Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Zikir

Altınoluk Dergisi, 1995 – Subat, Sayı: 108, Sayfa: 032

Zikir, hatırlamak, zihinde tutmak, yad etmek, unutmamak ve anmak manasına Kur’an kaynaklı bir tasavvuf kavramıdır. Bütün tasavvuf büyükleri ve tarikat ricali, bu kavramı yollarının “temel esası” saymışlardır. Doğrusu bunda pek haksızda sayılmazlar. Çünkü bu kavram Kur’an’da türevleriyle birlikte 250’den fazla yerde geçmektedir. Gerçi Kur’an’daki zikir kavramı bazan bizzat Kur’an manasında (bk. el-Hıcr, 15/9); bazan da namaz manasında (bk. el-Ankebût, 29/45; el-Cum’a, 62/9) kullanılmışsa da bu kullanımlar da zikrin mutlak ve genel kapsamı içine girmektedir. Zira Kur’an kendisi bizzat Allah ile ilişkimizi hatırlatan ve O’nunla elest bezminde yaptığımız sözleşmeyi önümüze koyan bir uyarıcı mesaj ve zikirdir. Bu yüzden süfilerden bir kısmı zikri, Elest bezmi’ndeki ahdi hatırlamak, “sema” da o ilahi sesi duymak olarak yorumlarlar. Gerçi bu hıtab-ı ilahî sürekli olarak bize “Elestü bi-rabbiküm (Ben sizin rabbınız değil miyim?) diye sormaya devam ediyor. Biz, o sesi duyar (sema) ve “Bela (Evet, Rabbımızsın)” diyebilirsek, işte zikir odur. Allah ile yapılan bu mukaveleyi unutan insanoğlu, önce Kur’an’la uyarılmakta; sonra onun özel emirleriyle ahdine bağlı kalmaya çağrılmaktadır. Kur’an zikir olduğu gibi namaz da zikirdir. Çünkü namazda insan zikrin en mükemmelini icra etmekte kulluğa yakışan en uygun bir biçimde Rabbı önünde arz-ı ubudiyet etmektedir.

Mutasavvıflara göre gerçek zikir, Allah’ı şiddetle sevmek O’ndan tam anlamıyla korkarak gaflet meydanından müşahede semasına yükselmektir. Ya da bir başka ifadeyle Mezkür’dan yani Allah’tan başkasını unutmaktır. Çünkü Allah Teala:

“Unuttuğun zaman rabbını zikret!” (el-Kehf, 18/24) buyuran bu ayetin anlamı, Allah’dan başkasını unutuğun zaman, O’nu zikretmiş olursun, demektir.

Zikrin en önemli husûsiyetlerinden ve onun tasavvuf yolunda temel esas olmasını sağlayan özelliklerinden biri, belli bir vaktinin olmayışıdır. Kur’an’da herhangi bir tahdid yapılmaksızın bütün vakitlerde zikredilmesi emredilmektedir. Oysa ki ibadetlerin en şereflisi olan namazın belli vakitlerde kılınması caiz görülmemiş; zikir için ise böyle bir kısıtlama sözkonusu olmamıştır. Bu da zikrin devamlılık ilkesini gösterir. Nitekim:“Onlar ki ayakta, oturarak ve yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler.” (Alü İmran, 3/191) ayeti bu devamlılığın sınırsızlığını ifade etmektedir. Alü İmran 41, Ahzab 41 ve Cum’a 10. ayetlerindeki “zikr-i kesir” emri de bunun bir başka teyidi olduğu gibi, “zikr-i daim” esasını hedef göstermektedir.

Kur’an’da zikrin zıddı gaflettir. Nitekim: “İçinden, yalvararak ve korkarak aşikare olmayan hafif bir sesle rabbını zikret de gafillerden olma!” (el-A’raf, 7/205) ayeti bunu ifade etmektedir. İçten ve kalbî olan bu tür bir zikir kalbe yerleşti mi Kur’an’ın ifadesine göre hiçbir ticaret, alışveriş ve dünyevi meşguliyet böyle bir zikre engel olamaz. Zira böyleleri rical; yani Allah adamıdır. (bk. en-Nûr, 24/37) Değilse insan, dünya meşguliyetine aldanıp çoluk çocuk endişesiyle zikr-i ilahiden kaçmaya yatkın bir yapıdadır, (bk. el-Munafikun, 63/9)

Kalplerin ancak Allah’ın zikriyle itminana erip sükünete kavuşacağı hususu, Kur’an’ın dikkat çekerek vurguladığı konulardandır, (bk. er-Ra’d, 13/28) Hasan Basrî hazretleri der ki: “Manevi zevki üç şeyde arayın. Namazda, zikirde ve Kur’an’da. Eğer bulursanız ne ala. Bulamayacak olursanız bilin ki kalbinizin kasveti sebebiyle sizin için manevî hazz kapıları kapanmıştır.”

Kur’an, Hakk’ın zikrinden yüzçevirenlerin dar ve sıkıcı bir hayat yaşayacaklarını ve kıyamette de ama olarak haşrolunacaklarını haber vermektedir. (bk. Taha, 20/124) Gerek bu ayet-i kerime, gerekse yukarda geçen kalplerin zikirle itminana ereceğini belirten ayet-i kerime, zikrin insanda meydana getireceği psikolojik ve ruhî huzuru ifade etmektedir. Zikir doygunluğuna eren kalbin gönül huzuruna ulaşacağını belirtmektedir.

Zikir, değişik hadis-i şeriflerde de sena edilmiş; zikreden kimseyle zikretmeyen diri ile ölüye teşbih edilmiştir, (bk. Buhari, Deavat, 67) Bu konudaki hadislerden birkaçı şöyledir;

– “Size amellerinizin en hayırlısını haber vereyim mi? Allah’ı zikretmek…” (bk. Tirmizî, Deavat, 6)

– “Bir topluluk oturup Allah’ı zikrederse melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar…” (Müslim, Deavat, 8)

– “Allah Allah, diyen bulunduğu sürece kıyamet kopmaz.” (bk. İbn Mace, Edeb, 53; Tirmizi, Deavat, 6)

– “Cennet bahçelerini gördüğünüz zaman onlardan istifade ediniz. Cennet bahçeleri zikir meclisleridir.” (bk. Tirmizi, Deavat, 82; İbn Hanbel, III. 150)

Ve iki kudsi hadis:

“Kulum Beni nasıl sanıyorsa Ben öyleyim ve onunla beraberim” (Müslim, Zikir, 6)

” Bir kimse Benden istekte bulunmayı bırakıp zikrimle meşgul olursa ben ona, istekte bulunanlara verdiğimden çok daha iyisini veririm.” (bk. Darimi, Fazlu’l-Kur’an, 6)

Zikir ile fikir arasında da fark vardır. Zikir bir kalb ve gönül eylemi iken, fikir bir beyin ve zihin fiilidir. Zikir belki dille zahirden başlayıp öze ve içe doğru bütün vücudu kuşatarak ilerleyen bir duygu ve yoğunluktur. Bu yüzden de süfiler zikri fikirden üstün tutarlar. Nitekim Ebu Abdurrahman Sülemi der ki: “zikir, fikirden üstündür, çünkü zikir Hakk Teala’ya da izafe edilen bir vasıftır. Kur’an’da: “Beni zikredinizki, Bende sizi zikredeyim.”(el-Bakara,2/152) buyrulmaktadır. Fikir ise Allah’a izafe edilen bir vasıf değildir. Allah’a izafe edilen bir şey, elbette sadece insanlara izafe edilen şeyden üstündür. Kur’an ve hadisler nazar-ı itibara alındığında zikrin “kalbî ve lisanî”, ya da “mukayyed ve mutlak” olmak üzere iki türlü olduğu dikkat çekmektedir. Kur’an da mutlak olarak zikri emreder. Herhangi bir kayıd belirtmeyen ayetler aslında kalbî zikri anlatmaktadır. Allah’ın adının zikredilmesini emreden ayetlerle tevhid ve lafza-i celal zikrini ifade eden hadisler ise dil ile yapılan cehri zikri ifade etmektedir. Bu ikisi arasında en önemli ilişki, birinin diğerine yardımcı ve destek olmasıdır. Amaç kalbî zikirdir. İsimle yapılan cehri zikir, kalbî yoğunlaşmayı sağlamada en önemli araç ve etkendir.

Tevhid zikrinin zikirlerin en faziletlisi olduğu Peygamberimiz (s.a.) tarafından haber verilmiştir. (İbn Mace, Edeb, 65) özellikle tevhid zikrindeki “nefy” (La ilahe) kısmıyla “isbat” (illallah) lafızları, manaları düşünülerek zikredildiği zaman masiva sevgisinin gönülden çıkmasına yardımcı olmaktadır. “Lafza-i Celal” denilen “Allah” zikride kalbin uyanışı ve zikre açılmasında en etkili lafızlardandır. Bu iki lafzın dışında “Hû, Hayy. Hakk, Kayyüm ve Kahhar” esması, isim zikri olarak mutasavvıfların seçtiklerinin başlıcalarıdır. Seyr-u sülûkte salikin nefs mertebelerinde yükselişine göre bu isimlerin zikir şekli de değişiklik arzeder. Bu isimlerden özellikle “Hû” ismi tarikat çevreleri için alem olmuştur. Hû = O, yani Allah’tır. “Gelen Hayy’dan gider Hû’ya” sözü bizim dilimizde mesel halinde kullanılır ki herşeyin evvel ve ahırının Allah olduğu anlamı taşır.

İlk zikir telkini yapan Hz. Peygamber (s.a.)’dir. Bugünkü manada tarikatlarda yapılan şekliyle olmasa bile, gönüllerin Allah’a açılmasını, kalplerin Allah zikriyle itminan bulmasını sağlamak üzere ilk defa zikri, o telkin etmiştir. Hicret sırasında Sevr mağarasında bulundukları sırada müşrikler tarafından fark edilip yakalanmaktan endişe ederek hüzne bürünen Hz. Ebû Bekir’e: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” (et-Tevbe, 9/40) diyerek ilk zikri telkin eden odur. İslam ile müşerref olan Hz. Ömer’i kucaklayarak seslice tevhidi ta’lim eden de odur. Diğerlerine şehadet kelimesini tarif eden de. Bu yüzden zikir konusunda tereddüde mahal yok. Kur’an ve Sünnet, dinin ana ilkelerini belirler. Teferruat ise ulema ve müçtehidlerin işidir. Nasıl ibadet hayatımızda namaz ve oruç gibi ibadetlerin ana ilkeleri Kitap ve Sünnetle belirlenmiş ve diğerleri ulemanın içtihadıyla tespit edilmişse; zikir konusunda da ana ilkeler ayet ve hadislerle çizilmiştir. İcra şekli ise bu işin uzmanları olan Peygamber varisi mürşid-i kamillerin tensib ve ictihadlarına bırakılmıştır. Burada en önemli ilke ise, dinin yasakladığı şeyleri karıştırmamaktır.

Zikrin yapılış şekline görede “ferdî” olanı ve bir de “topluca” yapılanı vardır. Her ikisinin de önemi birbirinden ayrıdır. Ferdi zikir, daha çok günlük ve haftalık olarak yapılması istenen bir vazifedir. Zamanı, icra şekli, sayısı ve süresi müşrid tarafından belirlenir ve tarif edildiği şekilde uygulanır. Bu günlük zikirler genellikle “vird” (çoğulu evrad) adıyla anılır. Eğer günlük vazife bir dua ise ona da “hizb” (çoğulu- ahzab) denir. Hizb ve dualar, ya Kur’an ayetlerinden, ya hadislerden ya da velilerin dualarından derlenir.

Toplu zikir, “icrayı zikrullah” da denilen “ayin-i ehlullah”dır. Her tarikatta ayrı ayrı adlarla anılan ve değişik şekiller de yapılan bu zikir türünü önümüzdeki sayıda anlatacağız.