Altınoluk Dergisi, 1999 – Ocak, Sayı: 155, Sayfa: 005
İnsanın yaratılış gayesini belirten âyette: “İns ve cinnin kulluk (ibâdet ve ubûdiyet) için yaratıldığı” (Zâriyât, 51/56) belirtilmektedir. İbâdet Allah’ın rızâsına yönelik hareket ve eylemleri, ubûdiyet de Allah’ın takdir ve fiiline yönelik rızâ ve teslimiyeti ifâde etmektedir.
İbâdet ve ubûdiyyet kavramı çok geniş kapsamlıdır. “Zikir” denilen ve Allah’ı unutmamak anlamına gelen gönül diriliği de ibâdet kapsamı içinde yer alır. Gerek Kur’an âyetlerinde ve gerekse hadislerde zikrin en faziletli amel oluşundan bahsedilmektedir. Kur’an’da: “Allah’ın zikri (İbâdetlerin) en büyüğüdür” (el-Ankebût, 29/45) buyuruluyor. Hz. Peygamber bir gün soruyor: “Siz’e amellerinizin en iyisini, melikiniz katında en temizini, derece bakımından en yükseğini bildireyim mi? Ki bu amel, sizin altın ve gümüş infakınızdan; düşmanla karşılaşmanızdan ve onlarla vuruşup sonunda onların sizin boynunuzu sizin de onların boyunlarını vurmanızdan daha hayırlıdır.” Sahâbiler: “O nedir?” diye sordular Allah Rasûlü “Allah’ı zikretmek” buyurdu (İbn Mâce, Edeb, 53; Tirmizî, Deavât, 6).
Yaratılmaktan gaye kulluk, kulluktan gaye de Allah ile kalbi ilişkilerdeki canlılık ve diriliktir. İbadetlerin en faydalısı sayılan zikir, kalb huzuru ile ve dâimi sûrette yapılan zikirdir. Gafil bir kalb ile ve yalnız dil ile yapılan zikrin faydası azdır. İbadetleri değerli kılan kalb huzûrudur.
Zikir gaflet ve nisyandan kurtulmaktır. Gaflet isteyerek ve bilinçle zikri terketmektir. Nisyan ise istemeden zikri terketmek ve unutmaktır. Bu yüzden Allah Teâlâ: “Sakın gafillerden olma!” (el-A’râf 7/205) buyurduğu halde “Sakın unutanlardan olma” buyurmamıştır. Çünkü unutmada sorumluluk yoktur. Nitekim Allah Rasûlü: “Ümmetimden hatâ, nisyân ve zorla yaptırılan kötülüklerin cezası kaldırılmıştır” (İbn Mâce, Talâk, 16) buyurmuştur.
Nisyan iradi bir iş olmamakla birlikte Allah insanı “nisyân ile ma’lûl” hâle gelmekten sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı unutan ve Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! Onlar yoldan çıkan kimselerdir” (el-Haşr, 59/19).
Nisyân, ilgisizlik alâmeti, ilgisizlik de sevgi eksikliğidir. İşte bu açıdan zikir sevgi teessüsünü sağlayan Allah’a yönelişi canlı tutan bir kamçı etkisi yapmaktadır. Zikir önce ünsü, ardından muhabbeti gerekli kılar. Devamında da üns ve muhabbet peyda olur. Zikre başlayan kimse, önceleri kalbini vesveselerden kurtarıp Allah’ın zikrine yoğunlaşmada güçlük çekebilir. Ancak ısrarla zikre devam sayesinde kişi vesveseyi atmaya muvaffak olunca kalbde önce zikre ünsiyet, ardından zikrettiğine karşı muhabbet meydana gelir. Nitekim gönül erlerinden öyleleri vardır ki, başlangıçta zikir ve Kur’an tilâvetinden zorlandıklarını, ama sonunda bundan hazz almaya başladıklarını belirtirler. Nitekim sûfilerden birinin “yirmi yıl Kur’an ile yoruldum ama; yirmi sene bu işten hazz ve zevk aldım.” sözü tekrar ve ısrarla zikrin muhabbet doğuracağı görüşünü teyid etmektedir. Çünkü ünsiyet uzun yorgunluk ve zahmetlerden sonra hasıl olur. Manevi hazz ve zevk de ünsiyet ve muhabbetten doğar. Bu yüzden başlangıçtaki zorluktan yılmamak gerekir. İnsan alışkın olmadığı yemeği yerken bile önceleri zorlanır. Ardından yemek mizacına uygun hale gelmeye, ondan hazz ve lezzet almaya başlar. Nitekim bir Arapça şiirde meâlen şöyle denilmiştir:
Nefs öyle bir şeydir ki başlangıçta ona,
Zorlukla yaptırılan işler, zamanla tabiat olur.
İnsanların fıtratlarındaki gevşeme ve gaflet özelliğini bilen Yüce Mevlâ insanın kalbini dâimâ zikre hazır bir duyarlılıkta bulundurmasını ve inananlardan bu kıvâma ermelerini taleb ediyor: “İman edenlerin Allah’ı zikretme ve Hak’tan gelen Kur’an âyetleriyle huşû duyma zamanı gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onların bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (el-Hadid, 57/16) Mekke’de sıkıntı ve darlık içinde olan müslümanlardan Medine’de bolluk ve refâha kavuşunca eski hallerine göre uyuşukluk ve gevşeklik gösterenler olmuştu. Allah Teâlâ bu durumda bulunanları uyarmak için bu ayette kalplerin zikir duyarlılığı ile iman aşkı ve islâm heyecânını yaşamalarını emretti.
Âyette aynı zamanda müminlerin zaman içinde zikir olgunluğuna ermelerine teşvik söz konusudur. İmanın temelinde bilgi ve sevgi gibi iki esas vardır. Yeni imana gelenlerde ilk duyguların vicdanlara çarpması kuvvetli olduğundan muhabbet neş’esi de kuvvetli olur. Ancak böyleleri bilgi ve imanın gerektirdiği tatbikat itibarıyla kâmil bir kalb gibi yüksek faziletlere eremez. Zaman geçtikçe duygular kocayarak neş’esini kaybeder. Arzulara gevşeklik kalbe katılık gelir. İslam’da Hakk’ın birliği ilkesi âleme bir likaullah; yâni sevgiliye kavuşma duygusu getirmiştir. Bu duygunun sona ermesi veya bir başka neş’e ile değiştirilebilmesi düşünülemez. “Sâbıkun-ı evvelun” denilen ilk müslümanlar, o neş’e ve aşk ile imâna sarılarak müşriklerin baskılarına “Ahad” zikri ile mukabele ediyorlardı. Zaman içinde değişen ictimai, iktisâdi ve siyasi şartlar müslümanların bir kısmında gevşeme meydana getirince, Allah onların toparlanması için bu âyeti inzâl buyurmuştu. “Çünkü “gerçek müminler o kimselerdir ki, Allah’ın adı zikredildiği zaman kalpleri ürperip çarpar.” (el-Enfal, 8/2)
Bir önceki âyette geçen “emed” kelimesi zaman, vâde ve son anlamındadır; yâni üzerlerinden uzun zaman geçti, ya da ecel, vade ve ömürleri uzayıp ölümü unutarak ardı arkası kesilmeyen arzuların peşine düştüler. Böylece de kalpleri katılaştı. Allah adına zikir ve nasihat tesir etmez, Hakk’a boyun eğmez oldular. Zamanın geçmesiyle duygular sönmüş, kalpler iyice katılaşmıştı. Bu uyarı aslında kıyamete kadar gelecek bütün müslümanlaradır. Çünkü insanlar, uzayıp giden zaman tünelinde ardı arkası kesilmeyen arzu ve istekleriyle başbaşa kaldıkça hep bu tür tehlikelere maruzdurlar. Günümüz insanı bu açıdan biraz daha şanssız görünüyor. Çünkü insana zikri unutturacak pek çok uyaran var. Ama o ölçüde Hak ile mülâkatını artıracak bir müzekkir ve uyarıcı yok. Onun için zikir diriliğine ermenin yolu yine zikirden geçiyor. Yukarda geçen âyette diriliğin temelinin “huşû” olduğuna dikkat çekiliyor. Huşu’ irâdi bir kalb eylemidir. Huşû ve zikir ikisi birbirini bütünleyen şeylerdir. Zikir huşûa, huşû da zikr-i daimiye çağırmaktadır. Bu yüzden nefs eğitiminde zikrin önemi pek büyüktür. Zikrin çok yapılması takdirinde felâh sebebi olduğu, ayette şöyle belirtilmektedir: “Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok zikredin ki felâha erişesiniz” (el-Enfâl, 8/45).
Kalbin nazargâh-ı ilâhi olması sebebiyle çoluk çocuğun, mal ve mülk ile meşguliyetin zikre engel olmaması istenmiştir. Nitekim: “Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa ziyâna uğrayanlardandır” (el-Münafıkın, 63/9). Allah kendi zikrine karşı isteksiz olanları böyle uyarırken, diri gönül sahiplerini de övmektedir: “Allah’ın öyle kulları vardır ki; hiçbir ticaret ve alışveriş onları Allah’ın zikrinden alıkoymaz (en-Nûr, 24/37).
İnsanın gaflete olan meyli sebebiyle Allah namazdan sonra bile zikri emrederek gönül diriliğine çağırmaktadır: “Namazı bitirince de ayakta otururken ve yanınız üzerine yatarken daima Allah’ı anın” (en-Nisâ, 4/103).
Namaz Allah zikrinin şekillerinden biri olduğu içindir ki Allah “Benim zikrim için namaz kıl” (Tâhâ 20/14), buyurur.
Zikri akl-ı selim sâhiplerinin bir özelliği olarak gören Yüce Allah onların ayakta dururken, otururken ve yanları üzere yatarken Allah’ı zikredeceğini belirtmektedir (bk. Âl-i İmran 3/191).
Kendisini unutanlara Allah, kendilerini bile unutturacağını belirttiği gibi, kendisini zikredenleri bizzât zikredeceğini; onlara kendisini ve kendilerini unutturmayacağını ifade ederek zikrin iki boyutunun bulunduğunu göstermektedir. (bk. el-Bakara, 2/252) Biri kuldan Allah’a, biri de Allah’tan kula doğru olan zikir. Zikrin kuldan Allah’a doğru olan boyutu ne kadar canlı ise Allah’tan kula olan tecelli de o ölçüde olacaktır.
Hz. Peygamber’in hadislerinde “müferrid” diye bir kavrama yer verilmektedir. Nitekim Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir: “Rasûlullah ashâbı ile Mekke yolunda yürüyordu. Cumdan denilen bir yere uğradı ve ashâbına: “Yürüyünüz, burası Cumdân dağıdır. Müferrid olanlar öne geçmiş; yarışı kazanmışlardır” buyurdu. Sahâbiler: “Yâ Rasûlallah! Müferridler de kim?” diye sordular. Allah Rasûlü: “Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlar” buyurdu. (Müslim, Zikir,4)
Hadisin değişik şerhlerinde müferridlerin inzivâ ve uzlet ehli, aşk-ı ilâhi ile vecde gelip Allah’ın zikriyle sevinçli kimseler anlamlarına geldiğine işâret edilmiştir. Bu ibâre ve ifadelerden “her fırsatı değerlendirip zikretme gereği” ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Tirmizi’nin rivayetinde yer alan bir hadis oldukça ilgi çekicidir. Bir sahâbi geliyor ve Hz. Peygamber’e diyor ki: “İslâm’ın emirleri bana ağır geliyor. Bana birşey emret de onunla ilgileneyim ve bu suretle işim kolaylaşsın.” Hz. Peygamber buyuruyor: “Dilin Allah’ın zikriyle ıslak hâle gelsin” (Tirmizi, Deavât, 4).
Demek ki genel olarak, ibâdetlerde zorlanan bir kimsenin ibâdetlerin en yoğunu olan zikir ile meşguliyeti, onun diğer ibadetlerle ilgisini kolaylaştırmaktadır. Bu hadis bir bakıma zikrin ibâdet hayatı için eğitici bir fonksiyon icrâ ettiğini belirtmektedir.
Tasavvuf erbâbı nezdinde zikir, velilik kapılarını açan bir fermandır. Bu fermânı alan vuslata erer, alamayan azledilir. Zikir kalplerin gıdasıdır. İnsan bu gıdadan mahrum olunca kabre düşmüş cesed gibi olur. Zikir mânevi yollar üzerindeki engelleri kaldıran bir silâhtır, Nefs yolu üzerindeki ateşin alevlerini söndüren sudur. Zikir kalpleri katılaştıran hastalıkların devâsıdır.
Peki öyleyse zikir nasıl yapılacak? İşte sorun burada. Kur’an zikrin bir mutlak olanından; hiç bir kayıt ve sınırlama ile mukayyed olmayanından, bir de isim ile sınırlı bulunanından bahsetmektedir. Mutlak olan zikir Allah ile ilişkiyi sağlam tutmak; O’nu hiç unutmayacak ve zikriyle mutmein olacak bir kalb diriliğine erişmektedir. Bu da gönül gündemine sahip olmakla gerçekleşecek bir husustur. İsim zikri ise Allah’ın güzel isim ve sıfatlarını yâd etmek, dilimizden düşürmemektir. Elbette bunun da kendine göre usul ve yöntemleri vardır ama hiç olmazsa ferdi planda her fırsatta dil ve gönlü aynı anda Hakk ile meşgul etmeklidir.
Topluca Allah’ı anmak ve bunun için meclis akdetmek de hadis-i şeriflerde senâ edilen bir husustur: “Allah’ı zikretmek için bir araya gelen topluluğu rahmet sarar, melekler kuşatır ve onların üzerine sekinet iner ve Allah onları kendi nefsinde zikreder. (Müslim, Zikir, 39; Tirmizi Deavât, 7 ) Demek ki Allah adına ve O’nu anmak için yapılan her toplantı rahmet, bereket ve sekinet vesilesidir, Kalp diriliğini sağlayan bir etkendir. Câmideki cemaat, ilim meclisleri, sohbet, dostluk ve birliktelikler zikre medar olduğu sürece bu kapsamdadır.
Peki o zaman zikir ve sohbet ibâdetin bir alternatifi midir? Elbette ki hayır, çünkü mutlak olarak sohbet ve zikir, Allah’ın emrettiği ibâdetlerin sorumluluğunu iskat eden şeyler değildir. Olsa olsa ibâdetin bir türü ve çeşididir.