidir. İnsanları edeb
ve kerahet konusunda sıkı ve diri tutmak. Gevşeyip pörsümelerine meydan vermemek.

109-Âyet-i kerimede: “Sizin Allah katında üstünlüğünüz takva iledir”[60] buyrulur. Tasavvufçular tarikata girenin havâss; girmeyenin avam olduğunu söylüyorlar. Böyle bir tasnifi nereden ve nasıl çıkarmışlardır?

–  İnsanların Hak nezdindeki tasnifinin değişmez ölçüsü sizin de işaret ettiğiniz âyette belirtilen “takvâ”dır. Tasavvufçularm tarikata girenleri havas, girmeyenleri avam diye ayıran tasnifine rastlamadım. Evet, tasavvufta avam, havas ve ahassu’l-havâs olmak üzere üçlü bir tasnif var. Ancak bu tasnif, tarikata girmekle sınırlı değildir. Tarikata girenler arasında avamdan insanlar da vardır, havastan da. Tarikat şeyhleri, müridlerine kendilerini dâima avamın en aşağısından kimseler olarak görmelerini tavsiye etmişlerdir. Ayrıca bu üçlü tasnif tamamen batini olan ve kimsenin bilmesi mümkün olmayan takva ölçüsüyle yapılmış bir tasnif olamaz. Çünkü kimsenin takvasını, Allah’tan başka kimse bilemez. Bu olsa olsa zahirî ölçüler sayılan
ilim, irfan ve sosyal seviye gibi tesbitlerle yapılmış bir tasniftir. Her kesimden insanların avamdan olanı da, havastan olanı da vardır.

 

11- HALVET- ÇİLE İLE İLGİLİ MESELELER

110-Uzlet Nedir? Faydalan nelerdir?

– Uzlet halkın arasından süresiz uzaklaşıp yalnızlık ve inzivayı tercihtir. İnsanın maddî varlığı ile halktan uzaklaşmasıdır. Böyle bir uzlet ve yalnızlık
bütünüyle kabul gören bir davranış değildir. Bu yüzden İmam Gazzâlî,
uzletin fayda ve zararlarını değişik açılardan ele almıştır. Onun tesbitine göre
uzletin faydaları şöyle özetlenebilir:

1-      Huzur içinde ibâdet ve tefekkür, kâinattaki sırları araştırma imkânı,

2-      İnsanlar arasında bulunmaktan doğacak gıybet, riya ve nemime gibi âfetlerden, emr bi’1-ma’rûf yapamama gibi günahlardan kurtulmak,

3-      Toplumun fitnelerinden ve onlarla mücâdele ile insanların şerrinden kurtulmak,

4-  Kişinin insanlardan, insanların da kendisinden ümid kesmesi.

Gazzâlî uzletin insana vereceği zararları da şöyle sıralamaktadır:

l- Okumak ve ilim öğrenmekten mahrumiyet,

2-     Çalışmak ve kazanç elde etmekten mahrum kalmak,

3-     Terbiye ve edeb öğrenmekten mahrum olmak,

4-  İnsanlarla sevişmekten mahrum kalmak,

5-     Sevap kazanmak ve kazandırmaktan mahrumiyet,

6-     Tevazu sahibi olmayı öğrenememek,

7-     Tecribe sahibi olamamak.

Görüldüğü gibi, uzletin zararları faydalarından daha çoktur. Bu yüzden sûfiler devamlı inziva anlamına gelecek uzlet yerine halvet, çile veya erbain denilen süreli yalnızlığı tercih etmişlerdir.

111- Halvet ve çile ne demektir?

– Tasavvuf ıstılahında tarikata giren bir müridin muayyen bir zaman sonra şeyhinin emriyle insanlardan uzaklaşarak tekkelerin halvet bölümlerinde bir süre inziva hayatı yaşaması, kendini tamamiyle Hakk’a ibâdete vermesidir. Halvetin gayesi kalbden mâ-sivâyı çıkarmak, gönlü ağyardan temizlemek, Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünüp kendinden geçmektir. Çile ise, Farsça kırk anlamına gelen “çihil” kökünden alınmış,
Arapça’da “erbain” karşılığı kullanılan bir kavramdır. Çile ve halvet, müridin fıtratındaki sivri noktaları törpülemek için yapılan fiilî sabır telkinidir. Sâlikin genellikle kırk gün süreyle şeyhinin gözetiminde loş bir mekânda az yemek, az uyumak, az konuşmak ve zikirle meşgul olmak suretiyle kendini ibâdete vermesidir. Halvet ve çilenin kırk gün olması, Kur’an’da anlatılan Hz.Musâ’nın Allah’tan vahiy aldığı Tur-i Sina’da kalış süresiyle alâkalıdır”[61].

112- Nakşbendiyye tarikatında halvet ve uzlet var mıdır?

– Nakşbendiyye tarikatı ruhanî bir tarikattır. Ruhanî tarikatlarda riyâzat ve mücâhededen çok nafile ibâdet ve hafi zikir ile sohbet önem taşır. Bu yüzden genelde ve ilkeleri itibarıyla Nakşbendiyye’de halvet yoktur. Ancak zaman zaman Nakşî meşâyından bazılarının müridlerini halvete sokup erbaîn çıkarttıkları da görülmektedir. Genellikle bu erbaîn Nakşîlerde Receb ayının ilk perşembesi olan Regâib kandilinde de baslar, Şaban ayının 15. akşamı olan Berat’ta sona ererdi.

Nakşbendiyye tarikatında halvetin toplum içinde yapılması esastır. Bu yüzden “Halvet der-encümen” diye bir ilke konmuştur. “Halk içinde fakat yalnız.” ya da başka bir ifâde ile “El kârda, gönül Yar’da” anlayışı ile halktan kopmadan Hakk’ı bulmanın yolu aranmıştır. Bir bakıma: “Ne alışveriş, ne de ticâretin Allah’ın zikrinden alıkoymadığı adamlar”[62]  olmak ilkesi benimsenmiştir.

 

 

 

B- KALBÎ MESELELER

l- Teslimiyet – Tevekkül ile İlgili Meseleler

113- Bir mürşide intisâb eden kimse, ölünün kendini gassale bırakması gibi teslim olacak” deniliyor. Bir müridin mürşidine bağlılık ölçüsü ne olmalıdır? Bu bağlılık sadece uhrevî işlerde mi, yoksa dünyevî işlerde de olmalı mıdır?

– Şeyh ile mürid arasındaki ilkeleri düzenleyen sadece sevgidir. Bu yüzden aralarındaki sevginin boyutunu göstermek üzere teslîmiyyet için “gassal önünde meyyit” tabiri kullanılmıştır. Bu teslimiyet biraz karakter yapısı ile alâkalı bir olay olarak görünmektedir. Meselâ ashâb-ı kiram arasında Hz. Ebû Bekir gibi her konuda Allah Rasûlü’ne itirazsız teslim olan sahâbiler olduğu gibi, Hz Ömer gibi kafasının yatmadığı meselede hemen itiraz edip fikrini söyleme cesaretini gösterenler de vardır. Hz. Ebû Bekir, Mi’râc olayında: “Bunları Muhammed söylüyorsa mutlaka doğrudur” sözüyle, Hudeybiye’de anlaşmanın imzalanmasına karşı çıkan sahâbilere: “Siz ne yapıyorsunuz? O Allah’ın peygamberi ve vahiy alıyor?” diyerek teslimiyetin şahika örneklerini göstermiştir. Hudeybiye’de Ömer ise: “Biz bu zillete nasıl razı oluyoruz?” diyerek tepkisini göstermiştir. Fakat her ikisi de konumlarından birşey kaybetmemiştir. Ne teslimiyeti Hz.Ebû Bekir’e, ne karşı çıkışı Hz. Ömer’e bir zarar vermiştir. Demek ki bu iş bir meşreb ve mizaç meselesidir. Bizim akaidimizde kayıtsız şartsız bir kimseye tâbi’ olmamızı emreden bir hüküm olmadığı gibi, sevgi ile tâbi olanları yasaklayan bir hüküm de yoktur.

Anadolu’da da, başka yerlerde de teslimiyet anlayışını istismar ederek saf müslümanları kandıranlar çoktur. Tasavvuftaki teslimiyet, acem kılıcı gibi, iki tarafı keskin birşeydir. İyiye kullanılabileceği gibi, şerre de kullanılabilir. Burada sorumluluk, meydanı boş bırakan müslümanlarındır. Teslimiyet istidadında olan insanların bu kabiliyetlerini istismar etmeden, hayra kanalize edecek insanlar bulunmazsa; kendi menfaatine kanalize edenler bulunacaktır. Biz diyelim ki, teslimiyyeti reddettik. “Teslimiyet diye birşey yoktur” dedik. Bu istismarcılar huylarından ve teslimiyete yatkın insanlar bu özelliklerinden vaz mı geçecekler? Bu mümkün olmadığına göre hastalık halkın ilim ve irfan seviyesi ile alâkalıdır. Teslimiyyetle değil. Piyasada liyakatsiz kimselerin kol gezmelerine fırsat verilmemelidir.

114-  Müridin şeyhine kayıtsız şartsız teslimiyeti nedir? Oysa Kur’an’daki teslimiyet âyetlerini araştırdığımızda hepsinde teslimiyetin Allah’a olacağı zikredilmektedir. Kişi, Allah ve din dışında, başka din ve şahıslara teslim olabilir mi?

Teslimiyet, sevgiye dayalı bir itaat işidir. Kayıtsız şartsız teslimiyet denilince mürşidinin uyarılarına tenkidci bir nazarla bakmadan ve acaba bunların benim manevi hayatıma ne derece faydası olur gibi, evham ve vesveselere düşmeden uymak anlaşılır. Doktora giden bir hasta doktoruna ne kadar güvenir, onun hastalığını tedavi edeceğine ne kadar inanırsa o kadar çabuk iyileşir. Müsbet anlamda bir önyargının faydası vardır. Şeyhe teslimiyyet, ashabın Allah Rasûlü’ne teslimiyet ve güveni gibi, müridin mürşidinin söylediklerine inanmasıdır. İnsanın güvenip inanmadığı kişinin sözünü tutması mümkün değildir. Ayrıca âyette: “Allah’a, Rasûlü’ne ve sizden olan ülü’l-emr’e itaat edin!”[63] buyrulmaktadır. Mürşid, müridi için manevi ve uhrevi konularda ülü’l-emrdir. Böyle olunca müridin mürşidine bu anlamda teslimiyetle bağlanışının şeriatla çatışır bir yanı yoktur. Şeyh diye ortaya çıkan bozuk düşünceli insanlara karşı yapıldığında kötü neticeler verir diye teslimiyeti büsbütün reddedenleyiz.

2-Cezbe ile İlgili Meseleler

115)-Vecd ve cezbe nedir? Aralarındaki f ark nedir?

Vecd, hüznü gerektiren keder, aşk ve iştiyak sarhoşluğu içinde kendinden geçmek ve yüksek heyecan demektir. Hakk’ın binbir tecellîsini müşahede eden kimsenin muhabbet sonucu içinin ferahlaması ve o hâlin verdiği zevk ile kendinden geçmesidir. Hakîkî vecd, ileri derecedeki Allah sevgisi, irâde sağlamlığı ve Allah aşkından meydana gelir. Kur’an okunurken vecde gelmeyip başka şeylerle vecde gelenler Hakk’a değil, halka tutkun sayılmıştır. Çünkü Kur’an, Rablarından korkanların kendisini derileri ürpererek vecdle okuyacaklarını haber vermektedir[64] Hz. Peygamber ve ashabının hayâtında vecd hâlinin örnekleri pekçoktur. Nitekim Abdullah b. Mes’ûd bir gün kendisine Kur’an okurken “Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz, seni de onların üzerine şâhid tuttuğumuz zaman halleri ne olacak?”[65] âyetine geldiğinde Peygamberimiz’in gözleri doldu ve “Yeter ya Abdullah!” diyerek okumasını durdurdu.[66]

Cezbe, çekmek ve çekiş demektir. Hakk’ın kulu kendi canibine çekmesidir. Cezbe, Allah’ın kula bir ihsanı olduğundan kulun elinde değildir. Allah’ın, sevdiği kulunun kalbinden perdeyi kaldırıp çalışma ve gayreti olmadan yakın nuru ile kolayca manevî makamlara yükseltmesidir. Böyle bir cezbe, kulda istikamet arzusu doğurarak belâ ve musibetlere sabretme gücü kazandırır. Kul ruhî cezbe ile hakikatin kaynağım bulur. Allah’ın dışındaki herşeyi unutarak kendinden geçer.

Vecd ile cezbe birbirine yakın anlamlıdır. Vecdde kulun gayretinin de payı vardır. Cezbe ise vecde göre daha güçlü ve tamamen Allah vergisidir. Kur’an’daki “Allah dilediğini kendine çeker.”[67]  âyeti ile bazı kaynaklarda hadis olarak nakledilen “Allah’in kuluna olan cezbesi, ins ve cinnin amellerine denktir.”[68] Hakk’ın kulu çekmesi cezbe, bu cezbe ile kulun Allah’a yönelmesi aşktır. Mutasavvıflara göre Hz. Peygamber’i öldürmeye giderken eniştesinin evinde duyduğu Kur’an sesiyle imana gelen Hz. Ömer’in haliyle; avlandığı bir sırada üç defa peşpeşe hatiften duyduğu: “Sen bunun için yaratılmadın” sesiyle sultanlığı bırakan İbrahim b. Edhem’in tevbesi, cezbeye örnek sayılmıştır.

Cezbe, halk arasında aklın baştan gitmesi anlamında kullanılırsa da yanlıştır. Cezbe başka cinnet başkadır. Meczûb ile mecnûn da ayrı ayrı şeylerdir. Halk arasında sohbet, zikir ve semâ meclislerinde kalbinde meydana gelen varidata dayanamayarak kendinden geçen, bağıran, gayr-ı ihtiyarî sıçrayıp nâra atan kişilerin davranışlarına da cezbe adı verilmektedir. Aslında klâsik kaynakların verdiği bilgilere göre bunlara cezbe yerine vecd denilmesi belki daha uygundur. Nâra ve taşkınlık türü vecd ve cezbeler hep zaaf alâmeti olarak görülmüştür. Nasıl tazyikli akan bir çeşmenin altına bir küçük bardak tutulduğunda su bardağın içine girmeden dışarı taşarsa, gönlü dar olanlara gelen varidat da öyle taşar ve vecd meydana gelir.

116)-Sohbetlerde derviş, şeyhinin adı geçince hopluyor zıplıyor. Ama Allah’ın, Peygamber’in ismi yüz kere geçtiği halde hiçbir şey olmuyor. Mürid için buradaki ölçü ne olmalıdır?

–  Bir önceki soruda vecd ve cezbeyi anlatırken Kur’an okurken vecde gelmeyip başka şeylerle vecde gelenlerin Hakk’a değil, halka tutkun olduklarını belirmiştik. Şeyhinin adı geçtiğinde vecd ve cezbe eseri tavırlar gösteren kimse, henüz fena fi’ş-şeyh konumundadır. Bu ise işin başıdır. Aslında gerçek vecd, Allah’ın adı anıldığında vecde gelmektir. Nitekim Kur’an’da buna şöyle işaret edilmektedir:  “Müminler ancak Allah’ın adı anıldığı zaman yürekleri vecdle titreyen… kimselerdir”[69] Ashâb-ı kiram Allah ve Rasûlü’nün adı geçtiğinde heyecanlanır, kalpleri yerlerinden fırlayacakmış gibi atardı. Bu yüzden elleriyle kalplerini bastırmak lüzumunu hissederlerdi. Bugün bizim Rasûlulah’m adı geçtiğinde âdet olarak yaptığımız hareketi, onlar zarûreten yaparlardı.

3- Aşk – Muhabbet ile İlgili Meseleler

117)-Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim ve mahlûkatı yarattım”[70] hadisine karşı itirazlar var. Bu itirazlara nasıl cevap verebiliriz?

Tasavvuf çevrelerinde, âlemin yaratılışı ile ilgili konuları îzâh sadedinde rivayet edilen bu hadise başta İbn Teymiye olmak üzere bir takım  ilim ve hadis ricalinin karşı çıktığı ve uydurma olduğunu söyledikleri bilinmektedir. Ancak bu sözün Kur’an’daki: “Ben insanları ve cinleri banakulluk etsinler diye yarattım.” âyetine uygun düştüğünü öne süren AliyyüT- Kâri gibi âlimler de eksik değildir. Aliyyü’1-Kâri hadisin bu âyeteuygunluğunu îzâh ederken âyette geçen “bana kulluk etsinler” ibaresini İbn Abbâs’m “beni tanısınlar” şeklinde tefsir ettiğini delil göstermektedir[71]. İbn Teymiye’nin müteşeddid ulemâdan olduğu; özellikle tasavvufî konulardaki rivayetlere karşı titizlik gösterdiği malûmdur. Aliyyü’1-Kâri de müteşeddid âlimlerden sayıldığı halde hadisin mânâsını kabul etmek suretiyle işin önünü
açmıştır.

Tasavvuf ehlinin hadislere bakışı ve hadisleri nakledip kullanmadaki usulleri, hadisçilerin usûlüne benzemez. Hadisçiler hadisleri bir eczacı titizliği ile senedleri ve mânâları ile naklederler. Çünkü işleri budur. Sûfiler ve diğer ilim erbabı ise kendi ilimlerini alâkadar eden rivayetlerle ilgilenirler. Onlardan hadisçilerin rivayet titizliği beklenmez. Onları alâkadar eden mânâdır, mânânın Kur’an muhtevasına uygunluğudur. Bu uygunluğu gördükten sonra gerisi o kadar önemli değildir. İman bir tanıma (ma’rifet) ve sevme (muhabbet) işidir. Kulluk tanıma ile başlar, sevme ile gelişir. Allah Teâlâ kendi sıfatlarını izhâr etmek istediği için varlık âlemini yaratmıştır. Binâenaleyh âlemin varlığında bir sevgi, devamında da bir sevgi ve cazibe vardır. Meseleye bu açıdan bakıldığında hadisin anlamı doğrudur. Ama illâ hadis kaynaklarından delil isteniyorsa onu bulmak zordur. Herhalde bu zorluktan dolayı olsa gerek ki Bursalı İsmail Hakkı Kenz-i Mahfî adlı risalesinde bu sözün mükâşefe ehlince sahih kabul edildiğini belirtmektedir.

118)- Ben Allah’ın sevgilisiyim ve Allah’tan en çok korkanınızım” hadisine binaen “Allah’tan korkmak” ne demektir? Sevgi ve korku nasıl birarada bulunur, sevgiden nasıl korkulur, açıklar mısınız?

Sevgi ile korkunun aynı anda beraber bulunduğu duyguya “heybet” denir. Bu duygu Hakk’a yakın olmanın meydana getirdiği endişe hissidir.O’nün yakınlığından mahrum kalmayı gerekli kılacak bir hatâ yapmaktan korkmaktır. Buradaki korku yırtıcı hayvandan veya karanlıktan, ya da düşmandan korkmak gibi bir korku, değildir. Aksine anasının kucağındaki bir yavrunun anasından korkması veya âmiri tarafından çok sevilen bir memurun herhangi bir kusur ve hatâsı sebebiyle âmirinin   iltifatından mahrum kalmaktan korkması gibi bir korkudur. Eğitimde bir ölçü vardır: “Çocuğa verilecek en büyük ceza, onu sevgiden mahrum bırakmaktır.” Sevgiden mahrum bırakmak, en büyük ceza olduğuna göre insan sevgisiz kalmaktan elbette korkacaktır. Hz. Peygamber bir denge peygamberi olduğu için sevgi ve korkuda ortayolu tarif etmektedir. Korkusuz bir sevgiyi, ya da sevgisiz bir korkuyu değil, ikisini aynı ölçüde tutan bir anlayışı anlatmaktadır.

119)-Tasavvufun sermâyesi muhabbet ve teslîmiyyettir. Ma’nevî terakki teslîmiyyette kemâle; teslîmiyyette kemâl, muhabbette kemâle bağlıdır. Öyleyse muhabbetin gerçekleşmesi için ne yapmak gerekir? Bir bakıma vehbîolan bu devletin kesbîyönü yok mudur?

Muhabbet ve teslimiyyet arasında kurduğunuz ilgi çok güzel. Gerçekten muhabbet olmadan teslimiyyet, teslimiyyet olmadan terakki olmaz. Önce Rabia Adeviyye’nin dediği gibi “Seven sevdiğine itaat eder.” düşüncesinden hareketle gerçek sevgiye ulaşmak için kul plânında neler yapılabilir, onların üzerinde duralım:

Nefsin başka şeylere meylini azaltarak gönülden mâ-sivâ sevgisini çıkarmak. Bu da genellikle mücâhede ve riyâzatla gerçekleşir. Kur’an’daki: “Allah insanın göğsünde iki kalp yaratmamıştır.”[72] âyeti gönülde iki tür sevginin aynı anda bulunamayacağını ifâde etmektedir. Çünkü sevginin kemâli, kalbin bütün mevcudiyeti ile Allah’ı sevmesidir. Her seven sevdiğine bağlıdır ve insanın sevdiği ve bağlandığı şey, onun tanrılaştırdığı şey hâline gelebilir. Nitekim: “Nefsânî hevâsmı tanrı edineni gördün mü?”[73] âyetiyle Taberânî’nin rivayet ettiği: “Yeryüzünde Allah’ı en çok kızdıran put. kendisine tapılan hevâ ve hevestir.”[74]

İbâdet ve tâatla ma’rifeti artırmak. Ma’rifet insan kalbini bütünüyle kaplayınca muhabbetin doğmasını sağlar. Bunun yolu nafile ibâdet ve tâatlarla ruhu güçlendirmektir. Bu yolla elde edilen muhabbet, toprağı temizledikten sonra tohum ekmeye benzer. Ayrıca kudsî hadiste: “Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder, hattâ ben onu severim.”[75] buyrulmasından, sevginin kulun gayret ve himmetine göre vehbî hâle geldiği
anlaşılmaktadır.

Sâliki muhabbet ummânına garkeden şeyler vermek, bağışlamak, güzellik, kemâl ve fazilettir. Bu sıfatların kemâli de ancak Allah’ta mevcuddur. Bu yüzden gerçek sevgiye lâyık olan sadece O’dur. Sâlikin Allah sevgisine erebilmesi için şunlara dikkat etmesi öğütlenmektedir:

Allah sevgisinin meydana gelmesi için zikre devam, çünkü seven sevdiğini çok anar.

Alah’ın nimet ve ihsanını düşünmek, çünkü ihsan sevgi sebebidir.

Allah dostlarıyla irtibatı sağlam tutmak; çünkü seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever.

Allah’ın emirlerine itaat, çünkü itaat sevgi doğurur.

5-Allah’a muhabbet talebiyle dua etmek.

4- Fena- Baka ve Tecellî ile İlgili Meseleler

120)-S. a- Fenâfillâh ve baka billâh ne demektir?

C. a- Fena fıllâh, Allah’ta fâni olmak demektir. Kulun beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilâhî vasıflarla donanmasıdır. Allah’a koşup sığınmasıdır[76]. Kulun fâiliyet şuurunu kaybetmesi, “abd”ın yerine fail olarak Allah’ın geçmesidir. Kulun fiilini görmemesi diye ifâde edebileceğimiz bu halde kulun yerine Allah kâim olur; Allah görür, Allah duyar ve Allah tutar. Bu suretle: “Beri onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”[77] kudsî hadisinin hükmü, gerçekleşmiş olur. Kul, Allah ile o kadar meşgul olur ki nihayet “benlik” bilincini kaybeder. Bu hâle zikirle erişilirse “fena fi’1-Me:kûr”, muhabbetle erişilirse “fena fi’1-Mahbûb” denilir. Fenanın en yukarı derecesi “fena ender-fena” yani fena haline erme şuurundan da fânî olmaktır. Fena hâlindeki kul, bazı beşerî sıfatlarından kurtulursa da beşeriyet sıfatından tamamen çıkmaz. Böyle bir iddia yanlış olur, küfre götürür.

Baka billâh, kulda kötü sıfatların yerini iyilerinin alması, kendi sıfatlarının yerine ilâhî sıfatların geçmesidir. Nefsinden fânî olan, Hakk ile ‘ bakî olur. Allah’ta fânî olan da Allah ile bakî olur. Bakâda fena hâline göre bir bilinç hâli vardır.

121)- Tecellî-i efâl, tecellî-i esma, tecellî-i sıfat ve tecellî-i zât nedir?

– Tecellî, ortaya çıkmak ve görünmektir. Kudret-i ilâhiyye eserlerinin eşyada görünmesidir. Gaybdan gelen, kalbde zahir olan nurlar için de kullanılır. Tecellînin nasıl meydana geldiğini Allah’tan başka kimse bilemez. Âlem, tecellînin vukuu ânında hadis ve nıevcûd, ondan sonra aslına dönerek fânîdir. Fakat bu tecellîler o kadar sür’atli ve daimîdir ki iki tecellî arasında hiçbir fasıla hissedilmez. Durum böyle devam ettiğinden biz mevcudatı daimî sanırız. Tecellîde gaybdan şehâdet âlemine, karanlıktan aydınlığa çıkış sözkonusudur.

Tecellî-i efâl: Hakk Teâlâ’nın fiillerinden birinin kulun kalbine açılmasıdır. Bu mertebedeki sâlik “La faile illallah” sırrına erip bütün fiilleri Hak’tan bilir. Tecellî-i esma: Hakk Teâlâ’nın esmâ-i hüsnâsmdan bir ismin sâlikin gönlünde yer etmesidir. Böyle bir tecellîye mazhar olan kimse, o ismin nurları altında şaşkınlığa düşer. Tesellî-i sıfat: Hakk’in sıfatlarından birinin kulun kalbine açılmasıdır. O sıfatın bazı eserleri Cenâb-ı Hakk’in fazlıyla kulda zahir olur. Meselâ Hakk’in “Semî” sıfatıyla tecellî ettiği bir kul, cansız varlıkların bile söz ve teşbihini duyar hâle gelir.

Tecellî-i zât ise: İlâhî zâtın zâtı için tecellîsidir. Bu tecellî kulların idrâkinin üstündedir.

5- Telvin – Temkin Meselesi

122)-“Telvin” hakkında ne dersiniz? Bazı şeyhlerin nakışlık olarak yorumladığı bu konuda Muhyiddin ibn Arabî hazretlerinin düşünceleri farklı. Sizin düşünceleriniz nelerdir?

–  Telvin: Boyama ve renklilik demektir. Temkinin mukabili olarak kullanılır ve istikamet yolunu araştırma makamıdır. Kul yolda olduğu sürece bir halden diğerine geçtiğinden temkin ehli değil, telvîn ehli sayılır. Hakk’a vuslat gerçekleşince telvînin yerini temkin alır. Tasavvufta genelde telvin bu anlamda anlaşıldığı halde, İbn Arabî telvini en yukarı makam olarak görmektedir. Onun bu mânâda anladığı telvîni, bir önceki telvinden farklı değerlendirmek gerekir. Nitekim İbn Arabî’ye göre telvin içindeki kulun hâli, Allah Teâlâ’nın: “O her ân yeni bir işte, yeni bir tecellî ve yaratma halindedir.”[78] âyetinde belirtilen değişik tecellîlere mazhar olma hâline benzer.

İbn Arabî’ye göre temkin, telvinde temkin; yani telvine iyice yerleşmektir. Telvin kavramına yüklenen anlamlar farklı olduğu için İbn Arabî ile diğer mutasavvıfların bu konudaki değerlendirmeleri de farklıdır. Yaygın olan kanâat temkinin telvinden önde olduğudur. Ancak bu anlayış telvine yüklenen değişkenlik anlamına göredir. Ama telvini tecellilerin değişik boyutlarını idrak mânâsında anlayınca, o, tecellî ve mazhariyet gibi anlamlar kazanıyor ve temkinin önüne geçiyor.

123)-Temkin nedir? Sahv ve temkin arasında bir benzerlik var mıdır?

Telvin ile temkin birlikte kullanılan kavramlardır. Temkin telvinin zıddıdır. İstikamet üzere karar kılma, iniş ve çıkışlardan kurtulma makamıdır. Telvinde ne kadar değişkenlik sözkonusu ise temkinde o kadar karar hâli vardır. Manevî sarhoşluktan ayılma anlamına gelen sahv ile temkin arasında bir yakınlık vardır. Tasavvuf tarihinde Cüneyd sahv ve temkini, Bâyezid ise sekr ve telvîni temsil eden iki ayrı şahsiyet olarak kabul edilir.

6- Keramet- Velayet – Tasarruf Meseleleri

124)-Keramet nedir? İstidrâcla arasındaki fark nedir? Herkes keramet
gösterebilir mi?

–  Keramet, ikram, kerem, lütuf ve ihsan demektir. Mümin bir kulda olağanüstü bir hâlin zuhur etmesine denir. Ehl-i sünnet ulemâsı kerametin hakk olduğunda müttefiktir. Keramet ehli, amel-i sâlih sahibi, inançlı bir mümin olmalıdır. İnancı olmayan insanlarda görülen olağanüstü hallere keramet değil, istidrâc, sihir veya mekr adı verilir. Gösterilen şeylerin olağanüstülüğü eşit olmakla birlikte, hükmü zahir olduğu şahıslara göre değişir. Müminde zahir olunca keramet, kâfirde zahir olunca istidrâc adını alır. Keramet kevnî ve hakîkî olmak üzere iki çeşittir. Kevnî keramet olağandışı bir takım şeylerdir. Havada uçmak, denizde yürümek, gönülden geçeni bilmek gibi. Hakîkî keramet ise ilim, ma’rifet ve ahlâkla ilgli olağanüstü bîr takım meziyetlere mazhariyettir. Müridlerinin hallerini iyi yönde geliştirmek, hikmet ve bilgisiyle, iffet ve mehabetiyle etkili olup insanlardaki kötü huyları giderip iyi huylar kazandırmaktır. Bu tür kerametlere ilmî ve manevî keramet de denir. Safilerin itibar ettiği keramet bu türdendir. Halkın itibar ettiği ise kevnî keramettir. Halk şeyhinde veya velilerde bu tür keramet görmek ister. Sûfiler ise bunun mekr-i ilâhî olabileceğini söyler.

Keramet, Allah’ın bir ikramı olmakla birlikte nıu’cizeden farklıdır. Çünkü mu’cize peygamberlerin peygamberliklerini isbât için kendilerine Allah tarafından verilen olağanüstü hallerdir. Mu’cize, bir peygamberlik delili olduğu için istenilen zamanda gösterilmesi (izhârı) vaciptir. Keramet için böyle bir vücûb sözkonusu değildir. Aksine kerametin gizlenmesi (ızmârı) vaciptir. Kerametin gizliliği esas olduğundan sûfiler kerameti “hayz-ı rical” olarak görmüşlerdir. Nasıl kadınlar hayızlarını gizlerlerse ricâlullah da öylece kerametlerini gizlerler. Nasıl ki hayız görmeyen kadın, gerçek kadın sayılmazsa, kerameti olmayan kişi de rical ve velî sayılmaz. Gizlenmesi esas olmak ve kevnîsinden çok hakîkîsine meyil şartıyla keramet, safilerin ilimlerinde ve hayatlarında vardır. Ancak her isteyen kimsenin keramet göstermesi söz konusu değildir.

125)-Kerametlerde şeriata uygunluk aranır mı?

Kerametlerde elbette şeriata uygunluk aranır. Özellikle kevnî ve manevî kerametin keramet olabilmesi için inanan insandan ve şeriat ölçüleri dâhilinde olması gerekir. Varidat ve ilham türü vakıalarda da ölçü kitap ve sünnete uygunluktur. Şeyhlerin bir kısmu bu anlayışı şöyle sistematize etmişlerdir: “Gönlüme bir vârid ve ilham geldiği zaman ben şeriat ölçülerine göre iki şâhid isterim. Eğer iki şahidi yoksa tabul etmem. Bu iki şâhid kitap ve sünnettir.

126)-Bir müşid-i kâmil aynı anda bir kaç yerde görülebilir mi?

– Keramete inanan ve bunun Allah’ın bir ikramı olduğunu kabul eden kimseler için böyle birşeyin varlığını kabul kolaydır. Fakat hedef ve amaç bunlarla uğraşmak değildir. Hz. Süleyman’ın veziri Asaf b. Berihiyâ’ya Sabâ melikesi Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayacak bir zamanda Kudüs’e getirme imkânı veren Allah, elbette sâlih ve velî kuluna dilerse böyle bir güç verebilir. Buna inanırız. Ancak bunu mutlak bir üstünlük gibi saymak, bir takım iltibaslara yanlış anlaşılmalara sebebiyet verebilir. Sonuçta bir zâtın kemâlinin ölçüsü, bu tür olağanüstülüklere bağlanırsa, işte yanlışlık buradadır. Her türlü kemal, güzellik ve olağanüstülük sâdece Allah’tandır. Allah dilerse kullarım buna mazhar kılabilir. Ehl-i sünnet tasavvufunda anlayış budur.

127)-Ölü veya diri bir şeyh, müridin veya başka bir kişinin kalbinden geçeni ve gıyabî hallerini bilebilir mi?

– Bir şeyhin, müridin gönlünden geçeni bilmesi bir telepati gibi görülmemeli ve bunun Hakk’ın gönle ilham etmesi sonucu olabilecek bir olay olduğuna inanılmalıdır. Ya da   en azından bir öğretmenin tecribesi sonucu karşısına gelen talebeyi tanıması gibi insanların ruhî tecribe sonucu elde ettikleri bir beceri olarak değerlendirilmelidir. Çok özel anlamda mürşidlerin Allah’ın kendilerine bildirmeleri sonucu zaman zaman müridlerinin gönlünden geçenlere âşinâ oldukları vâki’dir. Bu tamamen Allah’ın bir inayetidir. Şeyhin bizzat şahsına âid bir durum değildir. Çünkü gönüllerde saklı olanları bilen ancak Allah’dır[79]. Dolayısıyla bildirecek olanda O’dur. Ölmüş ve beşerî faaliyetleri sona erene bir insanın böyle bir şeye ıttılaı ise tamamen vehbî ve manevî bir haldir. Tasavvufî bakımdan üzerinde durulması gerekli olan bir hal de değildir.

128)-Menâkıb kitaplarında geçen Kur’an ve sünnete ters menkıbe ve kerametler hakkında ne dersiniz? Tayy-i mekân, denizden yürüyerek geçmek, kalplerdekini bilmek gibi şeyler nasıl olabiliyor?

“Menâkıb kitaplarında geçen, Kur’an ve sünnete ters gibi görünen menkıbe ve kerametler” ibaresiyle neyi kasdettiğinizi keşke örnekle belirtmiş olsaydınız; konu daha iyi anlaşılmış olurdu. Eğer bunlarla haramları helâl, helâlleri haram yapan menkıbe ve kerametleri kasdediyorsanız, onlar için söz söylemeye bile hacet yoktur. Ancak bununla kasdedilen tayy-i zaman ve tayy-i mekân türü şeylerse bunların Kur’an’a ters olduğunu gösteren bir delil yoktur. Tayy-i zaman ve tayy-i mekân türü kerametlere İbn Teymiye gibi bazı âlimler karşı çıksa bile, ulemâ ve meşâyıhın ekserisi, Hz. Peygamber’in zaman ve mekân boyutlarım aşan, “mi’râc” mucizesine istinaden bunu kabul ederler. Çünkü her ümmete, peygamberlerinin mucizesi keramet olarak verilir.

129)-“Şiş batırma” tarzında gösterilen kerâmet hakkında ne dersiniz? Bir tebliğ metodu olarak görülebilir mi? Gösterilerden riya oluşmaz mı?

Genellikle Rifâîlerin, bazan Kadirîlerin zikir sırasında yaptıkları “şiş batırma” işine Rifâîlerin kendileri “burhan” adını vererek keramet olarak değerlendirmekten çekinmektedirler. Olayın tarikatın kurucusu Ahmed Rifâî’ye kadar uzanan bir hikâyesi var. Rivayete göre Ahmed Rifâî, hacc amacıyla Hicaz’a geldiğinde Medîne-i Münevvere’de Ravza-i mutahhere’yi ziyaret etmiş, Allah Rasûlü’ne: “es-Selâmü aleyke yâ ceddî”   (Selâm sana dedeciğim) diye selâm vermiş, kendisine kabr-i Nebi’den: “Ve aleyke’s-selâm yâ veledî”   (Selâm sana olsun ey torunum) diye cevap verilerek mübarek bir el uzanmıştı. O da uzanan mübarek eli öpmüş, çevrede bulunan mürîdân ve ihvan bu olayın şahidi olmuşlardı. İşte bu güzel tabloyu seyredenlerin, olayın cezbesi ile muhtelif yerlerine kılıç ve şiş vurdukları ve Rifâîlerdeki bu âdetin buradan geldiği söylenir. Başlangıcı tâ o dönemlere dayandırılan burhan âdeti, Rifâî tekkelerinde sessiz sedasız kendi muhib ve müntesibleri arasında icra edildiğinde hiç mesele yoktu. Ancak iş medyatik plâna çekilip milyonların gözü önünde icra edilmeye başlayınca tartışmalar gündeme geldi. Olay çarpıtılıp din ve tarikat öcü gibi gösterilmeye çalışıldı. Burhan tarikat muhitlerinde bir sevgi ve kaynaşma vesilesi gibi görülerek tebliğ aracı olarak düşünülse bile milyonlar ve kitleler için asla öyle düşünülemez ve düşünülmemelidir. Bugün kitlelere böyle bir gösteri sempatik olmaktan çok antipatik gelir. Zâten insanlar din ve tarikata bir takım olağanüstülüklerle değil, din ve tasavvufun güzelliklerini görüp dünya ve âhıret mutluluğunu kazanmak için girmelidirler.

130)-Velî ile kendini velî zanneden arasındaki f arkı açıklar mısınız?

Bu sorunun cevabını İmam Şevkânî’nin ifadeleriyle nakletmek istiyorum. İmam Şevkânî gerçek velîyi şöyle anlatıyor: “Veli, iman esaslarına inanan, Allah’ın emirlerini yerine getiren, yasaklarından sakınan, çokça tâata yönelen kimsedir. Böyle birinden şeriata aykırı olmayan bir keramet zuhur etmişse bu ona Allah vergisidir. Bir müslümanın böyle birinin kerametini reddetmesi caiz olmaz. Bu sayılan özelliklere sâhib olmayan kimse ise  velî olamaz. Böyle birinin velilik iddia ve zarını, rahmânî değil, şeytanî bir zandır. Keramet iddiaları ise şeytanın kendisini ve halkı
kandırmacasından başka birşey değildir.”[80] Şu hâle göre velî ile velayet iddiasında olan için tek ölçü: İstikâmettir.

131)-Tasarruf ne demektir? Öldükten sonra devam eder mi?

Tasarruf, iki türlüdür. Biri ilâhî yardımla tabii şartlan aşarak insanlar üzerinde bir takım olağanüstü işlere muvaffak olmaktır. Bu alenide gerçek ve yegâne tasarruf sahibi Allah’tır. Ancak Cenâb-ı Hakk bazı kullarım bu tasarrufa mazhar kılabilir. Tasarrufun ikincisi nefsin hayal gücüyle îzâh
edilen türüdür. Bu bir cem’-i himmet ve konsantrasyondur. Bu tür bir tasarruf gücü, insanda idmanla geliştiren sportmenlik kabiliyeti gibidir. Bazı insanlar böyle bir kabiliyetle yaratılır. Bu kabiliyet riyâzat ile gelişir.   Bu tasarruf gücü ulvî maksadlar için kullanılırsa faydalıdır. Fakat kötü emeller
için kullanılacak olursa makbul olmaz. Bu tür bir tasarruf gücü, dînî yüceliklerden sayılmaz, Allah nezdinde yakınlığa bir delil olmaz. Tasarrufun birinci türü bir bakıma vehbî olduğu için murâd-ı ilâhî’ye göre ölümden sonra da devam edebilir. Ancak kesbî diyebileceğimiz ve insanların bir takım temrinlerle geliştirdikleri tasarruf gücü ise hayat ile sınırlı olmalıdır.

132)-Veliler neden tasarruflarıyla kâfirleri ezmezler? Madem kerametleri var, kâfirlere karşı niçin kullanmazlar?

-Önce şunu açık ve kesin bir biçimde ifâde etmeliyiz ki, hiçbir kulun, hiçbir yaratığın mutlak bir tasarruf gücü yoktur. Peygamberlere verilmeyen bir şeyin velîlere verilmiş olması düşünülemez. Bu yüzden Allah’ın tasarrufunun dışında velîlere âid bir tasarruf düşünülemez. Velîlerin tasarrufu ancak Allah’ın tasarrufuna uygun düştüğü zaman velîlerin tasarrufu olarak adlandırılır. Kuldan zahir olan fiilin kula izafesi gibi. Bu âlemde mutlak fail ve mutasarrıf, sâdece Allah Teâlâ hazretleri olduğuna göre velîlere izafe edilen tasarruf da O’na âiddir. Velîler sadece mazhardır. Binâen aleyh velilerin Allah’ın irâdesine rağmen bu âlemde herhangi bir suretle tasarrufta bulunmaları söz konuzsu değildir. Âdetullah ve sünnetullah hükmünü icra eder. Velîlerin kâfirleri tasarruflarıyla ezmesini beklemek, âdetullaha aykırıdır. Keramet bir ikrâm-ı ilâhîdir. Sahibi vermeyince olmaz. Başkasının adına mal dağıtan bir veznedar nasıl patronundan almadan veremiyorsa, manevi tasarruf sahipleri de öyledir. Allah verirse mutasarrıf olurlar, vermezse ellerinden ne gelir? Şu kadar var ki onların nezd-i ilâhîde ibâdet ve amelleri sayesinde nazlı ve itibarlı olduklarına inanılır. Değilse velî olamazlar. Ancak velayet bir teminat değildir. Peygamberler nasıl kâfirlere karşı, beşer olmanın gereği ne yapmak gerekiyorsa onu yapmışlarsa veliler de mücâdelelerini o boyutta yürütmek durumundadırlar.

133)-Altınoluk 120. sayıda Prof.Dr. Mustafa Tahralı: “Maddeci fikir akımları sayesinde Peygamberimizin herhangi bir beşer gibi tamamen öldüğünü söyleyen ve inananlar var.” demektedir. Kur’an’ın açık beyanına göre Peygamberimiz ölmüştür. “Ölmedi” demek iman açısından bir sakınca doğurur mu?

Altınoluk’ta tasavvuf ve kalb ile ilgili bir sohbette Muhterem Mustafa Tahralı Hoca, bu anlamda bir söz söyledi. Hocamız’ın bu sözden maksadı açıktır: Hz. Peygamber’i sıradan bir beşer gibi ruhuyla, ahlâk ve mesajıyla ölü sanmamak. Çünkü Allah Teâlâ:  “Bilesiniz ki Allah’ın Rasûlü aramzdadır”[81] buyuruyor. Kur’an tarihi bir kitap değil ve hükmü baki ise Allah Rasûlü ruhu, ahlâkı ve mesajı ile diri ve aramızdadır. Allah Teâlâ hazretleri kendi uğrunda öldürülen şehidlere bile “ölüler” denilmesini istememektedir[82]. Hz. Peygamber bütün ömrünü Allah yolunda tüketmiş, âlemlere rahmet olduğuna göre, onu “ölü” olarak değerlendirmek uygun düşmez. Evet Hz. Peygamber beşer olarak ölmüştür ama, peygamber ve rehber olarak yaşamaktadır. Allah Rasûlü: “Cuma gününde bana çokça salât u selâm getiriniz. Çünkü o gün sizin salât ü selâmlarınız bana arzolunur.” buyurmaktadır. Sahâbîler: “Yâ Rasûlallah, kabrinizde çürümüş bir kemik hâline geldiğiniz halde bizim salât ü selâmlarımız sana nasıl sunulur?” diye sordular. Allah Rasûlü:  “Allah peygamberlerinin cesedlerini çürütmeyi
yeryüzüne haram kılmıştır.” buyurdu.[83] Bir başka hadiste de: “Allah’m peygamberi diridir ve Hak canibinden rızıklandırıhr.”[84]  buyrulur.

7- İstimdad- Tevessül ve Şefaat Meseleleri

134)-İstimdad; yani himmet istemenin dindeki yeri nedir? Mürşid-i kâmilin gıyabında himmet istenebilir mi? Allah’tan başkasından İstimdad; meded ve fayda beklemek var mı?

– İstimdad; yardım, meded   ve himmet istemek demektir. Önce şunu peşin olarak belirtmeliyiz: Her türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak mercii Allah Teâlâ hazretleridir. Allah’tan başkasından doğrudan yardım dilemek sözkonusu olamaz. Tasavvufta Hz. Peygamber, tarikat pîri veya şeyh gibi maneviyât büyüklerinden İstimdad, doğrudan onların şahıslarından yapılan bir taleb olarak değerlendirilmemelidir. Böyle bir İstimdad, onların ind-i ilâhîdeki derece ve değerlerinden yararlanmak için bir tevessüldür. Bu şahıslar hakkındaki manevi sevgi ve hüsn-i zannın bir ifadesidir. İnsan, beşer olmanın gereği sığınma duygusu taşır. İstimdad sığınma duygusunun bir tezahürüdür. Çocuk anne-babasına, talebe hocasına, mürid şeyhine sığınmak ve yakın olmak ister. Nasıl küçük bir çocuk anne-babasmın yanında daha güvende olduğunu sanır ve onlardan uzakta iken: “Anne!.. Baba!..” diyer kebeveyninden meded umarsa mürid de öyledir. O da kendisini mürşid ve manevî büyüklerin yanında daha bir güvende hisseder. Onlardan uzak olduğu zaman ise annesine seslenen yavru gibi onlara sığınır. Ancak mürid, sülûkünde ilerleyip fena fillâh’a erdikçe bu sığınmanın doğrudan Allah’a olması gerektiğini; şeyhine yaptığı istimdadın da aslında Allah’dan onun adına bir meded talebi olduğunu anlayıp Allah’a iltica eder.

Tasavvuftaki vahdet-i vücûd anlayışındaki “insân-ı kâmil” telâkkisi, Allah ve Rasûlü’nün ahlakıyla ahlâklanmış, kemâl sıfatlarıyla muttasıf ve Hakk’ın mazharı demektir. Bu yüzden de ruhanî bk tasarrufa mazhar kabul edilir. “Mazhar kabul edilir.” diyoruz, çünkü gerçek tasarruf Allah’ındır. Kul veya kişi, bu tasarrufun görüntüsüdür. Vahdet-i vücûd telâkkisinde bütün fiiller Allah’ındır. Kudret ve kuvvet sadece O’na âiddir. Meded ve himmet istenen kişinin bizzat kendisinde bir varlık görüp taleb ondan beklenecek olursa, elbette caiz olmaz. Sahibini şirke düşürür. Ama “yâ Rabbi, benim sana şahsım adına elimi açmaya yüzüm yok, nezdinde sevgili kulun olduğuna hüsn-i zann ettiğim falan kulun hürmetine bana meded eyle!” anlamında bir İstimdad insanın benlik duygularını da siler. Böyle bir himmet ve meded talebinin gıyâbda olması ile, huzurda olmasının bir farkı yoktur.

 135)-Allah’a ibadet sırasında veya camide şeyhten meded istemek caiz midir? Allah neden peygamberleri vesile kılmıştır? “Allah’a, peygamberine ve ülü’l-emre itaat edin” âyet-i celîlesinde geçen itaat edilecekler arasına mürşid-i kâmiller de girer mi?

– Şeyhden veya herhangi bir pirden istimdâd genellikle darda kalındığı zamanlarda yapılır. Bu işi yapacak olanın hadis ile kadimi ayırabilecek   durumda olması gerekir. İbâdet sırasında ve camide meded dilemek ancak Allah’tan olur. Çünkü namazda her rekatta Fatiha okurken: “Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz.” diyoruz. Bu da zâten istiâne ve istimdadın sadece O’ndan olacağını göstermektedir.

Allah’ın peygamberleri vesile ve vâsıta kılması, insanlara ilâhî mesajını canlı olarak göstermek içindir. İlâhî hükümlerin uygulanabilirliğini fiilen göstermek ve insanlara “nümûne-i imtisal” olmalarım sağlamak içindir. Peygamberler tebliğ ve irşâd ile hidâyetlerine vesîle oldukları ümmetlerinin örnek şahsiyetleri ve âhırette de şefâatçılarıdır. İnsan soyut konuları algılamakta zorlandığında bunları somut hâle getirmiş peygamberler işi kolaylaştırmaktadır. Peygamber vârisi ariflerin durumu da aynıdır.

“Allah’a, Rasûlu ne ve sizden olan ülü’l-emre itaat edin!”[85] âyet-i celîlesinde geçen “ülü’l-emr” birinci derecede müslümanların yöneticileridir. Bu yöneticiler kavramının içine siyâsî ve idarî otoriteyi temsil edenler girdiği gibi, manevî otoriteyi temsil edenler de girer. Çünkü onlar da insanlara manevî ve ruhî hayatlarını düzenleyecek tavsiyelerde bulunmakta ve rehberlikte bulunmaktadırlar. Hattâ bir mürid, intisâb ederken şeyhine itaat edeceğine ve onun tavsiyelerini tutacağına dâir söz vermektedir.

136)-Hastalık sırasında doktor şifâya vesîle kılınıp şirk olduğu söylenmezken bir mürşid-i kâmilin bâtını hastalıklara vesîle kılınması neden şirk olarak yorumlanıyor? Cemâat ile namaz kılarken imam, cemâat ile Allah arasında vesîle midir?

-Hastalık sırasında doktor şifâya vesîle kılınmaktadır. Aslında şifâyı verecek olan Allah’tır. Ama Allah Teâlâ herşeyi bir sebebe bağlı olarak halk ettiği için şifâyı da tedâvîye bağlı kılmıştır. Tedavi, muâlece; yâni sâdece ilaçlanmak demek değildir. Dua ve telkin de bunun kapsamına girer. Maddi hastalıkların olduğu gibi manevî hastalıkların da tedavisini verecek; hastayı hidayetle manevi şifâya kavuşturacak olan Allah’dır. Mürşid veya tabîb-i manevînin doğrudan yapabileceği hiçbir şey yoktur. O sadece aracıdır. Onun himmeti, şifâ arayan müsterşidin gayretleri, Cenâb-ı Hakk’ın inayetine mazhar olduğu zaman hidâyet ve şifâya dönüşür. Maddî hastalıklar ile manevî hastalıkların tedâvî ve şifâ bakımından birbirine benzeyen yanları çoktur. Her ikisinin de doktoru ve ilâcı vardır. Her ikisinde de “Safî” Allah’tır. Önemli olan kalblerdeki niyyetlerdir. Hasta tedaviyi doktordan görmez, Allah’dan görürse o.takdirde şirk kokusu ve korkusu maddî hastalıkta da, manevî hastalıkta da sözkonusu olmaz. Cemâat ile namaz kılarken imamın konumu vesîle olarak değerlendirmeğe uygun görünmüyor. İmam cemaatla birlikte ve onların önünde arz-ı ubûdiyyet etmektedir. Onlardan bir adım önde bulunmasının ötesinde bir konumu yoktur. Namaz kıldıran imamın cemaata vesile oluşu şeklinde bir değerlendirmeye herhangi bir yerde rastlamış değilim.

137)-Tasavvufta herhangi bir sebepten dolayı daralma veya zorlukla karşılaşma ânında tasavvuf büyüklerine sığınma vardır. “Yetiş ya Abdülkadir Ceylânı” gibi. Eğer insanlardan birine sığınmak caiz olsa Peygamberimiz buna daha lâyık değil mi? Halbuki biz günde kırktan fazla Allah’a karşı: “Ancak sana kulluk eder, ancak senden yefrdım dileriz.” diyoruz. Bunu izah eder misiniz?

İstimdâd; meded ve himmet beklemenin ne olduğunu bir önceki soruda açıklamaya çalıştık. Böyle bir sığınmanın aslında doğrudan Allah’a olması gerektiğini, belirttik. Buradaki sığınma, eğer insanlara yapılan bir sığınma olarak değerlendirilirse elbette Hz. Peygamber buna daha lâyıktır. Ancak buradaki sığınmayı beşere yapılan sığınma gibi görmemek gerekir.

Sûfîler istimdâd ve istiâne için Şeyhu’l-islâm Kemalpaşazade’nin de Şerh Hadîs-i Erbaîn’inde naklettiği “İşlerinizde şaşkınlığa düşünce ehl-i kuburdan yardım (istiâne) isteyiniz.”[86] hadisini delil sayarlar. Ehl-i kubur, ölüler veya ölümü düşünerek kendilerini ölüm sonrasına hazırlayanlardır. İnsan dünya işine dalmaktan şaşkına dönünce, kabir ehlinin hâlini, ölümü ve ölüm ötesini düşünerek kendini toparlamak ve onların hâlinden kendi hâline bir ibret yardımı alıp gönlünü Allah’a rabtetmek durumundadır. Ölüm rabıtası veya tefekkür-i mevt, insanı dünya lezzetlerine dalmaktan belli ölçüde korur. Çünkü hadis-i şerifte: “Dünya lezzetlerini unutturan ölümü çokça düşünün.”[87] buyurulmuştur. Şu halde istiâne ve istimdâd, kulluğa ruhî bir hazırlıktır. Allah’dan başkasından meded umma değildir. Fatiha’daki: “Ancak sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.” lafzı cemaatle namaz kılarken de yalnız olarak kılarken de çoğul sigası ile okunur. Aslında o lâfızda bile “biz içinizde bulunan iyilerle Senden yardım dileriz” anlamı vardır.

138)-Tasavvufta “vefatı ânında insana imanlı gitmesi için şeyhinin yardımcı olacağı” söylenmektedir. Bu duruma göre Peygamberimiz’inamcası Ebû Tâlib’e vefatı anında iman telkin edip onun kabul etmediğini nasıl izah edersiniz? O, âlemlere rahmet peygamber iken amcasını cennete sokamamıştı. Şeyhler nasıl bu işi becerecekler, delilleriyle anlatır mısınız?

Müminin mümine yardımı ancak dua ile olur. Şeyhin müridine vefatı sırasında îmanlı gitmesi için yapacağı tek şey, ona dua etmektir. Allah Teâlâ’nın, müminin, kardeşine gıyâbındaki duasını kabul edeceği hadislerde anlatılmaktadır[88]. Allah Teâlâ kulların birbirlerine olan hâlis dualarınıreddetmediğine göre şeyhin müride duası müstecâb olup kurtuluşuna vesile olabilir. Soruda zikri geçen Ebû Tâlib örneği bu konuya uygun değildir. Çünkü Ebû Tâlib henüz îmana girmemiş bir kimsedir. İmana girmeyenin hidâyete ermesi, ancak Allah’ın elinde olan bir husustur. Allah  adetâ bunu göstermek için bu olayı Kur’an’da anmıştır[89]. Fakat mümin bir müridin, îmânını kurtarması için şeyhin dua ve himmeti, Ebû Tâlib örneğinden farklıdır. Hidâyete erdirme konusunda hiç bir kimse peygamberlerden daha himmetli ve gayretli olamaz. Bu yüzden böyle şeyleri şeyhlerin olağanüstülüğü gibi görmek de göstermek de yanlış olur. Doğrusu sözün başında söylediğimiz gibi bunlar, dua berekâtıyla meydana gelebilecek
güzelliklerdir.

139)-Hz. Peygamber ashabına kendisini rabıta veya vesile ederek Allah’a dua etmelerini söylemiş midir? Örnekle açıklar mısınız?

Peygamberimiz’in kendisini vesile ederek dua etmesini emrettiğini gösteren   şöyle   bir   rivayet   vardır.   Gözleri   kapanan   bir   adam Peygamberimiz’e gelerek: “Yâ Rasûlallah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur.” dedi. Peygamberimiz şu karşılığı verdi: “Abdest al, iki rek’at namaz kıl, sonra da şöyle de: Allah’ im peygamberin Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah’ım onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur.” Ardından Hz. Peygamber şöyle ilâve etti: “Bir ihtiyâcın olduğu zaman hep aynısı yap!” Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır.”[90]

140)-İslâmı yaşamada Kur’an ve sünnet dışında vesile aramak; mürşid-i kâmili vesile edinmek caiz midir? Kur’an ve hadisteki delilleri nelerdir?

İslâm’ı kitap ve sünnet çizgisinde yaşamamıza yardımcı olacak bir mürşidi vesîle ve rehber kılmak elbette caizdir. Çünkü mürşid, insana Allah’a giden yolda canlı bir örnektir. O’nün denetim ve gözetiminde seyr u sülük insanın ayağının sürçmesini önler.

Vesîle ve tevessülün cevazını gösteren deliller vardır. Nitekim Kur’an’daki: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na yakınlaşmak için vesîle arayın!”[91] Vesilenin ne olduğu hep tartışılmıştır. Amellerin Allah’a yakınlığa vesîle olduğu, amelle tevessül edip Hakk Teâlâ’dan talepte bulunmanın cevazı hadis kaynaklarında “mağara hadisi” diye de geçen bir hadisten çıkarıldığı görülmektedir. Rivayete göre İslâm’dan önce yolculuğa çıkan ve gecelemek üzere bir mağaraya giren, orada bulundukları sırada yağan yağmurdan meydana gelen sel sularının getirdiği bir kaya ile kapıları kapanan üç genç vardır. Bu üç arkadaştan herbiri yaptıkları bir ameli arzederek Cenâb-ı Hakk’tan mağara kapısının açılmasını taleb etmişler ve her birinin duâsıyla kapı biraz açılmış, ve nihayet sonuncuda kapı tamamıyla açılıp kurtulmuşlardır[92]. Sünnette Hz. Peygamber’in hadislerinde şahıslara tevessülün cevazını gösteren örnekler vardır.[93] Yine Allah Rasûlü, fakir muhacirler hürmetine müslümanlara zafer ve yardım ihsan etmesini Allah’tan dilerdi[94]

Tevessül ya ibadet ve amellerle olur, ya da Hz. Peygamber, velî ve sâlih kişileri vesîle kılarak olur. Amellerin Hakk’a yakınlığa vesîle, Allah’ın rızâsına ermede vâsıta olduğunda şüphe yoktur. Hz. Peygamber’i vesîle almanın cevazı, kendi ifadeleriyle sabittir.

141)-Peygamberlerin, Kur’an’ın ve evliyanın şefâatları haktır. Ancak bunlardan dünyada iken şefaat istenilebileceğine dâir bildirilmiş bir nass var mıdır?

Sizin de belirttiğiniz gibi, hadislerde nebilerin, âlimlerin, şehidlerin ve sıddîkların kıyamette şefaat edeceklerine ilişkin pek çok rivayet vardır. Yukarıda vesîle konusunda zikrettiğimiz şu hadis, dünyada da Allah Rasûlü’nden şefaat talebinin cevazını göstermektedir. Gözleri kapanan bir adam Peygamberimiz’e gelerek: “Yâ Rasûlallah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur.” demişti. Peygamberimiz: “Abdest al, iki rek’at namaz kıl, sonra da şöyle de: Allah’im peygamberin Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah’ım onun hakkımdaki şefaatim kabul buyur.” demiş ve ardından Hz. Peygamber şöyle ilâve etmişti: “Bir ihtiyâcın olduğu zaman hep aynısını yap!” Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştı.[95]

Sûfiler, şefaat olayını genellikle bu dünyadan başlayarak devam eden bir iltifât-ı Nebî olarak görür ve “Şefaat yâ Rasûlallah!” derken bu heyecanı duyarlar. Allah Rasûlü’ne salât ü selâm getirirken adetâ onunla yüzyüze, gözgöze olduklarını düşünürler. Çünkü Allah Rasûlü: “Bir kimse bana selâm verince Allah bana ruhumu geri verir. Ben de onun selâmına mukabele ederim.”[96]  buyurmaktadır.

 

II – TASAVVUFİ DÜŞÜNCEYE DAİR SORULAR

A- VARLIK (VÜCÛD) MESELELERİ

142)- Vahdet-i Vücûd Meseleleri

Vahdet-i vücûd ilkesinin ilk savunucusu sayılan Hallâc-ı Mansûr şeriat mahkemelerince yargılanmış ve idamına karar verilmiş. Tasavvuf şeriatın üstünde midir ki, tasavvufcular bu şahsı savunuyorlar?

Önce vahdet-i vücûdun ne demek olduğunu belirterek sorunun cevabını verelim. İslâm tevhid dînidir. Tasavvuf da bu tevhid dîninin ruh eğitimidir. Tasavvufî eğitim, tevhid merkezli olduğu için ilk devir safîlerinden itibaren tevhid, tasavvufî düşüncenin odak noktasını oluşturmuştur, ilk tasavvuf klâsiklerinde genelikle marifet ve tevhid konusu birlikte işlenmiştir.

Elinizdeki kitabın ilk bölümlerinde de ma’rifet ve tevhid konusunun işlendiği görülmektedir. Buradaki ibarelerde ilm-i kelâm ve akâid anlamında tevhid anlayışı kadar, daha sonra vahdet-i vücûd adıyla anılacak bir tevhîdî anlayış da dikkat çekmektedir. Vahdet-i vücûd her ne kadar kavram olarak belki İbn Arabi’den sonra ortaya çıkmışsa da muhtevası itibarıyla ilk devirlerden beri bilinmektedir. el-Luma’ tercemesinde ilgili bölüme bir nazar atfetmek bu konuda bir fikir verecektir.

Vahdet-i vücûd: Gerçek varlık birdir. O da Hakk’ın varlığıdır. O’ndan başka hakiki vücûd sahibi bir varlık, O’ndan başka “kâim bi-nefsihî” bir vücûd mevcûd değildir. Diğer varlıkların vücûdu O’nun vücûduna nisbetle yok hükmündedir. Çünkü onların varlıkları O’nun varlığına bağlıdır. Bu kevn alemindeki eşya O’nun mazharı; yani zuhur mahallidir. Dolayısıyla eşyanın varlığı, gölgenin varlığı gibidir. Nasıl eşya olmadan gölge olmazsa, O’nun varlığı olmadan eşyanın varlığı düşünülemez. O’nun vücûdu yanında eşyanın varlığı yok hükmündedir.

Vahdet-i vücûd anlayışında “birlik”, bilgi ve düşüncededir. Sâlik gerçek varlığın bir tane olduğunu, onun da Hakk ve Hakk’ın tecellîlerinden ibaret olduğunu bilir. Hakk’ın dışında hiçbir şeyin hakiki bir varlığı olmadığına inanır. Ancak bu bilgi ve inanış, bir nazariye ve aklî istidlallerle elde edilen bir sonuç olmayıp riyâzat ve manevî yükseliş sayesinde ruhî tecribe ile elde edilen neticedir. Vahdet-i vücûd, kalbin manevî seyri sırasında meydâna gelir. Kaynağı ibâdetin çokluğudur. Mücâhede, dünyaya rağbeti terk, zikre devam gibi sebeplerle kalbde meydana gelen aşk ve sevgidir.

Hallaç’m şeriat mahkemelerinde yargılanması ve idama mahkûm edilmesi, şeriatın değil, o gün şeriat mahkemelerini temsil eden kişilerin hükmüdür. Bu itibarla Hallaç’ı savunup bu hükme karşı çıkanlar, aslında oradaki tarafgir tavra karşı çıkmaktadırlar. Yoksa şeriatın bir hükmüne karşı çıkmış değillerdir. Kaldı ki, şerîat mahkemelerini temsil edenlerden de Hallâc’ı haklı bulanlar vardır.

143)-“Ene’l-Hak” ibaresi şirk midir? Hallâc-ı Mansûr bu sözle kâfir olmuş mudur? Hallâc-ı Mansûr ve diğer mutasavvıflardan neden “Ene’l- Hak” lâfzı sadır olmuş da “Enellah” lâfzı sadır olmamıştır?

– Kalbin mâsivâdan arınarak Hakk’ın esma, sıfat ve zılâl nurlarına ayna olması sonucu meydana gelen şiddetli sevgi ve aşk sebebiyle sâlik, akis ve gölgeleri Hakk’ın kendisi zanneder. Hallâc’ın “Ene’1-Hakk” dediği makam burasıdır. Elini ateşe sokan kişinin yandığında can havliyle: “Yandım, ateş oldum.” demesi nasıl mecazi bir hakikati ifâde ediyorsa ve bu söz; söyleyenin gerçekten ateş olduğunu göstermiyorsa “Enel-Hak” sözü de böyle bir mecazi idrâktir. Kulun kendi fiil ve davranışlarını görmez olup kendisinde olan fillerin Allah’a âid olduğunu idrâk etmesidir.

Sen çekilince aradan- Kalır seni Yaradan

bu anlamda söylenmiştir. Bu anlamda söylenmiş bir söz, elbette küfür değildir. Ancak iltibasa müsâid olduğundan bu tür sözleri, sâdece beşerî sıfatlardan soyutlanıp ilâhî sıfatlarla muttasıf olanlar söyleyebilir. “Ene’l-Hakk” sözünün söylendiği makam Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarıyla idrâk olunduğu makamdır. “Hakk” ismi, esma ve sıfat tecellîsidir. Bu yüzden safîlerden “Ene’1-Hakk” diyenler çıktığı halde “Enallah” diyenler çıkmamıştır.

144)-Vahdet-i vücûd, İbn Arabi’nin fikri midir, yoksa ölümünden sonra talebelerinin onun fikirlerini yorumlamaları sonucu mu ortaya çıkmıştır? Ibn  Arabi  ile   ilgili  bir  takım  problemler  var.   Bunları   nasıl yorumlayacağız?

–  Vahdet-i vücûd, özü Kur’an ve sünnetten alınan, ilk devir sûfilerince tevhid olarak geliştirilen ve İbn Arabî tarafından sistemleştirilen bir anlayıştır. Ancak adının daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı, ilk defa Sadreddin   Konevi   ve   onun   talebeleri   tarafından   kullanıldığı kaydedilmektedir. Vahdet-i vücûdun en önemli problemi “vahdet-i mevcûd” denilen “Panteizm” ile karıştırılmasıdır. Panteİ7tn anlayışına göre Allah ile âlem aynı şeydir. Allah mevcûd olan şeylerin tamamından ibarettir. Tabiat bir nev’i hayal sahibi bir vahdettir ve ona ibâdet edilir. Hegel, Didero, Spinoza, Dekart, Revâkıyyûn ve İskenderiye mektebi filozofları genellikle panteisttirler. Ogüst Kant, panteizmi pozitivizm adı altında geliştirmiş ve “Allahsız kâinat, ruhsuz insan, ve cevhersiz eşya” tarzında özetlemiştir. Panteistler Cenâb-ı Hakk’ı âlemin mecmuu sayar, O’nu îcâb ve zarurete tâbi, irâde ve şuurdan mahrum olarak görürler. İbn Arabî ile ilgili problemlerin başında vahdet-i vücûd meselesi gelmektedir. Vahdet-i vücûdun problem olması, panteizmle karıştırılmaktan kaynaklanmaktadır. Sûfiler İbn Arabî’ye âid sözler hakkında genelde meskût geçmeyi salim yol olarak görmüşlerdir. O’nun arif bir velî olduğunda şüphe yoktur. Anlaşılması zor, şeriatın zahiri ile çelişir görünen sözleri ise şerh ve yoruma muhtacdır. İbn Teymiye gibi müteşeddid bir takım âlimler ona şiddetle karşı çıkarken, Kemâlpaşazade gibi onun fikirlerinin isabetli olduğunu söyleyerek savunanlar da vardır.Savunma ve itham arasında sükûtu tercih edenler de azımsanamayacak sayıdadır. Bu duruma göre İbn Arabî’nin sözlerini yorumlamak, anlayamadıklarımız hakkında sükût etmek en uygun yoldur.

145)-İbn Arabî’ye neden “Şeyh-i Ekber” denmiştir? Tarikat silsilesi var mıdır?

İbn Arabî, tasavvufî tefekkürün en önemli simasıdır. Eserler kendisinden önceki tasavvuf kültürünün sistematik ve zengin bir yorumudur.İspanya’dan Anadolu’ya uzanan; Kuzey Afrika, Mısır, Hicaz ve Şam’ı içine alan geniş bir hayat coğrafyası içinde yaşayan İbn Arabî değişik ilim ve irfan erbâbıyla görüşerek kendini çok iyi yetiştirmiş bir sûfîdir. Bu yüzden talebeleri ve sevenleri kendisini Şeyh-i Ekber diye isimlendirmişlerdir.

İbn Arabî pek çok şeyhle görüşmüş olmasına rağmen formel anlamda herhangi bir şeyhin yanında seyr u sülük tamamlamış değildir. Ancak sahip olduğu kabiliyetler sebebiyle gerek tasavvufî hayata, gerekse tasavvuf! düşünceye dâir esaslı fikir ve yorumlar ortaya koymuştur. Onun Şeyh-i Ekber sıfatına izafetle “Ekberiyye” tarikatının kurucusu olduğu söylenirse de genelde böyle bir tarikatın olmadığı kabul edilir. Kadiriyye’nin bir kolu olduğu öne sürülen Ekberiyye silsilesi, devam edememiştir. Kendisi ruhanî kişiliği sebebiyle büyük velîlerden Hz. Peygamber’e kadar pek çok kimse ile görüştüğünü kaydetmektedir.

2-Vahdet-i Şühûd Meselesi

146)-Vahdet-i şühûd nedir?

Vahdet-i şühûd, Bir’i görmek demektir. Bu âlemde gerçek varlık olarak Allah’ı görmektir. Sâlikte ibâdet, tâat, riyâzat ve mücâhede sayesinde meydana gelen ilâhî aşk ve muhabbet kulu istilâ edince vecd ve istiğrak hâli ortaya çıkar. Bu hâle eren salık, Allah’ın tecellîsinden başka birşey görmez olur. Gözünden mâsivâ büsbütün kaybolur. Sâdece Tek’i görmeye başlar. İmam-ı Rabbânî bunu güneş ışığını gören kimsenin yıldızları görmemesi misaliyle açıklar. Güneş ışığı ortaya çıkınca yıldızlar görünmez ama, büsbütün yokolmuş değillerdir. Sâdece daha güçlü bir ışık onların ışığının görünmesine engel olmuştur. Vahdet-i vücûdda Hakk’ın tecellîsini müşahede eden, diğer varlıkları görmese de, yok olduklarını iddia edemez. Yine İmam-ı Rabbânî’ye göre Hallâc’ın “Ene’1-Hakk” sözü ile Bistânıî’nin “Sübhânî” sözü vahdet-i şühûd makamında söylenmiş sözlerdir. Şühûd hâline eren kimsenin gözünde mâsivâ müzmahil olduğu; “Sen çıkınca ardan kalır seni Yaradan” sırrı gerçekleştiği için sâlik, “Ene’1-Hakk” derken “Hakk Hakk’tır, ben değilim” demektedir. Değilse, böyle bir sözü kendisini görerek söyleyen küfre düşer.

147)-Vahdet-i vücûd ile vahdet-i şühûd arasındaki f ark nedir?

– Vahdet-i vücûd İbn Arabi’ye, vahdet-i şühûd ise İmam-ı Rabbânî’ye izafe edilen varlık ile ilgili düşüncelerdir. İmam-ı Rabbânî, kendisinden önceki Nakşî meşâyıhınm aksine vahdet-i vücûd görüşüne karşı çıkmış, vahdet-i şühûdu savunmuştur. Onun vücûd fikri yerine şühûd görüşünü savunmada haklı bir takım gerekçeleri vardır. Bunların başında devrin sultanı Ekber-Şâh’ın Hindu, Hristiyanlık, İslam ve Zerdüştlük’ü birleştirerek yeni bir din ortaya koymaya çalışması ve bu yeni dinde vahdet-i vücûda yakın panteist görüşlerin hâkim olmasıdır. İmam-ı Rabbânî böyle bir vasatta vahdet-i vücûda karşı çıkmış ve daha kolay anlatılıp anlaşılabilecek vahdet-i şühûdu savunmuştur. Bu iki görüş arasındaki başlıca farkları şöyle özetlemek mümkün:

Vahdet-i vücûd anlayışına göre eşya, Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tecellîleridir, aynı değildir. Vahdet-i vücûdda: “Heme O’sı” (Herşey O’dur) sözü temel iken vahdet-i şühûdda: “Heme ez-O’st” (Herşey O’ndandır.) anlayışı esastır. Vahdet-i vücûd varlığın bir olduğunu bilmek, Bir’den başka varlık olmadığına zanıı ve itikad etmektir. Bu düşünce “ilme’l-yakîn” mertebesidir. Vahdet-i şühûd ise “ayne’l-yakîn” makamının gereğidir ve fena ile gerçekleşir. İmam-ı Rabbânî’ye göre vahdet-i vücûda kail olanların dereceleri vahdet-i şühûda kail olanlardan daha aşağıdadır.

3- Ricalü’l gayb Meselesi

148)-“Ricâlü’l-gayb, üçler, yediler, kırklar” vb. bir sürü kavram var. Bunları ayet, hadis ve sahabenin dilinden anlatabilir misiniz?  Eğer âyet ve hadislerde yoksa, bunlar kim tarafından ve ne maksadla dine sokulmuştur? Varsa bu görevliler kimlerdir? Görevleri nelerdir?

Ricâlü’l-gayb, gayb erenleri, bilinmeyen Hakk dostları demektir. Ricâlü’l-gayb, Allah dostluğunun gizliliğinden kinayedir. “Rabbının ordularını O’ndan başka kimse bilmez.”[97] âyetinin ifâde ettiği anlam da budur. Ricâlü’l-gayb ile ilgili en eski kaynaklar, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i ile Hakim Tirmizî’nin eserleridir. Özellikle şu hadis-i şerif, mutasavvıfların üçler, yediler ve kırklar gibi değişik isimlerle andığı gayb erenlerinin mesnedi sayılmıştır: “Bu ümmetin içinde İbrahim tabiatı üzere kırk, Musa tabiatı üzere yedi, Isa tabiatı üzere üç, Muhammed fıtratı üzere bir kişi bulunur. Bunlar derecelerine göre halkın efendisi sayılır.”[98] Hadislerde daha çok, “abdal” kelimesi yer almakta, bazan da aynı kökten “büdelâ” kelimesi kullanılmaktadır. Abdal kavramı önceleri âbid ve zâhid sûfilerle birlikte muhaddis ve fakihler için de kullanılmıştır. Hattâ abdal hadislerini Müsned’inde nakleden Ahmed b. Hanbel, yeryüzünde muhaddislerden başka abdal tanımadığım söylemektedir.

Herkes tarafından kolayca tanınmayan veya gizli bir takını sırlara vâkıf olan “ricâlü’l-gayb”m kendi içinde hiyerarşik bir düzeni vardır. Bu düzenle ilgili bilgiler, İbn Arabî öncesi kaynaklardakilerle İbn Arabi sonrası kaynaklardakiler birbirinden farklıdır. Ebû Bekir Kettânî’ye izafe edilen bir tasnifte ricâlü’1-gayb aşağıdan yukarı doğru nukabâ, nücebâ, abdal, ahyâr, umed ve gavs şeklindedir. İbn Arabi’nin tasnifine göre ise nücebâ, nukabâ, ebdâl, imâmeyn ve kutub şeklindedir.

Bunların görevleri âlemdeki manevî ve ruhanî düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için çalışmak ve dua etmektir. Nasıl siyâsi ve maddi idarede bir görev taksimi varsa, bu görünmeyen maneviyat erlerinin de kendi aralarında bir görev taksimatı vardır. “Kutbu’l-aktâb’ devlet başkanı gibidir. Diğer kutublar, bakan ve vâlîler konumundadır. Süfilere “sultan” ve “şah” gibi unvanların verilmesi, bu sebeple olsa gerektir. Bunlar bir bakıma “leşker-i duâ”dır. Peygamberlerden bedel kişilerdir. Allah’ın yeryüzünü kendilerine müsahhar kıldığı, hilâfet sırrına ermiş kimselerdir. Onlar âlimin intizâm sebebidir. Ama kimler oldukları genellikle gizlenmiştir.

149)-Kutub, kutbu’l-aktâb, gavs ve gavs-i a’ zam gibi kavramlar ne demektir?

–  Kutub: Lügatte değirmen taşının ortasında bulunan iğe verilen addır. Tasavvuf ıstılahında bazan ibâdet ve ahlâk konularında en üstün kişi anlamınadır. Tevekkül ve teslimiyet kutbu gibi. Bazan en büyük velî ve ricalin başı, Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibi kişi demektir. Bu anlamda her devirde kutub bir tanedir. Bir de Hz. Peygamber için kutub denildiği vâriddir. Kutbu’l-aktâb, kutuplar kutbu, başkutub demektir. Genellikle tarîkat pirleri hakkında kullanılır bir tabirdir. İbn Arabî bu kavramı “hakîkat-i Muhammediyye” anlamında kullanmıştır. Gavs: Darda kalındığında kendisine iltica ve istimdâd edilen kutup demektir. Gavs-i a’ zam ise Abdülkadir Geylânî hazretlerinin sıfatıdır.

150)-Bütün tarikat mensupları, şeyhlerini “gavs, kutub, kutbu’ l-aktâb” diye anmaktadırlar. Bir şeyhi o makama kim tayin ediyor? O makamaçıkmış bir kişi ne yapar? Birçok kişi aynı sıfatı paylaştığına göre bu teaddüd nasıl izah edilecektir?

– Her tarikat mensubunun kendi şeyh ve mürşidini kutub ve gavs görmesi gayet tabiidir. Bu ilâhî bir taksim ve gizli olduğundan kimlerin kutub olduğunun bilinmesi herkes için mümkün değildir. Ancak bir önceki sorunun cevabında da belirttiğimiz gibi kutupluk, ibâdet ve fazîlet konularında da olabildiğine göre her şeyh kendi kabiliyetine göre bir konuda kutub olabilir. Kimi muhabbette kutubdur, kimi irşâdda kutubdur. Kimi tevekkülde, kimi de teslimiyyette. Böylece kutublukta teaddüd endişesi ortadan kalkar. Her müridin kendi şeyhini kutub görmesi tabii hâle gelir.

151)-Abdal, nücebâ, evtâd ve aktâb hakkındaki hadislerin uydurma olduğu söyleniyor, aslı var mıdır?

– Abdal, nücebâ, evtâd ve aktâb hakkındaki hadislerle ilgili çok değişik değerlendirmeler vardır. Bu konuda en aşırı ve sert tavrı sergileyen İbn Teymiye bile hadislerin bir kısmının özellikle “abdal” hadisinin İbn Hanbel’in Müsned’inde yer almasından dolayı, reddedememiştir. Müsned’de yer alan rivayetler şöyledir: “Bu ümmet içinde İbrahim (a.s.)’e benzeyen abdal otuz kişidir. Bunlardan biri ölünce Allah yerine bir başkasını geçirir.”[99]; “Abdal, Şam halkındandır ve kırk kişidir. Ölenlerin yerine Allah başkalarım geçirir. Yağmur onlar sayesinde yağar, halk onlar sayesinde düşmana karşı muzaffer olur…”[100] Diğer kaynaklarda da bu konuda rivayetler bulunmaktadır.

4- Hızır ile İlgili Meseleler

152)-Tasavvufta Hızır anlayışı nedir? Kısaca açıklar mısınız?

Kur’an’da Kehf sûresinde (61-82 âyetler arası) Musa ile ilgili kıssası nakledilen Hızır konusu, ulemâ tarafından değişik şekillerde yorumlanmıştır. Kimileri onu bir peygamber, kimileri sâlih bir kul gibi görmüşlerdir. Kimileri onun yaşadığını; kimileri de öldüğünü öne sürmüşlerdir. Safilerin Hızır konusunda kanâatları onun yaşadığı görüşünde yoğunlaşmaktadır. Nitekim ilk tasavvuf klâsiklerinden itibaren safilerin Hızır’la görüştüğünü gösteren rivayetler vardır. Ebû Tâlib Mekkî, Hızır’ı Allah’ın askeri saymakta ve yeryüzünde bilinmeyen velîlerin reisi olarak görmektedir.[101]

Hızır, Kur’an’da ilgili kıssada geçtiği gibi olayların içyüzünü kavrayan özelliği sebebiyle ilm-i bâtın için de remiz ve sembol sayılır. İbn Arabi’ye göre âlem-i misâlde müşahede edilebilen bir yapıya sahiptir. Onun sûret-i melekiyyesi, beşeriyyet sureti üzerine galiptir. Bu yüzden gözlerden gizlidir. Hayat-ı nûrâniyye ve rûhâniyye ile diridir. Eğer sûrî hayatı söz konusu olsa kendisinin Hz. Peygember’den önce vefat etmiş olması gerekirdi.[102]

153)-Hızır (a.s.) yaşıyor mu? Görevi nedir?

– Hızır (a.s.), yukarıda da geçtiği gibi, sûrî vücûdu ile değil, ruhanî ve manevî kişiliği ile yaşamakta ve âlem-i misâlde müşahede edilebilmektedir. Hızır, bir bakıma kutup görevi yapmakta, darda kalanların imdadına koşmakta, Hakk’ın inâyetiyle hayırların fethi ve serlerin def’ine ma’nen yardımcı olmaktadır.

5-Mehdi ile İlgili Meseleler

154)-Gerçek Mehdî-i Rasûl hakkında bilgi verir misiniz?

– Mehdî lügat anlamı itibarıyla yol gösterici, hidâyet vesilesi demektir. Kıyamete yakın zuhur edecek olan ve insanları yeniden îman ve İslâm’a çağıracak Hz. Peygamber neslinden gelecek mürşid-i kâmil hakkında kullanılır bir tabirdir. İbn Arabî ve ondan sonraki tasavvuf çevrelerinde kabul gören görüşe göre Mehdî, Allah’ın kendisine vereceği kudretle zulmün yerine adaleti, cehaletin yerine ilmi, fakirliğin yerine zenginliği, zaafın yerine kuvveti ikâme edecektir. Yeryüzü zulümle dolmuş iken o, orasını adaletle dolduracaktır. Malı halka eşit dağıtacak ve halka adaletle muamele edecektir. Mehdî ümmetin zaafını kuvvete çevirecek; bu da gerek silâh gücü, gerekse cemâat bereketi ile olacaktır.[103] Şia’da da mehdîlik inancı vardır. Hattâ bu sebeple sünnî çevrelerle tasavvuf muhitlerindeki mehdî düşüncesinin oradan alınmış olduğunu söyleyenler vardır. Ancak Şia’daki Mehdî inancı, kaybolan onikinci imamın vakti gelince yeniden zuhuru şeklindedir. Tasavvuftaki mehdîlikte ise böyle bir gaybubet fikri yoktur. Kanâatımızca Mehdî konusunda düşülen en büyük yanlış, bir beklenti içine girip insanların kendi -yapacakları işleri Mehdî’ye havale etmeleridir. Mehdî gelecek ve herşeyi düzeltecek anlayışıdır.

155)-Bazıları şeyhlerini “Mehdî” diye tanıtıyorlar. Olabilir mi?

Mehdî’nin genelde kabul gören şartlara göre ehl-i beyt soyundan olması, bir önceki sorunun cevâbında zikrettiğimiz özellikleri taşıması gerekir. Tarih boyunca bu özelliklere sahip olmayan pekçok mehdîlik iddiasında insan gelip geçmiştir. Bugün de olabilir. Ama bunların Mehdî-i Rasûl anlamında bir mehdî olmadıkları kesindir. Mehdî’nin lügat anlamı yol gösterici ve mürşiddir. Bu anlamda müridlerin şeyhlerine Mehdî demelerinde bir mahzur yoktur.

 

B- BİLGİ (MA’RİFET) MESELELERİ

l- Keşf – Mükâşefe ile İlgili Meseleler

156)-Keşf ve mükâşefe ne demektir?

– Keşf, perdenin açılması ve yükselmesi suretiyle bazı şeylere muttali’ olmak, gizli olan bir takım hususların zahir ve açık hâle gelmesi, gayb olan şeylerin nıeşhûd olmasıdır. Yani karanlık bir gecede çakan bir şimşeğin ortalığı aydınlatması gibi, keşf de anî bir aydınlanma ile bazı örtülü ve karanlık şeyleri ortaya çıkarır. Keşf, genellikle belli riyâzat ve mücâhede sonucu bir takım kabiliyet ve melekelerin iyice geliştirilmesi ve ruhî bazı güçlerin meydana çıkarılmasıdır. Bugün insanlarımızın çoğu, mücâhede ve riyâzat sonucu ruhanî lezzetlere, keşf ve kerametlere ermeyi umar. Halbuki mücâhede ve riyâzat,   vecd ve keşf, asla gaye değil, belki vâsıtadır. Halk, Allah’a yakınlıkta hiçbir anlam ifâde etmediği halde keşf ve mükâşefeyi kemâl alâmeti olarak görür. Halbuki keşf, bir isti’dâd işidir.

157)-Hz. Ali “Görmediğim Allah’a inanmam” diyor. Başkaları da buna benzer şeyler söylüyorlar. Bu konuda bilgi verir misiniz?

Hz. Ali ve diğer İslâm büyüklerinden sâdır olan bu tür sözler, îmanda ayne’l-yakîn  ve  hakka’l-yakîn  mertebelerini  ve  ihsan kıvamını göstermektedir: “Allah’ı görürmüşcesine kulluk.” Bir bakıma “vahdet-i şühûd” da diyebileceğimiz bu makam, Allah’a îmanın şühûda dönüştüğü makamdır. Burada görmekten kasdedilen illâ basar gözüyle Allah’ın zâtını görmek değildir. Bu görme basiretle Allah’ın kudretini, yüceliğini ve bir oluşunu, sıfat ve isimlerinin tecellîlerini görmektir. Sıfattan mevsûfa geçip Hakk’ı idrâk etmektir.

158)-Tasavvufta gizlilik ilkesi ve sırrı ifşa mes’elesi nedir? İslâm’da herşey açık ve net değil midir? İslâm muammalar dini olmadığı halde tasavvuftaki bu bilinmezler neyin nesidir? Âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerle îzâh eder misiniz?

– Tasavvufta Allah’ın velî kullarına bahşettiği; şahıslarına münhasır bilgileri gizlemeleri esası vardır. Nitekim ilk sûfî müfessir ve müelliflerden sayılan Kuşeyrî bu konuda şunları söylemektedir: “Âlimler ilmi yaymak borcundadırlar. Velîler ise sırları gizlemek durumundadır. Eğer bilginler ilmin delillerini gizleyecek olurlarsa kendilerine cehennem ateşinden yular takılır. Veliler ise kendilerine verilen sırları ifşa edecek olurlarsa bu sırlar kendilerinden alınır.[104]

İslâm’ın ahkâm boyutunda, günlük hayat ve sistem plânında getirdiği bütün ilkeler net ve açıktır. Ancak bu ilkelerin özellikle gönül âleminde yorumlanması ve Hakk’m tecellîlerinin algılanması herkes için farklıdır. Herkesin görmediğini görebilecek bir göz, herkesten farklı şeyler duyabilecek bir kulak, elbette başkaları tarafından yadırganacaktır. Bu durumda farklı şeyler duyan bir kimsenin bunu duymayanların yanında ifşa etmemesi kendisi için daha sağlıklı bir yoldur.

Bu konuyu şöyle bir örnekle açıklayalım. Bugün radyo ve televizyon aracılığı ile atmosferdeki radyo-aktif dalgalarının yansıttığı ses ve görüntüleri algılayabiliyoruz. Radyo ve televizyonun icad olmadığı bir zamanda havanın içinde bu dalgalar yok muydu? Elbette vardı. Ama onları alacak cihazlar yoktu. Bu cihazın olmadığı zamanlarda bu sesleri duyabilecek bir kulağa sahip birisi bunlardan haber verse, insanlar kendisine karşı çıkarak “bu adam deli” diyebilirdi. Çünkü insanlar için ölçü kendileridir. İnsanın ibâdet ve tâat sonucu hissettiği bir takım hazlarla, gördüğü bir takım vakıalar ancak kendini ilgilendiren ve bağlayan şeylerdir. Nitekim müfessir Âlûsî: “Hayır, o (Kur’an) kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde (yer eden) apaçık âyetlerdir.”[105] âyetini velîlerin ve sûfilerin gönlüne doğan bir takım sırları gizleme konusunda delil olarak göstermekte ve bu tür hakikatlarm rabbânî âlimlerden başkasına açıklanmaması gerektiğini belirtmektedir.[106] Ayrıca herkese anlayabileceği dilden konuşmak esastır. Nitekim hadiste: “İnsanlara anlayabilecekleri hiçinde konuşun. İyi anlatılamadığı için Allah ve Rasûlu nün sözlerinin yalanlanmasını ister misiniz?”[107]

2- İlham – Rüya ile İlgili Meseleler

159)-Bazı tarikatlarda rüya ile ders geçilmektedir. Bunu nasıl îzah
edeceksiniz?

–  Sorunun cevabına geçmeden önce rüya hakkında kısaca bilgi verelim: Rüya, uyku hâlinde zihinde beliren düşünce ve olaylar demektir. Rüyanın yoruma bağlı olarak delil olabileceği konusu Kur’an’da da geçmektedir. İbrahim’in oğlu İsmâili’i rüyasında kurban ederken müşahede etmesi[108], Yûsuf’un rüyasında onbir yıldızın kendisine secde ettiğini görmesi[109] , Mısır melikinin gördüğü rüya[110] ile Hz. Peygamber’in Mekke fethine dâir rüyası[111] ve bu rüyaların doğru çıktığı  Kur’aıı’da anlatılmaktadır. Hz. Peygamber’in: “Müminin rüyası nübüvvetin kırkaltı cüz’ünden biridir.”[112] buyurması,peygamberliğinin ilk altı ayındaki rüyalar gibi müminlerin gördükleri sâdık rüyaların hak olduğuna işarettir. Nübüvvet kapısının kapandığı, ama sâdık rüya kapısının açık olduğu şeklindeki hadisler”[113], rüyanın bir bilgi edinme yolu olabileceğine işaret etmektedir.

Sûfiler, özellikle nefsânî tarikat mensubu olan Halveti ve Kadiriler ders geçme ve manevî yükselişte rüyayı bir ölçü ve değerlendirme aracı olarak görürler. Sâdık rüyaların varlığı âyet ve hadislerle sabit olduğuna ve bugün psikanaliz metodu olarak nüyalardan yararlanıldığına bakılırsa bunun çok şaşılacak bir yanı olmadığını sanıyorum. Bu iş bir yoğunlaşma, arınma ve insıbâğ meselesidir. Şuuraltına hükmedebilme meselesidir. Rüyanın görülmesi kadar yorumu da önem arzeder. Bu iş bir ilim hâline gelmiş ve görülen rüyadaki sembollere göre rüyalar tabir edilmiştir.

160)-İlham nedir? Şeriata uygun olan ilhamın   muhatab   ve üçüncü şahısları bağlamadaki hükmü nedir? İlham, şer’î mükellefiyetin hükmünü yükseltebilir mi?

İlham: Bildirmek ve haber vermek demektir. Kur’an’da: “Andolsun nefse ve ona bir takım kabiliyyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene!..”[114] âyetinde geçen bu kavram, tasavvufta feyz yoluyla kalbe gelen özel anlam ve bilgi demektir. İlhamın kaynağı ya melektir, ya da doğrudan Allah’dır. İbn Arabî, velîlerin ilhamı peygamberlerin vahiy aldığı kaynaktan aldıklarım belirtir.”[115] Allah dilediği kullarına ilham yoluyla diğer insanların göremediği bazı şeyler gösterebilir. Ancak sûfilerin genelde kabul ettikleri görüşe göre bunlar başkaları için hüccet olmaz. İlham, müctehidin içtihadı gibi taklid edilemez. O belki sadece işârî yorumlarda bir bilgi kaynağı alarak değerlendirilebilir. İlham, muhatabının şer’î mükellefiyetini olmasa bile, şahsî sorumluluğunu artırır. Başkaları için nevâfil olan şey, ilham ile taayyün etmiş kişilerde vücûb derecesine çıkabilir. Ancak bunlar istisnaî olaylar ve istisnai kişilerdir.

3- Zahir – Bâtın Meselesi

161)-Bazı büyüklerin “şeriatın bir zahiri, bir de bâtını vardır” demelerinin mânâsı nedir?

– Bu sözün iki boyutu vardır. Birincisi: Şeriatın ahkâm olarak bir insanın dış organlara taalluk eden tarafı, bir de sadece kalbe mutaallık tarafı vardır.Kalbe ilişkin ahkâm bâtın konusunu, organlara ilişkin ahkâm ise zahir konusunu teşkil eder. İkinci ise âyet ve hadislerin hemen doğrudan lâfızlarından anlaşılan bir anlamı vardır. Buna zahir denilir. Bir de anlaşılması biraz tetebbu isteyen, diri bir gönül ve ilhama bağlı bulunan ve zahirî anlamlarla çakışmayan manası vardır ki buna da bâtın denilir. Tasavvufta zahir ve bâtın konusunun her iki boyutunda, zahir çok önemlidir ve ondan vazgeçilmesi sözkonusu değildir. Zahir ulemâsını bâtınî mânâlar konusunda telâşlandıran zahiri hiç kabul etmeyen ve kendi görüşlerini zahirî düşüncenin alternatifi sayan Batınîlik cereyanı mensuplarıdır. Sûfilerin bâtınîlik anlayışının Batınîlerle bir ilişkisi olmadığı gibi onlar, kendilerini zahirin alternatifi gibi görmezler. Aslında bunlar birbirinin bütünleyicisidir. Tek başına birini alıp diğerini red ve inkâr yerine, ikisi i de kabul en uygun olanıdır.

162)-Bâtın mânâları sadece tasavvuf ehli mi anlayabilir. Tefsirlerde bâtınî açıklamada bulunan müfessirlerin görüşlerine mi, yoksa zahirî açıklamada bulunanların görüşlerine mi inanmak gerekir?

-Zahirî mânâlar çalışıp öğrenmekle elde edilebilecek konular olmakla birlikte bâtınî mânâlar riyâzat ve mücâhedeye bağlı birer mevhibe kabul edilmektedir. Nitekim müellifimiz Ebû Nasr Serrâc: “Allah, Nimetlerini zahir ve bâtın olarak size bolca ihsan etmektedir.”[116]  âyetindeki zahirî nimet, Allah’ın zahirî organlara bahşettiği tâat ve ibâdetlerdir. Bâtınî nimet ise Allah’ın kalbe ihsanlarıdır, der ve zahirin bâtından; bâtının zahirden müstağni olamayacağını belirtir. Devamında “Halbuki onu Rasûl’e ve aralarındaki yetki sahibi kimselere götürselerdi onların arasında işin işyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirdi.”[117] âyetinde istinbât lafzıyla; işin içyüzünü anlayanlar olarak ifâde edilen kimselerden maksad ilm-i bâtın ehli olan tasavvuf erbabı olduğunu belirtmektedir.

Tefsirlerinde batınî açıklamalarda bulunanların görüşlerine de zahirî açıklamalarda bulunanların görüşlerine de inanmak gerekir. Daha önce de belirttiğim gibi bunların biri diğerinin alternatifi değildir. Aslolan zahirî anlam olmakla birlikte bâtını mânâlardan da müstağni kalmamak gerekir.

-163)-Altınoluk Dergisi’nin Nisan 1996 sayısının 54. sayfasında bir reklammetninde aynen şöyle yazıyor: “Ehl-i sünnet’in meşhur fakih ve kelamcısıEbu’l-Leys Semerkandî’nin şeriat ile tasavvufu ince ve hassas bir şekilde ağdaştırmış olması gerçekten hayret edilecek bir durumdur.”Acaba eriatle tasavvuf neden bağdaşmamaktadır?

– Yukarıda alıntısını yaptığmz söz, biraz amacını aşmış görünüyor.Herhalde fıkıh ile tasavvufun birbirinin yerine kaim olmak için hasmâne bir tavır içinde bulundukları iddiasına cevap olmak üzere söylenmiş olmalıdır. Yoksa şeriat ile tasavvufun çelişen yanı olamaz. Zâten şeriatla çelişen bir tasavvufu tasavvuf saymak mümkün değildir. O olsa olsa, bâtıl bir batınî
fırka olabilir.

Bu sözle kasdedilen, iyi bir zahir âliminin tasavvufun ince me’elelerini bile, hiç kimsenin itiraz demeyeceği bir üslûb ile açıklamış olmasıdır. Kafalarda istifhama medar olacak şeyleri eserine almamasıdır. Keşf ve ilham konularını anlatırken belirttiğimiz gibi, sûfilerin sâdece kendi aralarında konuşmaları gereken bir takım sırrî ve keşfî bilgileri vardır. Bunlar konuşulduğunda herkes tarafından hemen hüsn-i kabul görmeyebilir. Bunlar tasavvufun bilgi boyutunu oluşturmaktadır.

Tasavvufun bir de eğitim boyutu vardır. Bu konudaki esaslar genellikle kabul görmüş şeylerdir. Semerkandî de eserinde eğitim türü tasavvufî bilgileri kullanarak tartışmaya medar konulara girmemiştir.

 

4- Ledün ilmi Meselesi

164)-İlm-i lediin nedir? Nasıl bir ilimdir? Biz bu ilme sadece tasavvuf kaynaklarında rastlıyoruz. Kur’an ve sünnette böyle bir şey var mıdır?

– Ledün kelimesi, Türkçe’de “nezdinde, yanında” mânâsını taşıyan Arapça “inde” kelimesi ile eş anlamlıdır. Kur’an’da pekçok yerde geçen bu kelime, Kehf sûresinde Mûsâ-Hızır kıssasında da geçmektedir: “Biz ona katımızdan (ledün) bir ilim öğrettik.”[118] Âyette geçen ledünnî ilim, gaybî ilim ve ilâhî esrarı kavrama anlamındadır. Musa’ya Hakk katından peygamber olması sebebiyle verilen ilim, dînî hükümlerdi. İbâdet, muamelât ve ahlâk bilgisiydi. Hızır’a verilen bilgi ise olayların ve eşyanın sırlarını kavrama bilgisiydi. Nitekim bu olayları anlatan bir hadis-i şerifte Hızır’ın Musa’ya şöyle dediği rivayet olunur: “Yâ Musa, ben Allah’in bana öğrettiği bir ilme sahibim ki, sen onu bilmezsin. Sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilme sahipsin ki, ben onu bilemem.”[119]

Ledünnî ilim, melek veya peygamber aracılığı olmaksızın doğrudan Cenâb-ı Hakk tarafından öğretilen bir ilimdir. Ledünnî ilmin varlığı kitap ve sünnetle sabittir, boyutu ve sınırı tartışma konusudur.

165)-Keşf ile ledün ilmi arasında bir ilişki var mıdır?

– Keşf, gerek vücûd, gerekse şühûd açısından; yani gerek görmek suretiyle, gerekse idrâk yoluyla perdenin arkasındaki gizli mânâlara muttali’ olmaktır. Kur’an’da insanın gözünden gaflet perdesi kalkıp basiretle kâinata baktığında çok ince bazı sırlara âşinâ olabileceğine işaret edilmiştir. “Andolsun sen gaflette idin; derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.”[120] Yani artık ilâhî incelikleri görebilecek bir basirete sahipsin. Keşfî bilgi ile ledünnî bilgi arasındaki fark, birincisinde kulun kesbinin rolüdür. Çünkü keşfin meydana geldiği sırada ıesbîti yapan yine kuldur. Ledünnî bilgi ise doğrudan Allah tarafından kalbe gelen bilgidir.

5- Şatahât veya Şathiyyâtla İlgili Meseleler

166)-Şatahât veya şathıyyât nedir?

-Şatahât veya şathıyyât: İlâhî feyz ve kuvvetli tecellîlerle coşan ve taşan velîlerin taşkınlıkla gayr-ı ihtiyarî söylediği; içinde iddiaya benzer tarzda anlamlar bulunan; zahiri itibarıyla şerîata aykırı düşen sözler. Bu sözleri söyleyenler çoğu zaman üzerlerindeki bu sekr hâli geçtikten sonra söylediklerine pişman olup tevbe ederler. Yaşantıları İslâmî esaslara uygun olan kimselerin ağzından çıkan şathiyyeler kabul edilmese bile kendilerine saygı duymak ve bunların farklı duygularla söylenmiş olduğunu düşünmek gerekir. Yaşantısı bozuk ibâhî-meşreb kimselerin şathıyyeleri zâten hiç kale alınmaz. Hallâc’ın “Ene’1-Hakk”, Bâyezid’in “Sübhânî” sözü şathıyye olarak değerlendirilir.

167)-Bâyezîd Bistâmî: “Ya Rabbi beni kızdırma! Yoksa senin merhametini bütün insanlara anlatırım da kendine ibadet edecek bir tek kul bulamazsın” diyor. Peygamber Efendimiz: “Ben Allah’ın habibiyim, fakat ondan en çok korkanızım” buyuruyor. Bu ikisini nasıl bağdaştırabiliriz?

-Bâyezîd’in şathıyye türünden söylediği bu sözünde şu hadîs-i şerife telmih var: Allah Rasûlü terkisinde bulunan genç sahâbî Muâz’a hitaben: “Allah gönülden sıdk ile kelime-i şehâdet getiren kimselere cehennemi haram kılar.”   buyurdu. Muâz hemen: “Bunu insanlara haber vereyim de sevinsinler?” dedi. Fakat Allah Rasûlü:  “Onların buna güvenip tenbel davranmalarından korkarım.” buyurdu.[121] Başka hadislerde Allah Teâlâ’nın merhametini gösteren değişik rivayetler yer almaktadır. Hadiste geçen müjde, insanların tenbel davranmalarına sebeb olabildiğine göre bu konuda dikkat gerekmektedir. Bâyezid’in sekr hâlinde söylediği bu şathiyye, kendisini ibâdetten uzak görmek fikrine yönelik değildir. Aksine halkın Allah’ın rahmetini bilmelerinin böyle bir gevşemeye düşürebileceğini teyiddir. Allah Rasûlü temkin ve denge peygamberi bulunduğu ve her an yeni tecellîlere mazhar olduğu için bir önceki hâlinden tevbe durumundadır. Ama velîlerin hiçbirinin durumu Allah Rasûlü’nün durumuna denk olamaz.

C- İNSAN VE İNSAN-I KAMİL

l- İnsan ve İnsan-ı Kâmil ile İlgili Meseleler

168)-İnsan niçin yaratıldı? Allah’ı bilmek için mi? Kulluk için mi? Yoksa muhabbet için mi? Ma’neviyâtta öncelik muhabbete mi, ma’rifete mi,
yoksa ibadete mi verilmeli?

İnsanın yaratılışını gayesini gösteren üç âyetten ikisinde insanın boş yere yaratılmadığı[122] ve başıboş salıverilmeyeceği[123] belirtilmektedir. Üçüncü âyette ise Allah Teâlâ “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler dile yarattım.”[124] buyurmaktadır. Âyette yaratılış gayesi olarak “kulluk” öne çıkmaktadır. Bu âyetin tefsirinde İbn Abbas’dan naklen “Beni tanısınlar” yorumu ile ma’rifet de yaratılış gayesini açıklayan bir kavram olarak devreye girmektedir. Ma’rifet de muhabbet için önemlidir. Bu yüzden diyoruz ki: Amaç kulluktur. Kulluk sevgi (muhabbet) ile olursa bir anlam kazanır. Kullukta sevginin yolu da marifetten (tanımadan) geçer. Öyleyse kul önce Allah’ı tanıyacak, sonra ibâdet ve tâatla O’nu sevecek ve o sevgi içinde kulluğa devam edecek.

169)-İnsanın büsbütün dünyadan el etek çekmesi, kendini sadece ibadete vermiş olması gerekseydi Allah insanı melek olarak yaratmaz mıydı?

İnsanın büsbütün beşerî sıfatlardan sıyrılması anlamında dünyadan el etek çekmesi beklenemez. Aslında insandan istenen ve beklenen, gönlündeki dünya sevgisini çıkarmak ve dünya-perest olmaktan kurtulmaktır. İnsanın dünya nimetleri içinde yüzmesi sevgisi gönle yerleşmedikçe zühde engel teşkil etmez. İnsandan melek olması elbette beklenemez. Ama insan nefsinin isteklerini frenlemesini öğrenmeyince tûl-i emele çabuk mağlûb olur. İnsandaki ebediyyet duygusu çoğu zaman hedef şaşırarak ebediyyeti dünyada ve dünyalık şeylerde sanmaktadır. Tasavvufta dünyaya karşı zühdde aşırı uyarı, bu sebepledir. İnsanları melek yapmak için değil.

2- İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) ile İlgili Meseleler

170)-Tasavvufta rûhdan çok bahsedilir.”Sana ruhdan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir”[125] âyetine rağmen bu bilgiler nereden çıkmıştır?

Tasavvufta ruhtan çok bahsedilmesinin sebebi, tasavvufun insanın ruhî boyutu ve manevî tarafı ile ilgilenmesidir. İnsan ruhu, Kur’ân’ın beyânına göre ilâhî menşe’lidir. “Ben Adem’in yaratılışını tamamladığımda ona ruhumdan üfürdüm.”[126] buyrulmuştur. Bedeni toprak ve sudan olan insanın ruhu, ilâhî kaynaklı olduğundan insanlar tarafından merak edilmiş, soru ve araştırma konusu yapılmıştır. Asr-ı saadetteki yahûdîlerin Hz. Peygamber’e “ruhun ne olduğunu” sormaları üzerine inen âyette: “Sana ruhdan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir”[127] buyurulmuştur. Bu âyette ruhun “Rabbm emrinden” oluşunun beyan edilmesi, aslında ruhun özelliği hakkında bir ip ucudur. O da insanın halîfe oluşuyla izah edilebilir. Halîfe, kendisini istihlâf edenin özelliklerine sahip olur. Çünkü O’nun adına bir takım görevler üstlenecektir. İşte insan, “imaret” (yönetim ve idare) özelliği taşıyan ruhuyla yeryüzünde Allah adına bir takım sorumluluklar üstlenmiş bulunmaktadır. Ruh hakkında “çok az bilgi verilmesinin” beyan edilmesi, ruh konusunun önemi ve büyüklüğüne göre bilginin çok az oluşunu belirtmek içindir. Tasavvufta ruh ile ilgili verilen bilgiler ise genellikle ruhun tezahürleri ve özellikleri ile ilgilidir. Doğrudan ruhun kendisiyle ilgili değildir.

171)-Nefsin mertebeleri ve özellikleri nelerdir?

– Nefsin manevî yükselişteki mertebeleri değişik şekillerde tasnif edilmiştir. Bazıları üçlü, bazıları beşli, bazıları yedili tasnifler yapmıştır.-
Emmâre, levvâme, mülheme, mutmeinne, râziye, marziyye ve kâmile gibi.

Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefstir. Kur’an’daki: “Çünkü nefs, kötülüğü şiddetle emreder.”[128] âyet-i kerimesi nefsin bu makamına işaret eder.

Nefs-i emmâre mertebesinde bulunan sâlik iyilik işlemez, kötülüklerden kaçmaz; ancak kötülüğün zuhurundan pişmanlık duyar. Fakat bu nedamet, onun davranışlarını etkilemez. Bu sıfatla muttasıf olan nefs, hevâsına fazlaca düşkündür. Bu mertebedeki sâlikin zikri “La ilahe illallah”, seyri “seyr ilallah”dır.

Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin akabinde zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini münkere mülâzemetten dolayı ayıplayan ve tevbeye temayül gösteren nefstir. Adını Kur’an’daki: “Levvâme (pişmankâr) nefse andolsun.”[129] ayetinden alır. Zikri, Allah lâfza-i celâli, seyri “seyr lillâh”dır. Bu makamda muhabbetullah hâsıl olur.

Nefs-i mülheme: İlham ve keşfe mazhar olmaya başlayan, neyin hayır, neyin şerr olduğunu idrâk edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. Adım “Andolsun nefse isyanını ve itaatini ilham edene.”[130]  âyetinden alır. Bu mertebede zikir “Hû”, seyr “seyr alellah”dır.

Nefs-i mutmeinne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlâk ile hemhal olan nefstir. Bu nefs, Cenâb-ı Hakk’ın tevfîk ve inâyetiyle sekînet ve yakîne mazhar olarak ıztıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fena bulup “Nûr-i Muhammedi” zuhur ettiğinden nefs, hitâb-ı ilâhîye mazhar olur:”Ey itmi’nâna ermiş itaatkâr nefs!”[131] Bu makamın zikri “Hakk” ismidir. Seyri “seyr maallah”dır.

Nefs-i. râziye: Kendisi hakkında tecellî eden kaza hükümlerine tereddüdsüz teslim olup rızâ gösteren nefsin makamıdır. Bu makam, sâlikin esrâr-ı ilâhiyyeye muttali olduğu makamdır. Zikir “Hay” ismidir. Seyr “seyr fillâh”dır. Kur’an’daki: “Dön Rabbına, sen O’ndan râzî olarak”[132]  âyeti bu makama işarettir.

Nefs-i merziyye: Allah ile kul arasında rızânın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah’dan, Allah’ın kuldan râzî olduğu makamdır. Yukarda geçen âyetin devamı olan: “Rabbın da senden razı olarak” ifâdesi bunu göstermektedir. Bu makamda zikir “Kayyûm” ismi, seyr “seyr anillâh”dır.

Nefs-i kâmile: Bu makamda sâlik, bütün marifet makamlarını kazanarak irşâd mevkiine yükselir. Bu makam vehbîdir. Zikri “yâ Kahhâr!” ismi, seyri “seyr billâh”dır.

172)-İnsan kendi başına nefsin mertebelerini aşabilir mi?

– Sûfiler tarafından değişik şekillerde yapılan nefs makamlarına âid tasnifler genellikle itibarîdir. Bu bakımdan bunları insanın kendi başına aşması mümkün değildir. Mutlaka başında bir mürşid bulunmalıdır. Ayrıca yapılan bu tasnif çok kesin hatlarıyla birbirinden ayrılmış, matematiksel bir tasnif değildir. Zaman zaman tedahüller olabilir. Ayrıca “mülheme” makamı nefsin ilhama mazhar olduğu makamdır. Bu makam ancak ehliyetli ve liyakatli mürşidler marifetiyle aşılabilir. İlham almaya başlayan nefsin sahibi ucüb ve benliğe kapılabilir. Kendini “erdim” sanabilir. Böyle durumlar da “mezlaka-i akdâm” denilen ayak kaymalarına sebebiyet verebilir.

173)-Nefs-i emmâre nedir? Nefs-i emmâreden kurtulmak için ne yapmalıyız?

– Nefs-i emmâre dâima kötülük sayılan şeylere ilgi duyan ve sahibini o tür şeylere sevkeden nefstir. Yaptığı kötülüklerden de pek pişmanlık duymaz. Emmâre konumunda bulunan bir nefsi şeriata riâyet ve mu’tedil bir riyâzatla terbiye etmeye çalışmak lâzımdır. Bu bir irâde eğitimidir. Nefsin hoşlandıklarını geri bırakarak onun her istediğini yapmak yerine, ona aklın ve şeriatın emirlerini yaptırmaya çalışmak gerekir. Nefs, genellikle çocuğa benzetilir. Çocuğunu sütten kesmek isteyen anne nasıl çocuğuna direnir ve bu direnmede irâdesini ortaya koyar ve böylece muvaffak olursa, nefs-i emmâre ile başa çıkmak için de sağlam bir irâde ortaya koymak ve şeriat ölçüleri içinde mücâhede etmek lâzımdır.

174)-Kalb hakkında bilgi verir misiniz?

– Kalb birşeyin merkezi ve özü demektir. Birşeyi tersyüz etmek, değiştirmek veya değişkenlik anlammada gelir. Kur’an’da genelde idrâk ve anlama merkezi, düşünme ve kavrama gücü anlamına yaklaşık 140 yerde geçmektedir. Kalb îman yeridir. Fıkıh ve keîâm âlimleri kavramak ve idrâk anlamına “akıl” kelimesini tercih ederlerken, sûfiler “kalb” kelimesini tercih etmişlerdir.

Sûfilerin başlangıçta anlama ve idrâk manasında kullandığı bu kavram, sonraları daha bir derinlik kazanarak “gönül” anlamında kullanılır olmuştur. Sûfilere göre kalb aynı zamanda keşf ve ilham merkezidir. Çünkü kalb Hakk’ın tecellîgâhıdrr. Kalb, sevgi ve ilgi merkezi olduğundan sevgide birlik esastır. Kalb iki anlama gelir. Birincisi insanın sol memesinin altında çam kozalağını andıran et parçası, ikincisi ise insan bedenine tevdî edilen ruhanî ve rabbânî bir lâtifedir. Bunun cismânî kalb ile de bir ilişkisi vardır. Nitekim: “Gerçek şudur ki, kör olan gözler değil, göğüslerdeki kalblerdir.”[133]  âyeti buna delildir.

3- Kabir ve Tefekkür-i Mevt ile İlgili Meseleler

175)-Tasavvufta kabir ziyaretlerine bilhassa yaşadığı asırda şöhret bulmuş ilim adamları ile safilerin kabirlerinin ziyaretlerine çok önem verilmektedir. Hadislerde ise:  “Sizden öncekiler kabirleri mescid ediniyordu. Sakın ha siz kabirleri mescid edinmeyin! Sizi bundan sakındırıyorum!”[134]; “Allah yahûdî ve hristiyanlara lanet etsin, onlar peygamberlerinin mezarlarını mescid edindiler.”[135] buyrulur. Bu konuda neler söylersiniz?

Tasavvuf ricalinin, ulemâ ve meşâyıhın kabirlerini ziyaretlerine büyük önem verdiği doğrudur. Allah Rasûlü’nün, kabirlerin mabed edinilmemesi konusundaki emirleri ortadadır. Bunların arasını nasıl telif ederiz? Şimdi bir kerre sizin de zikrettiğiniz hadislerde Allah Rasûlü’nün hedefi açıktır: Kabirleri mabed, ölüleri de mabud edinmemek. Allah Rasûlü aynı endişe ile kabir ziyaretini de yasaklamış, daha sonra bu endişenin zail olmasını müteakip tekrar izin vermişti. Bu duruma göre, kabirlerin mabed edinilmesi gibi bir tehlike söz konusu ise o zaman ziyaretin bile yasaklanması gerekir. Ama böyle bir tehlikenin sözkonusu olmadığı zaman ve -mekânlarda sırf ölümden ibret almak, ölüm ötesine hazırlanmak ve şefaati umulan, hakkında hüsn-i zan beslenilen bir büyük zâtın kabrinin Allah rızâsı için ziyaret etmek şer’î bakımdan mahzurlu olmasa gerektir. Nitekim herşeye rağmen türbe içinde ve mezar üstünda namaz kılmak caiz görülmemiştir. Daha önce bir başka vesîle ile zikrettiğimiz gibi, bugün dînî konulara ilginin bilginin önüne geçmesinden kaynaklanan cehalet, bir takım yanlışlıklara sebebiyet vermektedir. Yoksa kabir ve türbeleri başında üç İhlâs, bir Fatiha okuyarak ziyaret etmenin ne zararı olabilir? Kaldı ki bu tür ziyaretlerde insanın hayal dünyası kişiyi alıp zaman tünelinden ziyaret edilen şahsın dönemine götürmekte ve böylece bir süre de olsa insan dünya kaygılarını unutup güzel insanların huzurlu dünyasını hayâlinde canlandırmaktadır. Konunun bu boyutlarını da düşünmek gerekir. Tek veçheden bakıldığında isabetli karar vermek zordur.

176)-Râbıta-i mevt veya tefekkür-i mevt denilen “ölümü düşünme” konusunun tasavvuftaki yeri nedir? Açıklar mısınız?

-Tasavvufta “tefekkür-i mevt” olarak, bazan da râbıta-i mevt şeklinde anılan “ölümü hatırlayıp düşünme” olayının çok önemi vardır. Hz. Peygamber: “Dünyevî zevkleri kıran ve tûl-i emeli unutturan ölümü çokça hatırlayınız.”[136] buyurur. Bir defasında da “kendisine zekî müminin kim olduğu” sorulmuştu da şu karşılığı vermişti: “Ölümü çokça hatırlayan ve ölümden sonrasına iyi hazırlanandır.”[137] Benzeri hadislerin ışığında mutasavvıflar “Ölmeden evvel ölmek”[138] şeklinde bir anlayış geliştirerek her nefesi son nefes bilip ölüme her an hazır olmanın yollarını aramışlardır. Tefekkür-i mevt bir bakıma her nefesi son nefes bilmektir. Tefekkür-i mevt “Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz.”[139]  hadisinin ışığında insanın amellerini tartması, ölümü hatırlayarak nasıl hesap vereceğini düşünmesidir. Kalplerdeki dünya sevgisini, kafalardaki masiva ilgisini azaltmasıdır. Bedenin ruha verdiği bulanıklığı atmasıdır. İnsanı her an dünyaya esir etmeye çalışan şeytanın: “Ne yiyeceksin? Ne giyeceksin? Nerede barınacaksın?” şeklindeki şaşırtıcı sorularına: “Ölüm yiyeceğim, kefen giyeceğim, kabri mesken tutup orada barınacağım.”şeklinde radikal cevaplar vermesidir. İnsana en yakın olan şey, ölümdür. Çünkü herkes ölecek yaştadır.


Dipnotlar:

[1] el-Bakara, 2/282

[2] Buharı, Rikak, 38

[3] el-Enfâl, 8/17

[4] Hilyetü’l-evliyâ, X, 15

[5] eş-Şems, 91/9

[6] eş-Şuarâ, 26/88-89

[7] Âlü İmrân, 3/79

[8] el-Bakara, 2/148

[9] bk. el-Burhânü’1-müeyyed, Ma’rifet Yolu, s. 134.

[10] Âlü İmrân, 3/20

[11] en-Nahl,16/125

[12] Buhârî, Deavât, 66

[13] bk. Müslim, Cenâiz, 60

[14]bk. Gazzâlî,  el-Münkızü mine’d-dalâl, 50

[15] el-En’am, 6/103

[16] el-Hıcr, 15/29

[17] bk. Mektûbât, c. I. 66.Mektup; c. II. 23. Mektup

[18] bk. Fetâvâ-yı Ömeriyye Tercemesi, s. 15

[19] el-Ankebût, 29/69

[20] Buharı, Tefsîru’l-Kur’an, 65/92

[21] bk. Ebû Dâvud, Melâhım, l

[22] bk. el-Ahzâb, 33/35

[23] el-Mümtahıne- 60/12

[24] Buhari, Enbiya 48; Ebû Davud, Rikak, 68

[25] bk. Dârimî, Mukaddime, I, 30

[26] Ebû Dâvud, Edeb, 11; Tirmizî, Birr, 35

[27] Buhârî, Enbiyâ. 19; Ahmed, Müsned, VI, 367.

[28] el-Feth, 48/10

[29] en-Necm, 53/38

[30] en-Necm, 53/39-40

[31] ez-Zilzâl, 99/8-9

[32] Buhârî, İman, 32

[33] et-Tevbe, 9/40

[34] bk. İbn Hanbel, Müsned, IV, 124

[35] Ebû Dâvııd, Tahâre, 4

[36] Ayrıca Altınoluk dergisi Nisan 1996 sayısında çıkan “Rabıta” makalemize de başvurulabilir.

[37] bk. Keşfu’I-hafâ, II, 70; 1772

[38] bk. Buharı, Enbiyâ, 54; Müslim, Cihâd, 105

[39] Buharı, Edeb, 96

[40] Ebû Dâvud, Libas, 4

[41] el-Hadid, 57/4

[42] Kaf, 50/16

[43] el-Hadid, 57/4

[44] Kaf, 50/16

[45] el-Mâide, 5/54

[46] bk. Mevsûa etrâfı’l-hadîs, XI, 156

[47] Ebû Dâvud, Edeb, 49

[48] et-Tevbe, 9/119

[49] el-En’âm, 6/68

[50] el-Kehf, 18/24

[51] bk. Âlü İmrân, 3/41; el-Ahzâb, 3/41; el-Cum’a, 62/10

[52] el-Müzzemmil, 73/8); ed-Dehr, 76/25

[53] bk. Buharı, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîru sûre, 47; İbn Hanbel, IV, 261

[54] bk. Müsned, VI, 344

[55] bk. Tirmizî, Deavât, 49; İbn Mâce, İkâme, 5; İbn Hanbel, IV, 138

[56] Müsned, IV, 124

[57] bk. Müslim, Zikir, hadis: 2701

[58] bk. Ibn Hanbel. V, 81

[59] İbrahim, 14/34

[60] el-Hucürât, 49/13

[61]  bk. el-A’râf. 7/142

[62] en-Nûr, 24/37

[63] en-Nisâ, 4/59

[64] bk. ez-Zümer, 39/23.

[65] en-Nisâ. 4/41

[66] bk. Buharı, Fazâüü’l-Kur’an, 33

[67] eş-Şûrâ. 42/13

[68] Keşfu’I-hafâ,I,352,hadis:1069

[69] el-Enfal.8/2.

[70] bk. Keşfu’1-hafâ, 11, 132, hadis: 2016

[71] bk. ez-Keşfu’1-Hafâ. II, 132

[72] el-Ahzâb, 33/4

[73] el-Furkan, 25/43

[74] Mevsûa etrâfi’l-hadis, I, 40

[75] Buharı, Rikak, 38

[76] bk. ez-Zâriyât. 51/50

[77] Buharı, Rikak, 38

[78] er-Rahman. 55/29

[79] bk. Ğâfir, 40/19

[80] bk. Velâyetullah ve’t-tarîk ileyhâ, Mısır ts. thk. İbrahim Hilâl

[81] el-Hucürât. 49/7

[82] bk. el-Bakara, 2/154

[83] İbn Mâce, Cenâiz, 1636; İbn Hanbel, IV, 8; Neseî, Cum’a, 5

[84] İbn Mâce, Cenâiz, 1637

[85]  en-Nisâ, 4/59

[86] bk. Keşfu’l-hafâ, I, 85, hadis: 213

[87] Tirmizî, Kıyâme, 26; Neseî, Zühd, 31; İbn Hanbcl, II, 293

[88] bk. Tirmizî, Birr, 50

[89] bk. el-Kasas, 28/56

[90] bk. Tirmizî, Deavât, 49; Ibn Mâce, ikâme, 5; Ibn Hanbel, IV, 138

[91] el-Mâide, 5/35

[92] bk. Buhârî, İcar, 12; Müslim Deavât, 101

[93] bk. Buhârî, İstiska, 15; Tirmizî, Deavât, 49; İbn Mâce, İkame, 5; İbn Hanbel, IV, 138

[94] bk.Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, I, 292

[95] bk. Tirmizî, Deavât, 49; İbn Mâce, İkâme, 5; İbn Hanbel, IV, 138

[96] Ebû Dâvud, Cenâiz, 94

[97] el-Müddessir, 74/31

[98] Keşfu’l-hafâ, I, 24; krş. İbn Hanbel, I, 112, V, 322, VI, 316

[99] V, 322

[100] I, 112

[101] bk. Kutü’l-kulûb, I, 20

[102] bk. Ahmed Avni Konuk, Füsûsu’l-hikem Terceme ve Şerhi, l, 34, III, 130, IV, 28

[103] bk. el-Fütûhâtü’1-Mckkiyye, III, 327-329

[104] bk. Letâifu’l-işârât, I, 160

[105] el-Ankebût, 29/49

[106] bk. Rûhu’l-Meânî, XXI, 16

[107] Buharı, İlim, 49

[108] bk.es-Saffât, 37/107

[109] bk. Yûsuf, 12/4

[110] bk. Yûsuf, 12/43

[111] el-Feth, 48/27

[112] Buhârî, Tabir,26

[113] bk. Müslim, Rüyâ, 7

[114] eş-Şems, 91/7-8

[115] bk. Füsûsu’l-hikem, s. 63

[116] Lukman, 31/20

[117] en-Nisâ, 4/83

[118] el-Kehf. 18/65

[119] Buhârî, İlim, 44

[120] Kâf, 50/22

[121] Buharı, ilim, 49

[122] el-Müminûn, 23/115

[123] el-Kıyâme, 75/36

[124] ez-âriyât, 51/56

[125] el-lsra. 17/85

[126] el-Hıcr, 15/29: Şad, 38/72

[127] el-İsra, 17/85

[128] Yûsuf, 12/53

[129] el-Kıyâme, 75/2

[130] eş-Şems, 91/8

[131] .el-Fecr, 89/27

[132] eş-Şems, 89/28

[133] el-Hacc, 22/46

[134] Muvatta’, Kasru’s-salât fi’s-sefer, 85

[135] Buharı. Salât, 48, Cenâiz 162, Enbiyâ 50; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Mesâcid, 13

[136] Tirmizî, Zühd, 4; Nesâî, Cenâiz, 3: Ibn Mâce, Zühd, 31

[137] İbn Mâce, Zühd, 31

[138] bk. Keşfu’l-hafâ, 11, 291, hadis: 2669

[139] Tirmizî, Kıyâme, 25