Altınoluk Dergisi, 1989 – Temmuz, Sayı: 041, Sayfa: 030
Adı Muhammed bin Ömer, lâkabı Varrâk, künyesi Ebû Bekir, nisbesi et- Tirmizî, Aslen Tirmizli, Belh’de yaşadı, Tirmiz’de öldü. Ahmed bin Hadraveyh, Muhammned bin Sa’d bin İbrahim ez-Zâhid ve Muhammed bin Ömer bin Hoş-nâm el-Belhî’ye yetişti. Sohbetlerinde bulundu. Riyâzat ve âdâb konusunda bazı eserler kaleme aldığı rivayet edilir. “Müeddib-i evliya” (evliyâ’nın mürebbîsi) lakabıyla da anılır. Vefatı 303/917 yılıdır.
Mutasavvıflardan bir grub seyr u sülûkü, sefer olarak anlar ve sülûkün seyahatle tamamlanacağına inanırdı. Bunlara “seyyâhîn”, ya da “gezginci dervişler” denirdi. Ebû Bekir Varrâk ise müritlerini sefer ve seyahattan men’ ederek terbiye etme usulünü benimsemişti. Bu yüzden: “Her türlü bereketin anahtarı, müridliğin sağlamlaşıncaya kadar sülûke başladığın yerde kalmandır” derdi.
İnsanlıktan şeytanlığa uzanan yolu şöyle anlatırdı: “İnsana nefsinin arzu ve istekleri galip olunca kalp kararır. Kalp kararınca göğüs daralır. Göğüs daralınca huy bozulur. Huyu bozulanı da, insanlar sevmez. İnsanlar tarafından sevilmeyen, onları sevemez. İnsanları sevmeyen onlara zulmetmeye başlar. Böyle bir davranışın sonu şeytanlıktır.”
Hikmet ile nübüvvet arasında şöyle bir ilgi kurardı: “Ehl-i hikmet Peygamberlerin halefleridir. Nübüvvetten sonra hikmetten başka bir kapı kalmamıştır. Hikmet işi sağlam yapmaktır. Hikmetin ilk işareti dile sahip olmak ve sükuttur, ihtiyaç olmadıkça konuşmamaktır.”
Şükr’ü şöyle anlatırdı: “Nimete şükür nimeti görmek ve onu verene hürmeti korumaktır.” “Halk ile uğraşmak ve onlar için süslenmek nimete perdedir. Nimeti bilmeyen nimetten mahrum kalışının farkında bile olmaz.”
O’na göre kalbin altı hali vardı: Hayat, ölüm, sıhhat, hastalık, uyanıklık ve gaflet. Kalbin hayatı hidayet, ölümü dalâlet, sıhhati tahâret ve safâ, hastalığı dünya ilgisiyle bulanıp kararmak, uyanıklığı zikir, uykusu gaflet hâliydi. Bu hallerin her birinin ayrı ayrı alâmeti vardı: Kalbin diri oluşuna alamet korku ve ümitle amel etmek, ölümüne işaret bunun aksiydi. Kalbin sıhhatine alamet ibadeti canlı ve zevkle yapmaktı. Hastalığının alameti bunun zıddıydı. Kalp uyanıklığının alameti kalbin duyması ve görmesiydi. Uyuması ise bunun tersiydi.
Akıllı kişilerle arkadaşlığın onlara uyarak, zahitlerle dostluğun onların etrafında pervane olarak, ahmaklara yakınlığın onlara sabır göstererek mümkün olacağını söylerdi.
O’nun anlayışına göre insanlar üç kısımdı: Alimler, idareciler ve dervişler. Alimlerin bozulması tâat ve ibadetin kaybolması demekti. İdarecilerin fesadı geçim yollarının bozulmasını doğururdu. Dervişlerin bozulması ahlakı fesada uğratırdı. İdarecilerin bozulması zulme, alimlerin bozulması tamahkârlığa, dervişlerin bozulması riyaya meyletmek şeklinde ortaya çıkardı. İdareciler alimlerden uzaklaşmadıkça bozulmaz, alimler de idarecilerle içli dışlı olmadıkça fesada maruz kalmazdı. Dervişler ise riyâset talebinde olmadıkça, hürmet ve itibar beklemedikçe fâsid olmazdı.
Tâma’ı pek çok belâ ve hatanın başı sayar şöyle konuşurdu:
-Tamâ’a bakan kimdir? diye sorsalar,
-Allah’ın takdir buyurduğu rızık konusunda şüpheye düşmek, cevabını verirdi.
-San’atın ve kazancın nedir? diye sorulacak olsa,
-Zillet ve meskenet kazanmak derdi.
-Gayen nedir? denilecek olsa,
-Sahibimi mahrum bırakmaktır, karşılığını verirdi.
İyilerin iyilikleri sebebiyle kendilerini beğenmelerini hoş görmez “fasıkların verilen emirlere boyun eğmesi, itaat ehli kişilerin iyi halleri sebebiyle gurura kapılmalarından daha iyidir” derdi.
Sordular:
-Bize, bizi hem insanlara hem de Allah’a yaklaştıran bir amel gösterebilir misin? Şu karşılığı verdi:
-Yalnız Allah’tan isterseniz O’na yaklaşırsınız; insanlardan hiçbir şey istemezseniz onlara yakın olursunuz.
– Kelam, fıkıh ve tasavvuf ilimleri arasında şöyle bir ilgi kurardı: Fıkıh ve tasavvuf olmadan sadece kelam ilmiyle uğraşan zındıklığa, kelam ve fıkıhsız tasavvuf ile yetinen bid’atçılığa, tasavvuf ve kelam olmadan yalnız fıkıhla iktifa etmeye kalkışan fâsıklığa düşer. Bu ilimlerin hepsinden gerekli hisseyi alanlar gerçek kurtuluşa erer.
Ebû Bekir Verrâk sülûkün her kademesinde edebden yana idi. Bu yüzden: “Seyr ü sülûkün başında olanlara göre tevbe ne ise, arifler için edeb odur” derdi.
Heybet ile ma’rifet arasında ilgi kurar, ma’rifet-i ilahiyyesi sağlam olandan heybet ve haşyetin zail olacağını söylerdi
Havâss’ı yani bu yoldaki seçkinleri şöyle tanımlardı: Kalpleri ince anlayış sahibi, ahlakları güzel, halka örnek ve önder kişilerdir onlar. Onlar insanları hayra ve onunla amel etmeğe çağırırdı. Sultanlara güzelce iyiliği emir ve kötülükten nehy görevini yapar, alimlere hayrı gösterir. Havâss, fesada uğrayınca yalancılar doğrulara, kâhinler yakîn ehli kişilere, vesveseliler ihlâs sahiplerine üstünlük sağlar.
Sûfiyi şöyle tarif ederdi: “Sûfî, kalbi her türlü kir ve pastan tasfiye görmüş, sadrı herkese açık, nefsini bezl ve isâr ile cömertliğe alıştırmış kimsedir.”
“Sende bulunmayan sıfatlarla seni öven kimse ile dostluk ve arkadaşlık etme. Çünkü böyle biri kızdığında seni sende bulunmayan özelliklerle kötülemeye kalkar.” diye öğüt verirdi.
Münakaşa ve mücadeleden hoşlanmaz, ihtilaf ve kavgaların bir işe yaramayacağına inanırdı: “İhtilaf ve görüş ayrılığı düşmanlık duygularını harekete geçirir, düşmanlık ise insana daima belâ yağdırır” derdi.
Arzdan arşa bütün sebepleri terketmeyen, masivayı tamamen gönlünden çıkarmayan ve muradı yalnız Allah’tan ibaret olmayan kişilerin yakîn bilgisine layık olmadıklarını söylerdi. Çünkü ona göre yakîn, kulu her halükarda aydınlatan ve müttakîler mertebesine yücelten bir nûrdu.
Zâhidlik yolunda tad almak isteyenlere baş olma sevdasını ve insanlara kendisini kabul ettirme duygusunu terketmelerini öğütlerdi.
Kendisinden nasihat isteyenlere şöyle öğüt verirdi: “Kendine acıyorsan, sultanların sohbetinden uzak dur, yaşantını korumak, hayatını huzurla geçirmek istiyorsan meliklerle oturma. Otoriteni korumak istiyorsan zenginlerden uzaklaş. Ahlakını muhafaza etmek istiyorsan avâmın arasına karışma. Kalbine sahip olmak istiyorsan kadınlar ve genç oğlanlarla ülfet etme. Dînini korumak diliyorsan fısk ve bid’at ehli kişilerle yoldaş olma. Malına düşkünsen fukara ve dervişlerle oturup kalkma, îmanını ve müslümanlığını kurtarmak istiyorsan amelsiz alimlere yanaşma. Mürüvvet ve fazîlet düşkünü isen ihvana muhalefet edip onlarla dalaşma.”
Rivayete göre Ebû Bekir Varrâk’ın bir oğlu vardı. Onu mektebe gönderdi. Çocuk bir gün mektepten benzi soluk ve tir tir titreyerek döndü. Babası sordu:
-Nedir oğlum bu halin? Çocuk:
-Babacığım, bu gün öğrendiğim şu ayetin dehşetinden bir türlü kurtulamıyorum: “Eğer nankörlük ederseniz çocukları ihtiyarlatacak bir günden nasıl sakınırsınız?” (el-Müzzemmil, 17)
Bu olayın dehşetiyle çocuk hastalandı ve bir süre sonra da öldü. Ebû Bekir Varrâk kendi kendine şöyle yanıp yakılıyordu: “Oğlum bir âyet işitti ve canını verdi. Ben ise bunca yıldır Kur’an okuyorum, kılım bile kıpırdamıyor. Yoksa benim kalbim taş mı kesildi.”
Rahmetüllahi aleyh.
KAYNAKLAR: Sülemî, Tabakâtü’s-sûfiyye, s. 221-227; Hılyetü’l-evliyâ, X, 335-337; Kuşeyrî, er-Risâle, l, 139; Sıfatü ‘s-safve, IV, 165-166; Keşfü’l-mahcûb, l, 354-355; Tezkiretü’l-evliya, (Trc. S. Uludağ), s. 568-578; Nefehâtü’l-üns, (Trc. Lamiî Çelebi), s. 174; ibnü’l-mülakkin, Tabakâtü’l-evliyâ, s 374-375; Şa’rânî, et-Tabakâtü’l-kübra, 1, 78; el-Kevâkibü’d-dürriyye, II, 43.