Altınoluk Dergisi, 2010 – Mayis, Sayı: 291, Sayfa: 011
İnsanın mayası kulluk, kulluğun zirve noktası Hakk’a dostluk; yâni velâyet ile Allah’a yakınlığa erebilmektir. İnsan bu dünyâda kendisini kuşatan kaygı ve korkulardan kurtulmak ve öbür âlemde dostlukla muâmele görmek ister. Bunun şartı ise îmân ve takvâ ile kalbi temizlemektir. İnsan ancak takvâ ile korktuğundan emin olarak velâyet sırrına erer.1
Velâyet sırrının birtakım özellikleri vardır. Nitekim ilk sûfîlerden sayılan Yahyâ b. Muâz er-Râzî velînin vasıflarını şöyle sayar: “Velînin şiârı sabır, kisvesi şükürdür. Yardımcısı Kur’an, bilgisi hikmettir. Arınmayı sağlayan hasleti tevekkül, bu dünyâya âid nihâî fikri fakrdır. Bineği takvâ, dostu hüzündür. Bu dünyâda gurbetteymiş gibi yaşar. Hemcelîsi zikir, yoldaşı Allah’tır.” Şâir bunları şöyle ifâde etmiştir:
Zikr-i Hakk’tır Allah dostunun rûhuna gıdâ
Hakk’a şükür ise olur kazancına safâ
Haberdâr olmak dilersen esrâr-ı ilâhiyyeden
Zikre sarıl, tâat yolunda yürü ki bulasın vefâ.2
Ölü Kalb-Diri Kalb
Kur’an inananla inanmayanın kalbî hayâtı arasında ölü ile diri arasındaki kadar bir mesâfe bulunduğuna özellikle vurgu yapar. Nitekim Allah Teâlâ: “Sen ölülere işittiremezsin”3 âyetiyle kâfirlerin ölü mesâbesinde olduğunu beyân buyurduğu gibi bir başka âyette de: “Diri olanları uyarsın ve kâfirler cezâyı hak etsinler diye”4 Allah’tan peygamberine apaçık bir Kur’an indirildiğini belirtir.
Bu iki âyet-i kerîmeden dünyâ ve içindekilerin îmân ehli olanlarının diri, îmân ehli olmayanlarının ölü mesâbesinde oldukları anlaşılmaktadır. Îmân hayât sebebi, zikir ise onu besleyen hayât suyu mesâbesindedir. Îmân ağacını menfî olarak etkileyen gaflet zehridir. Gaflet zehrini izâle etmek için zikir panzehirinden istifâde etmek gerekir. Gönül aynasını dünyâ ve mâsivâ kiri ile gaflet zehrinden en iyi arındıran tevhîd zikridir. Mevlânâ Câmî der ki:
Bir aynadır gönül Hakk’ı gösteren,
Senin aynan bulanık acep neden?
Aynan aydın olsun istersen ey dil!
Tevhîddir onun cilâsı bunu iyi bil.5
Gaflet insanın mânevî hayâtını felç; Allah ile ilişkilerini ifsâd eden ve insanı dünyâ peşinden koşturan kalbî bir marazdır. Çünkü gaflet şerbetini içmiş ve dünyâ sarhoşluğuna düşmüş insan, sürekli arzu ve hayallerinin peşinden koşup durmaktadır. Bâzen önüne çıkanları parçalamakta, bâzen de kurt gibi dağıtmaktadır. Bâzen keklik gibi arzu ve istek dağlarında uçmakta, kimi zaman da ceylan gibi ümid otlaklarında dolaşmaktadır. Habersizdir nazlandığı ve gurur tuzağına düştüğü dünyânın oyun ve eğlence olduğundan. Bilmez ki dünyâ sermayesizlerin sarayı, bahtsızların sermayesi, çulsuzların çulu, boş insanların eğlencesidir. Dünyâ yürek hoplatan fettân bir sevgili, dirlik ve düzeni bozan kahpe bir güzel, vefâsı olmayan bir dost, şefkatten yoksun bir dadı, hilekâr bir düşmandır. Sabahleyin okşayıp sevdiğini, bir bakarsın ki akşamleyin eritivermiş. Bir gün gönlünü neşelendirdiği kimseyi ertesi gün helâk ateşinde yakar, kavurur.
Gaflet, Zikir ve Namaz
Kur’an’da namazla zikir arasında bir ilişki söz konusudur. Kur’an bir yandan namaza çağırırken namaz ile zikri aynîleştirmiş,6 diğer yandan da namazdan bahsederken zikrin en büyük ibâdet olduğuna atıfta bulunmuştur.7 Namazın hakîkati zikirle kalbin huzûr, fikirle murâkabe yaşamasındadır. Namazdaki zikir insanın hayâsızlığına sebep olan gafleti kovar. Fikir ve tefekkür ise havâtır denilen boş ve anlamsız düşünceleri giderir. Namaz, sâhibi namazda olduğu müddetçe onu bu tür kötülüklerden alıkoyduğu gibi, namaz dışında da amellerini görüp ucüble benlik geliştirmekten ve onlara karşılık beklemekten alıkor. Bu yüzden Allah’ı anmak ibâdetlerin en üstünü görülmüştür.
Aslında namazın en büyük husûsiyeti Allah’tan korkmayı ve günahlardan sakınmayı sağlamasıdır. Nitekim ensârdan bir gencin gece namazı kıldığı ve buna rağmen birtakım kötülükler işlediği anlatılınca Allah Rasûlü buyurdu ki: “Namazı onu kötülüklerden alıkoyacaktır.”8 Çok geçmeden bu genç tevbe etti, hâli düzeldi ve sahâbîlerin seçkinlerinden oldu.9
Namazda aslolan gafletten uzak kalbî bir diriliğe sâhip olmaktır. Çünkü insan gaflete düştüğünde mânevî hayât damarı kesilir ve canlılığını kaybeder. Namazlarında devamlı olan ve sürekli zikr-i ilâhî ile beslenen gönüller bâtınlarını korumuş olurlar. Namazda zikrin bulunuşu onun değerini arttırmaktadır. Çünkü kulun zikrinin karşılığı, Allah’ın kulunu anmasıdır. Allah Teâlâ: “Siz Beni anın ki Ben de sizi anayım”10 buyurmuştur. Husûsî mânâdaki bu zikir, ibâdetlerin en değerlisidir.
Zikrin başı tevhîddir. Tevhîd Hakk’ı birlemektir. Ortası tecrîddir. Tecrîd Hakk’ın dışındaki varlıklardan arınmaktır. Nihâyeti ise tefrîddir. Tefrîd sâdece Allah ile baş başa kalmaktır. Allah Rasûlü tefrîd ehli için: “Müferridler yarışı kazandı” buyurmuştur. “Kimdir bu tefrîd ehli?” sorusuna ise Allah Rasûlü: “Allah’ı çok zikreden erkek ve kadınlar”11 cevâbını vermiştir. Şeyh Attâr tefrîdi şöyle anlatır:
Tecrîdin esâsı etmendir şehvete vedâ
Bütünüyle eylemendir zevkleri fedâ
Kestiğinde sen büsbütün mevcûdattan ümid
Ortaya çıkar istifâde edilecek tefrîd.12
Kalb gaflet hastalığına kapılınca ondan hayâsızlık sayılan fuhuş ve münker kabûl edilen kötülükler sâdır olmaya başlar. Bu tür hastalıkların tedâvisinde en etkin ilâc zikirdir. Çünkü her şeyin ilâcı zıddı ile kâimdir.
Zikreden Kalbler
Şeytanın en büyük hasmı zikreden kalblerdir. Kalblerin gaflet illetine bürünmesi ve Allah’ın zikrinden uzaklaşması şeytanı mutlu eder. Nitekim Mesnevî’de Mevlânâ’nın anlattığı şu hikâye bu konuda ibretli bir örnektir:
Adamın biri dil ve damağını mânen tatlılaştırmak için “Allah, Allah” diye zikrederken şeytan ona musallat oldu. Dedi ki şeytan: “Sen Allah Allah diyorsun, ama karşılığında lebbeyk/buyur ey kulum, cevâbını alıyor musun? Ne zamana kadar böyle boş boş söyleneceksin? Hakk sana cevâb vermiyor. Sen bu utanmaz hâlinle Allah deyip duracak mısın?”
Bu sözleri duyan adamın neşesi kaçtı, yüreği burkuldu. Zikri bırakıp başını yastığa koydu ve derin bir uykuya daldı. Rüyâsında yemyeşil çayırlık ve çimenler arasında Hızır’ı gördü. Hızır ona dedi ki: “Niye zikri bıraktın? Allah’ın adını anmaktan pişman mı oldun?” Adamcağız: “Bana yaptığım zikir karşılığında lebbeyk/buyur kulum diye bir cevâb gelmiyordu. Allah’ın kapısından kovulmaktan korktum” dedi.
Hızır dedi ki: Senin Allah diyebilmen bile aslında O’nun buyur, demesidir. Çünkü sana zikir arzusunu veren O’dur. Sen işim çok, zamanım yok, yorgunum diye hilelere başvurarak çareler aradığın hâlde Allah’ın seni kendisine çekmesi, ayağındaki dünyâ bağını çözüp zikrine izin vermesi bir bakıma O’nun lebbeyk/buyur kulum demesidir. Hakk’ı tanımayan kişi bu duâdan uzaktır. Çünkü böylelerine izin yoktur. Onlara zikir zevki de verilmemiştir. Hattâ böylelerinin sıkıntıya uğradığı zaman inleyip de Allah’a yalvarmaması için ağızlarına ve gönüllerine kilitler vurulur. Baksana Allah Firavun’a sayısız mal, mülk ve hükümranlık verdi. O da ululuk dâvâsına kalkıştı ve insanlara «ben sizin yüce rabbınızım» demeye başladı.
Allah’a yalvarıp sızlanmasın diye Allah ömürde bir defa Firavun’a derd vermedi. Saltanat verdi, mülk verdi, ama derd, ağrı ve gam vermedi. İnsana Allah’ı hatırlatan ve gizlice O’na yalvarmaya vesîle olan derd, dünyâ mülkünden de, saltanattan da daha iyidir. Derdsiz duâ soğuktur, bir işe yaramaz. Derdlinin, acı çekenin duâsı ise gönülden kopar gelir. Sağlam adamın duâsı ile inleyen derdlinin yakarışı arasında ne kadar çok fark vardır. Derdsiz adam şeklî olarak ellerini kaldırır, birkaç kelime söyler ve kalkar gider. Ama hasta, ıstıraplar içindedir. Aldığı ilâçların tesiri olmamıştır. Doktordan da, ilâçdan da ümidini kesmiştir. Tek ümidi Allah’tır. Bütün kalbiyle Allah derken feryâdından yer ile gök inler, gönüller titrer. Elbette böyle duâ, bir başka duâdır.13
Dünyâ olayları sonuçlarına göre değerlendirilmelidir. Nîmet gibi görünen şeyler çoğu zaman külfet ve perde olabildiği gibi, derd gibi görünenler kurtuluş vesîlesi olabilmektedir. Bütün mesele kalbin neye ve kime âid olduğudur. Nefs ve şeytanın tuzağına düşmeden Hakk’ın nazargâhı hâline getirilebilen kalbler, dünyevî huzûrun ve uhrevî saâdetin temel dayanaklarıdır.
Kalblerin İtmînânı ve Zikir
Kalblerin itmînânı Kur’ânî ifâdesiyle zikr-i ilâhî iledir.14 Genelde zikir, dil, kalb ve organlarla olmak üzere üçe ayrılır:
Dil ile zikir Hakk’ı hamd ve tesbih ile yüceltmek ve kitabını okumaktır. Dille zikir yalnız başına da, toplu hâlde de yapılabilir. Toplu hâlde yapılan zikrin özellikle gâfil kalblerin uyarılmasında çok önemli etkisi vardır. Zikirden mahrûm kalbler taş kesilmiş, katılaşmıştır.15 Taş ise ancak kuvvetlice vurulduğu zaman kırılıp parçalanır. Topluca yapılan zikir meclislerinde âdetâ bir topluluğun kalbe kuvvetlice vurması söz konusudur. Nasıl bir tek kişinin vurmasına göre topluca vuruş daha büyük bir enerji ifâde eder ve daha güçlü bir etki meydana getirirse aynı şekilde toplu zikirde kalbe yapılan şiddetli darb, onu içinde bulunduğu gaflet uykusundan şiddetle uyarır.
Gazzâlî kalb ile zikrin üç türlü olduğunu şöyle anlatır:
1- Allah’ın zât ve sıfatlarına işâret eden delîlleri tefekkür sûretiyle O’nun mülkü hakkında kalbde oluşan şüphelere cevâb aramakla,
2- Allah’ın emirlerini yerine getirenlere vaad buyurduğu, yasakları çiğneyenleri tehdid için ortaya koyduğu tehdidleri anlatan delîlleri düşünmekle,
3- Allah’ın yaratıklarının sırlarını tefekkür ederek bu varlıkların her zerresini âlem-i kudsü yansıtan ayna hâline getirmekle.16
Organlarla zikir, ilâhî emir ve yasakların yerine getirilmesi ya da sakınılması husûsunda sürekli hareket hâlinde bulunmak demektir. “Allah’ın zikrine koşun”17 âyetinde namaz, zikir olarak anılmış ve böylece zikir için organlarla sa’y edilmesi istenmiştir.
Zikir sâyesinde kulluğu yudumlayıp Hakk’a yakınlığa eren ve velâyet mertebesine varan âşık ve ârifler tevhîdin hazzını yaşarlar. Âlemde görüp seyrettikleri onların gönül tellerini titretir, akıllarını başlarından alır, hayret makâmına yükseltir. Hüseyin Vâiz el-Kâşifî onları şöyle tavsif eder:
Hakk amelinde âşıkların laf ve sözleri
Sû-i edeb değildir, çünkü temiz özleri
Seyreyle Hakk kadehinden bir yudum içeni
Kalmaz onun ne edebi, ne aklı, ne düzeni.18
Zikir ile kalb diriliği arasında bir bağlantı bulunduğu bilinmektedir. Nitekim Feth Mevsılî derdi ki: “Kalbi, gıdâsı olan zikirden bir müddet bile mahrum bırakmak, onu öldürmek demektir.” Kalb diriliği kullukta takvâyı ve velâyeti gerçekleştiren en büyük husûsiyettir. Buna ermenin yolu da zikirle gafleti aşıp sonuçta takvâ ile velâyet sırrını yakalamaktır.
Dipnotlar: 1) Bkz. Yûnus, 10/92-93. 2) Rûhu’l-beyân, II, 138. 3) er-Rûm, 30/52. 4) Yâsin, 36/69-70. 5) Rûhu’l-beyân, IV, 143. 6) el-Cum’a, 63/69. 7) el-Ankebût, 29/45. 8) Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 447. 9) Bkz. Rûhu’l-beyân, VI, 603. 10) el-Bakara, 2/152. 11) Müslim, Zikir, 4. 12) Rûhu’l-beyân, VI, 605. 13) Mesnevî, III, b. 189 vd. 14) er-Ra’d, 13/28. 15) Bkz. el-Bakara, 2/74. 16) Rûhu’l-beyân, I, 320. 17) el-Cum’a, 63/69. 18) Rûhu’l-beyân, II, 181.