Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

XV. ASIR ANADOLU MUTASAVVIFLARI ARASINDA SOMUNCU BABA’NIN YERİ

26 Mayıs 1991 / Darende, MALATYA

XIII. Asırda haçlı seferlerinin ardından İslâm dünyası, memleketin her tarafını bir veba mikrobu gibi saran Moğol istilasıyla yandı ve kavruldu. Ancak bu ateş, koca gövdesine yıldırım düşen bir ağaç misali, sadece gövdeyi yaktı. Fakat o ağacın köklerinden yepyeni ve daha canlı Osmanlı çınarı, fidan halinde boy atmaya başladı. Osmanlı çınarı, gıdasını medrese toprağından, ısısını tekke ve tasavvuf ocağından alıyor ve asker millet türkün kılıcıyla korunuyordu. Medrese, tekke ve ordu üçlüsü parçalanan, dağılan Türk boylarından yeni bir İmparatorluk kurma gayreti içinde, birbirlerine karşı olanca sevgi ve bağlılıklarıyla hizmet veriyordu. Daha ilk kuruluş yıllarında medresenin yanında bir tekkenin tesis edilmiş olması; medresenin hocası Dursun Fakih (ö. 726/1326) ile tekkenin temsilcisi Şeyh Edebali’nin (0.726/1325) Sultan Osman’ın yanında birlikte yer almaları, bunun delili olduğu gibi, devletin kuvvetler dengesine attığı ilk adımıdır. Osmanlı sultanları bu dengeyi korumaya büyük özen göstermişler; tekke erbabına da, medrese mensuplarına da gereken değeri vermişlerdir.

İslâm’ın yayılması ve yaşanmasında çok mühim hizmetler görmüş olan mutasavvıflar, Osmanlı devletinin kuruluşunda da değerli görevler üstlendiler. Rifâiyye, Sühreverdiyye, Kadiriyye, Ekberiyye ve Mevleviyye o dönemin en yaygın tarikatlarıydı. Sultan Orhan zamanında Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasında Bektâşîliğin oynadığı rol, tarihlerimizin ittifakla kaydettiği hususlardandır.
Aynı çağda Dârü’l-cihad olarak bilinen Anadolu’ya doğudan; Türkistan ve Mâveraünnehir bölgesinden Ahiler, Yesevî dervişleri ve Alperenler denilen Babaîler de İslâm’ı yayma heyecanı ile koşup gelmekteydiler. İşte bu dönemde Türkistan’dan koşup gelenlerden biri de Somuncu Baba’nın ailesiydi. Ebheriyye Tarîkatı’na bağlı olan bu aile, Anadolu’ya geldiklerinde o gün, Anadolu’nun en gelişmiş merkezlerinden biri olan Kayseri’ye yerleşti. Ebû Hâmid künyesiyle bilinen mutasavvıfımız, orada doğdu. Somuncu Baba’nın asıl adı Hamîdüddîn, babasını adı da Şemseddîn Mûsâ’dır.  Doğum tarihine dâir elimizde kesin bir bilgi olmamakla birlikte, 815/1412’de vefat ettiği ve vefatında 80’i mütecâviz bir pîr-i fânî olduğu dikkate alınırsa, onun 730/1340 yılları civarında doğduğu söylenebilir.
Hamîdüddîn, ilk tahsilini ve tarikat neş’esini babasından aldı. Babası vâsıtasıyla Sühreverdiyye’nin Ebheriyye Tarîkatı’na sülûk etti. Tahsilini Kayseri ulemâsı nezdinde sürdürdü. Bursa’ya geldiğinde Dâvûd Kayserî (751/1349) ekolüne bağlı olan Molla Fenârî (834/1430) ile hemen buluşup dost olmasına bakılırsa Hamîdüddîn’in Dâvûd Kayserî’den de ders aldığı veya en azından onu Kayseri’den tanımış olduğu ihtimâli hâtıra gelmektedir. Hamîdüddîn, babasının vefatından sonra muhtelif memleketlere seyahatlerde bulundu.  Bu seyahatleri sırasında pek çok ulemâ ve meşâyih ile görüştü. Şam’daki Bâyezidiyye Dergâhı’nda bulunan tarikat pîrleriyle sohbet etti. O’nun bu dergâhda intisâb ettiği rivâyet edilen Şâdî-i Rûmî’nin Tayfuriyye veya Nakşbendiyye tarikatı şeyhlerinden olduğu söylenmektedir. Şâdî-i Rûmî hakkında kaynakların verdiği bilgi, yok denecek kadar azdır. Lâmiî Çelebi(939/1532)’nin ifâdesine göre, Hamîdüddîn’in tarikat tacının tepe kısmında bulunan pul, bu dergâha bağlılığın alâmeti sayılmaktadır.
Hayatına dâir bilgiler genellikle menâkıb bulutları arasına karışmamış bulunan Somuncu Baba’nın, tarikat hilâfeti ve irşâd görevini kimden aldığı husûsunda rivâyetler muhteliftir. Menâkıb-ı Akşemseddîn ve eş-Şekâıku’n-nu’mâniyye: “O’nun zahiren Erdebil’de Hâce Alâeddin Ali (833/1429)’den ahz-ı tarîk ettiğini, esasen Sultânü’l-ârifîn Bâyezîd Bistâmî’nin rûhâniyyetinden terbiye aldığını ve Hızır’la sohbetleri bulunduğunu” kaydederek,  O’nun “Uveysiyyü’l-meşreb”  olduğuna işâret etmektedirler. Somuncu Baba’nın meczûb tavrı, üveysîliğini ve Bâyezîd Bistâmî meşrebinde olduğunu doğrulayacak mâhiyettedir.
Ebû Hâmid’in seyahatleri sırasında Tebriz istikâmetine gittiği ve Erdebil sûfîleriyle sohbetlerde bulunduğu, hatta onlardan feyz alarak hilâfete nâil olduğu rivâyet edilmekte ise de, bu konudaki nakiller birbiriyle çelişmektedir. Şöyle ki: Lâmiî,  Taşköprîzâde,  Sarı Abdullah Efendi,  Hulvî Mahmûd Efendi  ve Harîrîzâde’nin  ifâdelerine göre Hamîdüddîn, Erdebil şeyhlerinden Hâce Alâeddin Ali’ye, Bursalı İsmail Hakkı,  M. Sâmi Sünbülî  ve Tabibzâde M. Şükrî’nin  kaydına göre Hâce Alaeddin Ali’nin Şeyh Şâh diye bilinen oğlu İbrahim Erdebilî(851 /1447)’ye, Atâî’ye  göre ise Hâce Ali’nin babası Sadreddîn Erdebilî(794/ 1392)’ye intisab etmiştir. Ancak Bursa’da, Niğbolu zaferinin şükran nişânesi olmak üzere Yıldırım Bâyezîd tarafından yaptırılan Ulu Câmi’nin açılış merasiminde (802/1400) padişah tarafından ilk hutbeyi okuması, dâmâdı Emir Sultan’a teklif edildiğinde O’nun: “Beldemizde zamanın kutbu bulunduğu halde benim bu vazifeyi üstlenmem münâsib olmaz.” diyerek Somuncu Baba’yı îma etmesi,  Somuncu Baba’nın o sırada sülûkünü tamamlamış ve irşâd makamına yükselmiş bir mürşid olduğunu gösterir. Bu duruma göre, yukarıda sayılan rivayetlerden tarihî açıdan en uygun olanı, Somuncu Baba’nın Şeyh Sadreddîn’e intisab etmiş olması rivâyetidir.
Ebû Hâmid-i Velî Ankara Savaşı(805/1402)’den sonra Timur tarafından Erdebil’e götürülen Türkmenler arasında bulunuyor idiyse -buna dair kesin bilgiye sahip değiliz.- Hamîdüddîn Efendi, bu devrede Hâce Ali’ye intisab etmiş olabilir. Şeyh İbrahim’e intisabı ise tarihen imkânsızdır.
Somuncu Baba’nın Ulu Câmi’nin inşâsından çok önce Bursa’ya gelip yerleştiğini ve burada fırınında pişirdiği ekmekleri halka satarak mütevazi bir hayat sürdüğünü görüyoruz. İlmine, engin irfanına rağmen, O’nun kendini bir fırıncı gibi gizlemesi, meşrebindeki melâmettendir. Zira gerçek melâmet: Hakk’a yakınlığını halkın dışında, belli bir davranış ve özel kıyâfetle sergilemeyi düşünmeyen, herkesle beraber ve herkes gibi işi gücü peşinde, kulluğunu sessiz sedasız yerine getirmekle meşgul, görünürde halkla, gönülde Hakk’la beraber, çalışma, gayret ve üretmenin ısrarlı takipçisi olmak demektir. “Ne ticâret, ne alış-veriş, ne de dünyevî her hangi bir işin Allah’tan alıkoyamadığı insan”  tipi ancak bu neşve ile gerçekleştirilir. İrşadda da en etkili yol, bu şekilde halkın arasına girerek onlardan biriymiş gibi davranıp örnek olmaktır.
Somuncu Baba’daki bu melâmet neşvesi, halk arasında sıcak bir sevgi ve saygı hâlesi meydana getirmiş, herkes kendisinden ekmek alabilmek için âdeta yarışır olmuştu. Oysa ki Somuncu Baba’nın fırıncılıktan maksadı para kazanmak değil, kendi kemâlini gizleyerek onlara yaklaşmak ve örnek davranışlarıyla onları eğitmekti. Halkın sıradan biri zannettiği ve fakat gönülden sevdiği Somuncu Baba’nın kadrini takdir eden ve O’ndan feyz alanların başında devrin meşhur şeyhi Emîr Sultan geliyordu. Asıl adı Şemseddîn b. Ali el-Hüseynî olan Emîr Sultan, aslen Buharalı olup orada tahsîl ve tarikat terbiyesi görmüştür. Kübreviyye tarikatının Nûr-bahşiyye kolundan olan Şemseddîn Buhârî, daha sonra hacca giderken önce Bağdat’a, ardından da Anadolu’ya gelmiş ve Bursa’ya yerleşmiştir. Bursa’da ilim, irfan ve fazileti sayesinde kısa zamanda tanınıp sevilen Emîr Sultan, Yıldırım Bâyezîd’in kızı Hunda Sultan’la evlenerek dâmâdı olmuş ve II. Murad’ın İstanbul muhâsarasına yüzlerce mürîdiyle katılmıştır. Somuncu Baba’nın irfanına muttali olan Şemseddîn Buhârî, kayın-pederi Yıldırım Bâyezîd’in yaptırdığı Ulu Câmi’nin açılışında ilk hutbe okuma görevini O’na yaptırmıştır. Hamîdüddîn ile Emîr Sultan’ın münâsebetlerinin ne zaman ve hangi vesileyle başladığı bilinmemekle berâber, çok samîmi bir şekilde devam ettiğini; hatta Somuncu Baba’dan sonra bu yakınlığın halîfesi Hacı Bayram ile sürdüğünü, Emîr Sultan’ın, cenâze namazını kıldırmak üzere Hacı Bayram-ı Velî’ye vasiyyet ettiğini görüyoruz.  Bu vasiyyet bile Emîr Sultan’ın Somuncu Baba’yı ve O’nun yetiştirdiklerini ne kadar sevdiğine bir delil sayılabilir.
Hamîdüddîn Efendi, Ulu Câmi’nin açılışında yaptığı va’zdan sonra, korktuğu başına gelmiş ve birden şöhret oluvermişti. O, bu konuşmasında Fâtiha Sûresi’ni yedi mana üzere tefsir etmiş, namazdan sonra da rivâyete göre câminin üç kapısından çıkanlarla aynı anda görüşmüştü. Somuncu Baba’nın Ulu Câmi’de yaptığı va’zda “Fatiha sûresini yedi ayrı makamda tefsir etmesi” O’nun mutasavvıfların işârî tefsîrini çok iyi bildiğini, bilhassa da İbn Arabî mektebinin Kur’an ve hadislerden çıkardıkları zâhirî manalar yanındaki bâtınî anlamlara muttali olduğunu gösterir. Babası tarafından mensup bulunduğu Ebheriyye tarîkatı’nın İbn Arabî mektebine bağlılığı ve kendisinin Dâvûd Kayseri gibi bu ekole mensup sûfılere yakınlığı, O’nun bu özelliğini geliştirmiş olmalıdır. Bilindiği gibi mutasavvıflar, islâmî ilimlerden fıkıh ve kelâmın kullandığı nazar ve istidlâl metodundan başka tasfiye ve mücâhedeye dayalı bir mükâşefe metodu geliştirmişlerdir. Mükâşefe, onların ayet ve hadislerin bâtınî anlamlarını kavramak ve inceliklerini anlamak konusunda başvurdukları bir yoldur. Başlangıçtan beri tasavvufta var olan bu metodu en sistemli şekilde anlatan İbn Arabi’dir. Somuncu Baba’nm Fatiha suresini aynı yolla tefsir ettiği anlaşılmaktadır. Ebu Hamid Veli, bu kadar engin bilgisine rağmen, çok az eser vermiş bir mutasavvıfımızdır. O’nun fazla eser vermemiş olması biraz da, daha önce işaret ettiğimiz melamet meşrebinden kaynaklanmış olmalıdır. Nitekim onun yanmda yetişen Hacı Bayram Veli de müderris olmasına rağmen eser yazmamış, hatta Muhammediyye müellifi halifesi Yazıcıoğlu, eserini kendisine takdim ettiğinde: “Mehmed, bununla uğraşacağına bir gönül haketseydin: bir gönle girip onun eğitimiyle meşgul olsaydın daha iyi olmaz mıydı?” diyerek düşüncesini dile getirmiştir. Bu tavır, Somuncu Baba ve müridinin meşreb itibariyle insanla uğraşmayı, telif ile uğraşmaya tercih ettiğini gösterir. Gerçi aynı H. Bayram Veli, halifelerinden Bedreddin Efendi’ye Fahreddin Irakî’nın Lemeât’ını Türkçeye terceme etmesini emretmiştir.
Somuncu Baba’yı takdir ederek intisab edenler arasında ilk Osmanlı şeyhül-islâmı kabûl edilen Molla Şemseddin Fenari (834/1430) de vardır. Emir Sultan’ın kendisinden ders okuduğu bu âlim zât, Somuncu Baba’nın Ulu Cami’deki Fatiha tefsirinden sonra O’na hayranlık duymuş ve muhtemelen Emir Sultan’ın delâletiyle ona intisab ederek feyz almıştır. Fenârî, Somuncu Baba’nın vefatından sonra halifesi H.Bayram Veli ile pekçok sohbetlerde bulunmuştur. Molla Fenari’nin önce Davud Kayseri’ye sonra Somuncu Baba ve H. Bayram Veli gibi mutasavvıflara intisab etmesi ve onlara saygı göstermesi, Osmanlıların ilk devirlerinde ilim adamlarıyla tasavvuf ricali arasındaki güzel alâkayı göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
Şöhretinin kısa zamanda etrafa yayılması sonucu ziyâretçilerinin çoğalmasından rahatsız olan Ebû Hamîd-i Velî’nin müridi Hacı Bayram ile birlikte Bursa’dan kaybolduğu rivâyet edilir. Somuncu Baba’nın müridi Hacı Bayram-ı Velî ile Bursa’dan ayrıldıktan sonra Hicaz’a gittiği, hac farizasını ifadan sonra Aksaray ve Dârende’de bir süre ikâmet ederek tekke inşâ ettirdiği bilinmektedir.
Somuncu Baba’nın XV. asır Anadolu sûfîleri arasında mûtena bir yeri vardır. O’nun tarikatı, babası vasıtasıyla aldığı Ebheriyye, Şam’da Bâyezidiyye Dergâhı’nda aldığı Tayfûriyye-Bâyezidiyye, ve Erdebil’de Erdebil sûfıleri vasıtasıyla sülûk ettiği Safeviyye tarikatlarının birleşiminden oluşan “Mecmau’t-turuk” görünümündedir. O’nun iyi bir tahsil gördükten sonra, muhtelif tarikatlardan feyz almış olması, devrin ulemâ ve meşâyihi arasında çabucak hüsn-i kabul görmesini sağlamıştır. Hayatının derin izler bırakan dönemi, Bursa’da bulunduğu yıllardır. Burada Emîr Buhârî’den Molla Fenârî’ye ve onlar aracılığıyla devlet ricali ile sultanlara kadar uzanan engin bir tesir halkası oluşturmuştur. Oğulları Yusuf Hakîkî ve Halil Taybî, O’nun tesir ve nüfûzu ile birlikte neslinin günümüze kadar devamını  sağlamışlardır.
Yerine halef bırakmak üzere yetiştirdiği Hacı Bayram-ı Velî ise Bursa’da olduğu kadar, Ankara, Edirne ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde daha sağlığında izler bırakmış bir mürşid-i kâmildir. Hacı Bayram-ı Velî ile devam eden Somuncu Baba’nın yolu, Osmanlı saltanatı süresince beş yüz yılı aşkın bir müddet etkinliğini sürdürmüştür. Hacı Bayram-ı Velî, bir medrese müderrisi iken tanıyıp sevdiği ve gönül verdiği Somuncu Baba’nın yanında ve dergâhında aradığını bulmuş, müderrisliği bırakarak dervişliğe soyunmuş ve gönüller sultanı olmuştur. O da şeyhi gibi melâmî tavırlı, elinin emeği ile geçinmeyi tercih eder, bu yüzden çiftçilik yapar, müritlerini ya bir sanata, ya da ticâret başta olmak üzere diğer mesleklere yönlendirirdi. Mübarek aylarda ve Ramazanlarda ise elinde asası ile halkın arasına karışır, dükkanlara girer, zekat tahsil ederek fukaranın kanayan yarasına merhem olmaya çalıştığı gibi, zenginleri de vermenin hazzına erdirmek isterdi. Hatta O’nun bu melâmî, tavrı bazı ulemayı rahatsız eder, hakkında dedikoduların ortaya çıkmasına bile vesile olurdu. Nitekim, kendisine intisab etmek isteyen Fatih’in Hocası Akşemseddin önce onun bu tavrından rahatsız olmuş ve bir başka mürşid aramağa meyletmişken gördüğü bir rûya üzerine Koca Velî’ye teslim olmuştur. II. Murad’ın engin hürmetine mazhar olan Hacı Bayram Velî, tasavvuf tarihimizde derin izler bırakan Akşemseddin, Yazıcıoğlu kardeşler, Dede Ömer Sikkînî, Akbıyık, Uzunca Bedreddin, Kızılca Bedreddin ve Bolulu Selahaddin gibi pek çok halîfe yetiştirmiştir. İstanbul’un fethine katılan Akşemseddin ve Akbıyık, Hacı Bayram-ı Velî’nin Dârü’l-cihad ve Davet yurdu olan Anadolu’yu tasavvufun gönül bahçesi hâline getirmek üzere görevlendirdiği kutlu halîfeleridir. Bayramiyye yolunun Şemsiyye, Melâmiyye, Celvetiyye ve Tennûriyye gibi muhtelif kolları, Anadolu’da ve İstanbul’da en yaygın tarikatlar arasında yer almıştır. Bayramiyye’nin bir hususiyeti de Somuncu Baba’dan itibaren bütün mürşidlerinin devlet ricâli ve sultanların irşâdıyla meşgül olması onlarla iyi bir diyalog kurmasıdır. Nitekim Hacı Bayram-ı Velî’den sonra bu an’ane Akşemseddin, Akbıyık, Yazıcıoğlu kardeşlerle, daha sonra ise yine aynı silsileden Üftâde, Azîz Mahmud Hüdâyî ve Bursalı İsmail Hakkı gibi şeyhlerle devam ettirilmiştir. Bu bakımdan Somuncu Baba XV. asırda olduğu kadar, daha sonraki asırlarda da manevi nüfûz ve tesirini devam ettirmiştir. Bursalı İsmail Hakkı, velîlerden kitap yazanları Rasüllere, kitap yazmayanları ise Nebilere benzetir. Somuncu Baba,telif konusunda emsâli kadar eser vermemiş olmakla birlikte, kendisinden günümüze üç risâlesi ulaşmıştır. Bu risalelerden biri O’nun sahîh  hadislerden derlediği Kırk Hadis Mecmuası ve şerhidir. Bu konu ile ilgili daha sonra bir bildiri sunulacağı için ben bir şey söylemek istemiyorum.
İkinci risâlesi Zikir ile ilgilidir. Somuncu Baba bu risâlesinde sûfîlerin j “üssü’l-esâs” saydıkları zikir konusunu ayet, hadis ve özelikle Gazzâlî ve  diğer bazı sûfîlerin görüşlerine atıflar yaparak incelemektedir. Üçüncü risale ise silahûl-mü’min adlı dua ve zikir mecmuasıdır.
Kısaca tanıtmaya çalıştığımız Somuncu Baba, Türkistan diyarından Rum diyarı olarak bilinen Anadolu’ya gelerek yerleşen ve niyyeti sadece tebliğ ve irşad olan bir gönül eridir. Bu gönül erlerinin Anadolu’nun islâmlaşmasına olan katkıları her türlü takdirin üstündedir. Ancak tarih tekerrür etmiş ve bundan asırlarca önce elimizden tuturak bizim diyarımızı islamlaştırmak üzere koşup gelen bu insanların beldesi bugün Somuncu Baba ahfâdından, dedelerinin kendilerine yaptığı hizmete denk bir şekilde tüccarı, esnafı ve eğitimcisiyle vefa borcunu ödemelerini beklemektedir. Sözlerimi siz Somuncu Baba torunlarını, onun manevi huzûrunda bu göreve davetle bitirmek istiyorum: Haydin bu günün Dârü’l-irşad ve davet yurdu olan Türkistan diyârına.
Saygılarımla…                                                     26 Mayıs 1991
Darende, MALATYA