Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

RAMAZAN İKLİMİNDE FARKINDALIK BİLİNCİ ve KOMŞULUK

Ramazan iklimi hem Kur’an ve oruç, hem merhamet ve şefkat, hem de af ve gufran ayıdır. Ramazan, Kur’an’ın nâzil olmaya başladığı, İslâm’ın beş temel esasından orucun farz kılındığı, merhamet duygularının zirveleştiği, Hz. Peygamber ile Cebrâil’in Kur’an’ı mukâbele ettiği, ümmetin de tekrarladığı ibadet-yoğun bir mevsimdir. Ramazan’ın mânevî bir iklim olmasını sağlayan Kur’an ve oruç ayı oluşudur.

Ramazan iklimindeki oruç insana başkalarının farkında olabilmek gibi bir duyarlılık ve farkındalık kazandırır. Oruçla insan imsâki; yâni ağzından gireni kontrol etmeyi ve açların hâlini kavrama empatisini elde eder. Çünkü aç olan insan, açlığın ne olduğunu anlar. Tok ise herkesi tok zanneder.

Farkında olmamız gerekenler ilk olarak âile ferdlerimiz, akrabalarımız, yetimler ve komşularımız, sonra ülkemizin insanları ve topyekün insanlıktır. Çünkü “dünyanın gidişatından Müslüman sorumludur.” İslâm, beşerî münâsebetleri yakından uzağa doğru tanzim etmiştir. Bu itibarla yakın olanların uzak olanlara göre daha fazla hakkı vardır. Nebevî ifâdesiyle insan tabiatının îcâbı da budur.[1] Allah Teâlâ da âyette şöyle buyurur: “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyi davranın…”[2]

Âyette ifâde edilen yakın komşuya iyilik, hem evi yakın olan komşu, hem de Müslüman kardeşlerine güzel muâmelede bulunmak ve onlara yardım etmek demektir. Uzak komşuya iyilik ise, evi uzak olan yâhud Müslüman olmayan kimselere yardım demektir. Hz. Peygamber (s.a.) haklar açısından komşuları üçe ayırmaktadır:

  • Gayr-i müslim komşular: Bunların sadece komşuluk hakları vardır.
  • Müslüman komşular: Bunların komşuluk ve din kardeşliği olmak üzere iki hakkı bulunmaktadır.
  • Müslüman akraba komşular: Bunların komşuluk, din kardeşliği ve akrabalık olmak üzere üç hakları vardır.[3]

Peygamber Efendimiz, infakta gözetilmesi gereken sırayı şöyle tesbit etmiştir: “Harcamaya nefsinden başla. Artanı çoluk-çocuğuna sarf eyle. Âilenden bir şey artarsa, bunu da yakınlarına harca. Bunlardan arta kalanı da sağındaki solundaki komşulara ver![4]

Samimi Müslümanın ahlâkı, civardaki komşuların farkında olmaktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bu konuda bizler için şöyle bir hayat kılavuzu ortaya koymaktadır: “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”[5]

Modern hayat tarzının insanlara kaybettirdiği en önemli değerlerden birisi komşuluk münâsebetleridir. Günümüz insanları, çevresinin farkında olmayan merhametten mahrum bencil ferdler hâline geldi. Her koyunun kendi bacağından asılacağı düşüncesiyle insanlar çevreye duyarsızlaştı.

Komşuluk ilişkilerinin nîrengi noktası, komşuların da insan olduğu duygusuna ermektir. Sadece “kendi” merkezli yaşamak, “ben” merkezli düşünmek ve karşısındakileri hiçe sayıp görmezden gelmek komşuluk münâsebetlerinin zaaf noktasıdır.

Komşularını görmezden gelen ben merkezli tavrın önüne geçecek anlayış, kendini başkasının yerine koymaktır. Kişisel gelişimle ilgilenenler diyorlar ki: İnsânî ilişkilerin temel noktası “empati” denilen kendisini karşısındakinin yerine koyma prensibidir. Empati duygusuna ermiş bir mümin, dünyâ imtihânını başarıyla tamamlayacak bir yüreğe sâhip demektir.

Kıyâmet günü alışverişi olmayan bir gündür. Alışverişi olmayan, dükkânların kapalı olduğu bir günde nasıl alıp satarak eksiklikler tamamlanamazsa, kıyâmette ibâdet ve infâka âid eksik ve gedik tamamlanamaz. Bu itibarla Ramazan ayını fırsat bilip yakın çevremizdeki ihtiyaç sahibi komşularımızın farkına varmak, alışverişi olmayan o günden emin olmanın bir yoludur.

Komşuların, yakınların, ihtiyaç sahiplerinin derdlerini hisseden kişiler tarlasına tohum eken çiftçiye benzerler. Nasıl çiftçi arâziden en iyi şekilde mahsûl elde etmek için zirâata gereken ehemmiyeti verir ve tohumun en iyisini ekerse, komşularına ve çevresindekilere infâkta bulunan kişiler de malın iyisinden bolca verirler. Çünkü Allah Teâlâ onları en güzel şekilde mükâfatlandıracaktır. İnfâk edenler bu gerçeğe inanırlar. Nitekim Kur’an’da: “İyiliğin mükâfâtı iyilik değil midir?”[6] buyrulur.

İnsanoğlu bu âlemde sâhip olduğu mal ve mülkü kendisinin sanır. Bu duygu infak ve paylaşmanın önündeki en büyük engeldir. İnsan mal üzerindeki süreli tasarruf hakkını mülkiyet ve sahiplik zanneder. Dünyâ malının devre mülk olduğunu unutur. Gerçek malın bu dünyâda infâk edip kendi adına kaydettirdiği mal olduğunu düşünemez.

Merhamet, Allah’ın insanların gönüllerine ve vicdânlarına Rahmân isminin tecellîsi olarak lütfettiği sevgi ve paylaşmanın temel dinamiğidir. Merhameti geliştirmenin yolu vermek ve paylaşmaktan geçer. Bugün Batı toplumlarında sosyal devlet anlayışının, insanların merhamet duygularını dumura uğrattığı kabûl edilmektedir. Çünkü insanlar şefkat ve merhamete muhtaç; yoksul, yetîm, yaşlı ve düşkünlere “nasıl olsa devlet bakar” ya da “baksın” diye el uzatmamakta, bu duygularını geliştirecek ortamlardan uzak durmaktadır. Bu ise yardımlaşma duygularını heder etmektedir.

Stres ve sıkıntıların temelinde insanın sâhip olduğu nîmetlerin farkında olmaması ve sürekli daha fazlasını isteyerek rûhî sıkıntıya girmesi yatmaktadır. Cömerdlik duygusu ve paylaşma heyâcanı bu stresi ortadan kaldırabilecek güce sahiptir. Çünkü cömerd insanın gönlü de, kapısı da açık ve geniştir. Bu yüzden komşu olunacak kişilerin cömerd olması tavsiye edilir. Nitekim Bişr Hâfi’nin bu konudaki şu şiiri dikkat çekicidir:

Komşu olacaksan birine eğer

Cömerd kişiler komşuluğa değer

Biriyle istişâre edeceksen eğer

Müşâvir hakîm olmalıymış meğer.

Komşuluk münâsebetlerinde cömerd ve îsâr ehli olmanın asr-ı saâdette çok güzel misalleri bulunmaktadır. Nitekim İbn Ömer’in anlattığına göre, ashâbdan birisine bir koyun kellesi hediye edilir. O da: “Herhâlde komşumun benden daha çok ihtiyâcı olmalı” diye düşünerek onu komşusuna gönderir. Herkesin aynı duygularla geleni komşusuna vermesi sonucu koyun kellesi yedi ev dolaştıktan sonra ilk sâhibine geri döner. Bu olay üzerine şu âyet-i kerîme iner: “Kendileri zarûret içinde olsalar bile onları kendilerine tercîh ederler.”[7]

Evet, kendileri zarûret içinde olsalar bile onları kendilerine tercîh ederler sırrına mazhar olmak, derd sâhibi olmaktan, “komşum acaba hangi sıkıntı içerisindedir” derdini hissetmekten geçmektedir.

Derd sâhibi olmak, sorumluluk duygusu içerisinde hareket etmek komşuluk münâsebetlerinin temel esasıdır. Derdli insan üşüyen komşusu varsa ısınamaz, ac varsa tok yatamaz, ayağına diken batan varsa onu kurtarmadan rahat edemez. “Bir tek ben ne yapabilirim? Benim gücüm neye yeter?” şeklindeki bir algı sorumluluktan kaçıştır. Nasıl yanan bir mum yüzlerce, binlerce mum yakmakla enerjisinden bir şey kaybetmezse insanoğlu ıstırab çeken komşularının acılarına merhem olmakla bir şey kaybetmez. Aksine yüreğinde duyduğu aşk ve heyecanı başkalarıyla paylaşarak büyütebilir. Ulaşılan her bir, bir değil bin olur. Nitekim Mevlânâ’nın “bir birle olunca on bir olur” sözü bu mânâyadır.

Sâdece kendi gücümüzü ve yapabileceklerimizi değil, eşimiz, dostumuz, ailemiz, akrabalarımız, komşularımız ve topyekün toplumumuzla birlikte neler yapabileceğimizi düşünmemiz icap eder. Tek başımıza olmaktan ziyade, bir bütün olarak neler yapabileceğimizi düşünmeliyiz. Bu duygular uzakları yakın edecek; mesâfeleri kısaltacaktır.

İslam’ın en önemli özelliklerinden birisi, hayatı heyecan ve coşku ile paylaşarak dolu dolu yaşamayı telkin ediyor olmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi sevmeye vesile olacak bir amel göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız.”[8]

Bu hadis bütün sarâhati ile inanan insanların yüreklerinin bir ve beraber atmasını, paylaşmalarını emrediyor. Aynı safta omuz omuza cemaat olan komşuların biri aç öbürü tok ise yüreklerinin kenetlenmiş binalar gibi olması mümkün mü? Amelsiz sadece kuru telkin ve boş laflar paylaşım için yetmez, fiiliyat gereklidir. Çünkü düğün geçince nasıl kına lazım değilse, sıkıntı geçince de infakın; paylaşmanın ve komşuluk gösterisinin bir anlamı kalmaz. Gerçek dost ve komşu kara günde belli olur. Meziyet herkesin iltifat ettiği ikbal günlerini yaşayanları değil, sıkıntıya düşmüş dost ve komşuları aramaktır.

Mevlânâ içinde samîmî duygular taşımayan, sâdece hasta komşusunu gösteriş için ziyâret etmek isteyen, kulağı ağırlaşmış bir komşunun ibretlik durumunu ne güzel anlatır: Anlayışlı, hal hatır bilen birisi az duyan arkadaşına: “Komşun hastalanmış, haberin yok mu?” der. Az duyan kendi kendine: “Az duyan kulağımla, o hastanın ne dediğini ben nasıl anlarım? İnsan hasta olunca sesi de zayıf çıkar. Bu durumda onun sözlerini hiç anlayamam. Ama komşum olduğu için mutlaka gitmem lâzım” diye düşünür. Sonra: “Onun dudaklarının kımıldadığını görünce, ne dediğini tahmin yolu ile anlarım.” Önce: “Nasılsın komşum?” derim, o da karşılık olarak: “İyiyim” der. Ben: “Allah’a şükürler olsun” derim. Sonra: “Ne yemek yedin?” diye sorarım, o da: “Süt ya da çorba içtim” der. Ben de: “Âfiyetler olsun” derim. “Peki, tedâvi için kim geliyor?” diye sorarım. O da: “Filan hekim geliyor” diye ce­vap verir. Ben: “O hekîmin ayağı çok uğurludur. İyi ki onu çağırmışsınız, o ge­lince işler yoluna girer. Siz, o hekimin ayağının uğrunu deneyin, o hangi hastaya gitmişse, hasta sağlığına kavuşmuştur” derim.

Samimi olmayan duygularla “komşumu görmem lâzım” diye düşünerek yola çıkan kulağı az duyan bu adam, soru ve cevapları kafasında tasarladıktan sonra kalkar ve hasta komşusunu ziyarete gider.

“Nasılsın?” diye sorar. Hasta: “Çok fenayım, ölüyorum” deyince, sağır komşu: “Allah’a şükürler olsun” der. Hasta bu söze incinir ve fenâ hâlde canı sıkılırak: “Bu ne biçim şükür? Şükrün sırası mı? Demek ki bu komşu, bizim ölmemizi istiyor” diye düşünür. Sonra hastaya: “Ne yiyorsun?” diye sorar. Hasta: “Zehir, zıkkım” der. Sağır: “Afiyetler olsun” deyince, hastanın kahrı ve üzüntüsü büsbütün artar. Daha sonra: “Derdine çare bulmak ve seni tedavi etmek için hangi hekim geliyor?” diye sorar. Hasta: “Azrâil geliyor, Azrâil” diye söylenir. Sağır da: “Onun ayağı çok uğurludur, o geldiği için sevin, neşelen” diye cevap verir.

Kulağı az duyan samimiyetsiz komşu sevinerek evden çıkar ve: “Şükürler olsun! Böyle rahatsız bir zamanında komşumun halini hatırını sordum, gönlünü aldım” der. Hasta ise: “Meğer bu adam benim can düşmanımmış, onun ne cefa kaynağı olduğunu bilmiyormuşum” diye düşünür.[9]

Hikayede geçen sağır adam iyilik ettim sanıyordu ama, işler tersine gidiyordu. O bir hastayı ziyaret ettim, komşu hakkını yerine getirdim diye seviniyordu. Hâlbuki o farkına varmadan “komşumun gönlünü yapayım” derken gönül kırmıştı. Tahmin ve uydurmaca sözlerle komşusunun kalbine ateşler düşürmüştü. Gösteriş için, samimiyetsiz komşu hakkı yerine getirmeye kalkarak günaha girmişti. Amel ve davranışlarımızda ihlâs ve samimiyet çok önemli. O olmayınca en değerli ameller boşa çıkıveriyor.

Şimdi öyleyse gelin şu Ramazan ikliminde hep beraber samimi derdler kuşanalım.

Gelin bir iftarı mahallemizdeki kimsesiz bir komşumuza ayıralım.

Gelin yaşlı bir komşumuzu ziyaret edelim.

Gelin ihtiyaç sahibi komşumuza bir iftar paketi sunalım.

Gelin bir yetim komşunun bayram kıyafetini alalım.

Gelin “bir” olalım, “beraber” olalım, “kul” olalım!..

[1] Bkz. Buhârî, Şüf`a, 3, Hibe, 16, Edeb, 32

[2] en-Nisâ, 4/36.

[3] İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, Dâru’l-Fikr, Fuat Abdülbâkî neşri, ts., X, 456.

[4] Bkz. Nesâî, Zekât, 60, Büyû, 84; Müslim, Zekât, 41.

[5] Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167.

[6] er-Rahmân, 55/60.

[7] el-Haşr, 59/9.

[8] Müslim, Îmân, 93; Ebû Dâvud, Edeb, 131; Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 54.

[9] Mesnevî, I, b. 3359-3390.