HİLYE-PÂK-İ AHRÂR
Uzunca boylu, esmer tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe ve beyazdı. Sakalındaki karalar, sayılabilecek kadar azdı. Sohbeti tatlıydı, konuşurken müridlerini saadette gark ederdi. Zahir ve batın ilimleriyle donanmıştı. Nurlu yüzünü gören dua ve senadan kendini alamazdı. Şiirleri ve sözleri çok tesirliydi. Tarikatte huccet sayılırdı . Nakşi meşayıhının muammerininden, uzun ömürlülerindendi. Bir asra yakın muammer oldu. Hz. Ömer neslindendi.
Altın silsile’nin ondokuzuncu halkası Ubeydullah Ahrâr Nefehât müellifi Molla Cami ile Reşahat müellifi Ali b. Hüseyin el-Vaiz’ın mürşidi. Bu yüzden her iki müellif de eserinde Ubeydullah Ahrâr için geniş yer ayırmışlardır. Özellikle, Reşahat müellifi, eserini Ubeydullah Ahrâr için yazmıştır, denilse yeridir.
Kısa Çizgilerle Hayatı
Ubeydullah Ahrâr hazretleri, hicrî 806 Ramazan’ında (m 1404 Mart) Taşkent’e bağlı Bağıstan’da doğdu. Hz Ömer neslinden ilim ve irfan ehli bir aileden. Kendisinin eğitimiyle dayısı şeyh İbrahim Şaşî meşgul oldu. Temel ilimleri Taşkent’te okudu. Daha sonra yine dayısının teşvikiyle Semerkand’a gitti. Orada Uluğ Bey medresesinde Nizameddin Hamüş’un talebesi oldu. Semerkand’dan Buhara’ya geçti. Orada Şeyh Hamîduddın Şaşî’nın sohbetlerine katıldı. Buhara’dan Herat’a geçerek Seyyid Kasım Tebrîzî’nin yanına vardı. Tebrîzî, Ahrâr’ın çok istifade ettiğini belirttiği ustadır. Herat’ta ayrıca Bahaeddın Ömer Horasani ile tanıştı. İlim ve irfan yolunda geçen bu seyahatlerden sonra Ubeydullah Ahrâr, nihayet Çiganyan’da Yakub Çerhî’yi buldu, ona bende oldu, emaneti ondan aldı. Şahsî kabiliyeti ve daha önce görüştüğü şeyhlerden aldığı feyz sayesinde Ya’kub Çerhi’nın yanında kısa zamanda seyr-ü sulükunu tamamladı, şeyhinin iltifat ve sevgisine mazhar oldu. Bir kısmı ilim muhitınden, bir kısmı devlet ricalınden, diğer bir kısmı da halkın muhtelif kesimlerinden olmak üzere pekçok mürid ve halife yetiştirdi.
Maişetini temin için çiftçilik yapardı. Cenab-ı Hakk’ın verdiği bereket sayesinde zengin oldu. Servetinden gerek çalışarak emek karşılığı gerekse onun ihsanlarıyla binlerce insan istifade etmiştir. Vefatı 893 Rebîu’levvel 1490 Ocak’ta Semerkant’tadır. Kabri orada Şeyh Kefşir mahallesi kabristanındadır.
Hizmet Anlayışı
Ubeydullah Ahrâr hazretleri, himmeti halka hizmette arayanlardandı. “Tasavvufu başkalarının yükünü taşımak, kendi yükünü başkalarına taşıtmamak” olarak anlardı Nitekim “ben bu yolu tasavvuf kitaplarından okuyarak değil, halka hizmetle elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler, bizi hizmet yolundan götürdüler” derdi. Bu sebeble kemal yolunda başlangıçtan nihayete kadar, tanıdığı-tanımadığı, dost-düşman herkese hizmet etmiştir. Nitekim kaynakların bildirdiğine göre Semerkand’da Mevlana Kutbeddin medresesinde yatalak bir kaç hastanın bakımını üstlenmişti. Her gün belli zamanlarda bu hastaların altlarını temizler, karınlarını doyururdu. Nihayet bu hastalardaki sıtma mikrobu kendisine de geçti. Fakat sıtmalı haliyle yine bu hastaların hizmetlerini aralıksız sürdürdü, altlarını temizledi, sularını getirdi, karınlarını doyurdu.
Herat’ta bulunduğu yıllarda hizmet kastıyla sabahları Abdullah Ensarî el-Herevî’nın vakfı olan hamama giderek orada her renk ve her dilden insana ivazsız garazsız hizmet ettiği Reşahat’ın beyanlarından anlaşılmaktadır.
Mürşidlik hizmetiyle meşgul bulunduğu yıllarda da müridlerini, ağır mücahede, ve murakabeden çok hizmete yönlendirirdi. Nitekim huzurunda murakabeye varan bazı müridlerini şöyle uyarırdı “kaldırın başınızı, içinizden duman çıktığını görüyorum. Murakabe kim, siz kim? Size düşen temizlik için su taşımak, hela temizlemek ve insanlara hizmet etmektir. Bu geçitten geçmeden murakabeye liyakat kazanılmaz.”
Hacegan yolunda vaktin icabına göre hareket etmek, bir başka ifadeyle “İbnü’l-Vakt” olmak en büyük meziyettir. Bu bakımdan zikir ve murakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek bir durum olmadı ğı zaman yapılır. Gönül almaya yarayacak hizmet ise, zikir ve murakabeden önce gelir. “Buradakı zikir, müridin evradı olan zikrin dışındaki nafile ve toplu zikirdir. Çünkü vird olan zikir, zaten dervişin görevidir, ahdinin icabıdır. Bazıları nafile ibadetle uğraşmayı hizmetten üstün sanır. Halbuki gönüldeki feyz, hizmet mahsulüdür. Şah-ı Nakşbend ve onun yolunda gidenlerin, hizmeti öne almaları, hizmetteki tevazu ve eğitici güç sebebiyledir.
Herat’ta bulunduğu yıllarda sokakta beş parasız dolaşırken bir dilenci kendisinden yemek parası istedi. Parası olmadığı için dilenciye birşey veremeyince elinden tutup bir aşçının önüne götürdü. Başındaki sarığı çıkartıp aşçıya verdi ve dedi ki “Bu tülbent eskidir, ama temizdir, kaplarınızı kurulamaya yarar. Bunu alın da şu fakire bir yemek verin” dedi. Bunun üzerine aşçı, fakirin önüne bir kap yemek koydu ve tülbendi geri verdi ise de Ubeydullah Ahrâr, almadan çıkıp gitti.
Helal Lokma
“Helal lokma konusu üzerinde çok dururdu. Nitekim üstadlarından Seyyid Kasım Tebrîzî de “helal lokma” konusunda şu sözlerle kendisinin dikkatini çekmişti. “Bu zamanda marifet ehli ve hakikat eri kimselerin ortaya çıkmayışının sebebi, iç temizliğinin, batın tasfiyesinin yokluğudur. Batın tasfıyesi ise, herşeyden önce helal lokma ile olur, helal yiyecek azalınca marifet ve hakikat kaybolur.”
Edebe riayet ve insanlara saygıya çok önem verirdi. Bağlılarının ifadelerine göre, huzurunda bulunanları iğrendirecek şekilde sümkürme, tükürme gibi hareketler ondan sadır olmazdı. Esneme gibi gevşeklik ifadesi hareketleri de yapmazdı. Peygamberlerin ve özellikle de Peygamberimizin hiç esnemediği düşünülürse bunun ne derece büyük bir edeb olduğu anlaşılmış olur.
Gerek yolculuk sırasında, gerekse ihvanı ile olan gezintilerinde onları rahat ettirmek için, kendisi çoğu zaman kurulan çadırda gölgelenmez, bir bahane bulup atıyla dolaşmaya çıkar ve çadırı onlara bırakırdı.
Tasavvuf tariflerinin pekçok olduğunu, bunların sayılarının belki yediyüzü bulduğunu söyler, en çok Şeyh Ebû Said’in şu tarifini beğenirdi: “Tasavvuf, zamanını en uygun şey için harcamaktır.”
Şeyhin güzel giyinip müridlerine güzel ve vakarlı görünmesi gerektiğini söylerdi. Çünkü dağınık ve düzensiz bir şeyh, ihvanının gözünde küçülürdü. Böyle olunca da ihvanın ona rabıtası azalırdı. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) de daima temiz ve güzel giyinir, ashabına da onu öğütlerdi.
Kendisiyle sohbet edilecek kimsenin vasfını şöyle açıklardı: “Ya senin kendisinde yok olacağın, ya da sende yok olacak kimse ile sohbet et. Veya hem senin, hem de onun, birlikte Allah’da yok olacağınız biriyle sohbet et, ne sen kalasın, ne de sohbet ettiğin. Sade O (Allah) kala.”
Rabıta için maddi uzaklığın manevi yakınlığa engel olmadığını söylerdi. Kur’an’da rabıtaya delil sayılan “Sadıklarla beraber olunuz”(et-Tevbe, 9/119) ayetindeki beraberliği şöyle anlatırdı: “Beraberlik iki türlü olur: Hissi ve manevi. Hissi beraberlik, onlarla oturup kalkmak, sohbetlerinde bulunmaktır, onlara yakın olan sohbetlerine devam eden kimsenin kalbi, onların batın nuruyla nurlanır, huyu da onların güzel huyları sayesinde güzelleşir, nurlanır. Manevi beraberlik, kalbi onlara bağlayıp ruhaniyetlerine yönelmektir. Bu durumda onların yakınında da olunsa, uzaklarında da bulunulsa hep onlarla olunur. Aradaki manevî bağ; tam olunca onların sırları, bu manevî bağa ve rabıtaya sahip olanlara yansır.
Ülfetli kimselerle beraber olmanın lüzumu üzerinde dururdu. “Huyu suyu zıd kimselerle görüşüp, konuşmak, gönül perişanlığı doğurur” derdi. Nitekim bir defasında yanına gelen bir müridine “Senden yabancılık kokusu geliyor” demişti. Arkasından da: “Sakın yabancı birinin elbisesini giymiş olmayasın” diye ilave etmişti. Mürid de: ”Evet öyle oldu” deyip sırtındaki elbiseyi değiştirip tekrar geri gelmişti.
Giyilen eşya gibi içinde bulunulan mekanında insanın ruh dünyasını etkilediğini şöyle anlatırdı: “Namaz, ibadetlerin en faziletlisidir. Buna rağmen kılındığı yere göre fazilet derecesi değişir. Fısk ve fücur yerlerinde kılınan namazla huzur yerlerinde, Kabe’de ve Mescid-i Nebi’de kılınan namaz bir değildir.”
“Havatır” denilen beşerî ve nefsanî duygulardan kurtulmanın üç yolu olduğu-nu şöyle anlatırdı:
1. Hayır, itaat ve ibadet yolun da gayret, riyazat ve mücahedeye devam,
2. Kendi kuvvetini aradan çıkarıp herşeyi Allah’tan bilmek,
3. Şeyhinin himmetine sığınmak.
İstikamet ve itidal üzere olmayı öğütleyen süfilerdendi. “Hüd süresi beni ihtiyarlattı” buyuran Hz. Peygamberin bundan maksadı, süredeki: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” hükmüydü. İstikamet, doğruluktu, orta yoldu, çetinlerin çetini bir işti. Zira istikamet bütün fiil ve davranışlarda orta yolda sabit kalmak, ifrat ve tefritten korunmaktı. Onun için bu yolda keramete değil, istikamete bakılırdı. Ubeydullah Ahrâr’ın açlık ve uyku konusundaki şu sözleri de onun itidal çizgisini gösterir:
“Çok açlık ve çok uykusuzluk dimağı yorar. Hakayık ve dakakıyıkı idrakten alıkor. Ehl-i riyazatın keşfinde hata vaki olur. Ferah ve sürür, bünyeye kuvvet verir. Uyku, dimağı hatadan korur.”
Hamd ve şükür konusunda şöyle konuşurdu.
“Hamd, alemlerin rabbı Allah’a mahsustur.” (el-Fatiha, 1/1) ayetindeki hamd, kulun, Allah’tan başka hamdedilecek biri olmadığını bilmesidir. Kendisinin sırf yoktan ibaret olduğunu; isminin, resminin, nefsine aid bir işinin olmadığını anlamasıdır. Sevineceği sürür duyacağı tek şeyin, Yüce Allah’ın kendisini sıfatlarına zuhur yeri yaptığını kavramasıdır.”
“Kullarımdan şekür olanlar azdır.” (Sebe, 34/13) ayetindeki şükür, nimet içinde nimeti vereni görmek bahtiyarlığıdır, derdi.
Ubeydullah Ahrâr hazretleri Kur’an’daki: “Bugün mülk kimindir?” (Gafir, 40/16) ayetini şöyle açıklardı. Mülk tabirinden maksat, Hak yolcusu salikin kalbidir. Yüce Allah bir kulun kalbine celal sıfatıyla tecelli edince ondaki yabancıları atar. Zatından başka hiçbir şey orada kalmaz. İşte o zaman bu kalbin sahibi kalbinden şu sesi duyar: “Bugün mülk kimin” ve cevap olarak da: “Vahid ve Kahhar olan Allah’ın” sesini alır. Burada soran da cevap veren de Allah’dır. Muhtelif zamanlarda bazı zevatın ağzından çıkan;
“ene’l-Hakk ve Şanımı tenzih ederim.” gibi sözler hep bu makamda söylenmiştir.
O, vahdeti kesrette, tekliği çoklukta bulanlardandı. Bu yüzden ihvanına da zaman zaman çarşı-pazara çıkmalarını, halkın arasına karışıp faydalı işlerle hizmet etmelerini öğütleyerek: “Tekliği çoklukta arayınız” derdi. Kur’an’daki “biz sana kevseri verdik” (el-Kevser, 108/1) ayetini “biz sana çoklukta teklik müşahedesini verdik” şeklinde yorumlardı.
Hz. Peygamber (s.a.)’in “Mescide açılan bütün kapılar kapansın, yalnız Ebubekir’in kapışı katsın” hadisini şöyle açıklardı: Tahkik ehli bu hadis hakkında pek çok söz söylemiştir. Hz. Peygamber ile Hz. Ebûbekir arasında mükemmel bir sevgi bağı vardı. Sevgi bağı her bağın üstünde olduğu için, bütün nisbetlerin kapıları kapansa bile, sevgi nisbetinin kapısı açık kalmalıydı. Çünkü sevgi yolundan başka ulaştırıcı, erdirici yol yoktur. Hacegan yolunun şiarı da bu yüzden aşk ve sevgidir.
-rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar: Nefehatü’l-üns, (trc. Lamii Çelebi), s. 444-455: Reşehat Aynü’l-hayat. S. 241-368: eş-Şakaikun’nu’maniyye. s. 155-159: el-Hadaiku’1-verdiyye (trc. A. Akçi-çek), s. 641-670: Camiu keramati’l-evliya, II, 283-286: Adab Risalesi, s. 56.