Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Türk Tasavvuf Edebiyatının İki Yıldız Şahsiyeti AHMED YESEVÎ ve YÛNUS EMRE

Türklerin Müslüman oluşu ve Anadolu’nun İslâmlaşması sürecinde etkili olmuş en önemli şahsiyetlerden birisi Ahmed Yesevî (ö.562/1162) ise diğeri Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (ö.672/1273)’dir. Anadolu’da tasavvufî düşüncenin halk kitleleri tarafından sevilip benimsenmesinde ve Türk, tekke ve tasavvuf edebiyatının gelişmesinde en büyük pay sahibi ise Yûnus Emre (ö.720/1321)’dir.

1993 yılının (doğumunun 900. yılı) UNESCO tarafından Ahmed Yesevî yılı ilan edilmesi Yesevî’nin başta Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri olmak üzere bütün dünyada yeniden incelenmesini ve tanınmasını sağladı. Bu münâsebetle ülkemizde, Türk Cumhuriyetlerinde ve dünyada onlarca sempozyum düzenlendi, yüzlerce tebliğ sunuldu ve bir o kadar makale yayınlandı.[1]

2007 yılının Mevlânâ yılı olması onun tanınması ve tanıtılması açısından büyük bir hizmet gördü. Ülkemizde, İran ve Afganistan’da uluslar arası bilimsel toplantılar yapıldı. Yüzlerce tebliğ sunuldu, pek çok kitap ve makale yayınlandı. Bir yandan Türkiye Mevlânâ’yı tanırken bir yandan da belki Mevlânâ, Türkiye’yi tanıttı. Özellikle Amerika ve Avrupa’da Mevlânâ’dan yapılan çeviriler, batı insanının ihtiyaç duyduğu duygusallığı ve empatiyi ona aşılayacak düzeydeydi.

2009 yılının Hacı Bektâş Velî (ö.1271) yılı olarak ilan edilmesi de ayrı bir önem arz etmektedir. Yûnus Emre’nin de evrensel düzeyde tanınması ve tanıtılması için çalışmalar yapılması ve belki UNESCO tarafından önümüzdeki yıllardan birinin Yûnus Emre yılı ilan edilmesi gerektiği inancını ve böyle bir kararın Yûnus’un hak ettiği evrensel kabule vesile olacağı düşüncesini taşıyorum.

Sözünü ettiğimiz bu büyük gönül sultanları, ülkemiz insanının mânevî ve târihî kimliğinin dokunmasında; kardeş ülke, akraba ulus ve topluluklarda ortak paydaların oluşmasında son derece müessirdirler.

Biz bu tebliğimizde Ahmed Yesevî ve Yûnus Emre’nin birbirine benzeyen ortak noktalarını ve farklı yönlerini karşılaştırarak bu iki önemli tasavvufî şahsiyetin ülkelerimiz ve halklarımız adına ne kadar önemli olduğuna işâret etmeye çalışacağız. Takdîr edileceği gibi bir tebliğ çerçevesinde bu iki büyük insanın bütün yönleriyle karşılaştırılıp mukâyese edilmesi mümkün değildir. Bizim yapacağımız iş belki deryâdan bir katre mesâbesinde olacaktır.

I- AHMED YESEVÎ VE TASAVVUFÎ KİŞİLİĞİ

A. Yaşadığı Devrin Durumu

Türklerin Müslümanlık ve Müslümanlarla karşılaşmalarının târihi, ikinci halîfe Hz. Ömer devrine kadar uzanır. Ancak Türklerin yaşadığı Mâverâünnehir bölgesinin Müslüman olması, Sâmâniler zamanındadır. Buhârâ ve Semerkant bölgesi, hicri II. asırdan îtibâren ilim merkezi hâline gelmiş ve pek çok mutasavvıf bu bölgede yetişmiştir. Horasan olarak bilinen ve pek çok ilim ve tasavvuf ehline beşiklik eden bölge, Irak’tan Hindistan’a kadar, bütün İran, Türkistan ve Afganistan’ı içine alır. Bu yüzden Horasan diyârından gelen erenler ve orada yetişen âlimler, sadece Fars ırkından değil, belki Türk, Tacik ve Arap gibi orada yaşayan değişik ırklardandır.

Ahmed Yesevî’nin yaşadığı yıllar, Bağdat’ta merkezî otoritenin zaafa uğradığı; Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulduğu; tasavvufun tarîkatlar şeklinde teessüs ettiği yıllardır. Merkezî otoritenin zaafa uğradığı yıllar ise genellikle tasavvuf hareketinin çokça hüsn-i kabûl gördüğü dönem olarak dikkat çeker. Fikrî-sünnî tasavvufun kurucusu İmâm-ı Gazzâlî (ö.505/1111) ve ilk tarîkat kurucuları Abdulkadir Geylânî (ö.561/1165) ve Ahmed er-Rifâî (ö.575/1182) bu dönemde yetişmişlerdir.

XII. asırda Buhârâ ve Türkistan, Karahanlılar idâresindeydi. İslâmî ilimlerin merkezi konumuna gelen Buhârâ, İslâm ülkelerinin her yanından gelen binlerce talebeyle dolup taşıyordu. Şehirde “Âl-i Burhân” denilen ve fertlerine “sadr-i cihân” unvanı verilen hanefî ve zengin bir âile hâkimdi. Ailenin kurucusu Burhânu’l-mille ve’d-dîn Abdülaziz b. Ömer’di. Bu âilenin reisleri, Karahanlılara bağlı bir vâli konumunda olmakla birlikte, müstakil hareket ediyordu. Bu dönemde Buhârâ’nın bir ara Karahitaylar’ın eline geçtiği de bilinmektedir.

Selçuklu Sultanlarından bölgeyle ilgilenen ise Sultan Sencer’dir. O, 25 Mart 1110’da Semerkant’ta bulunan Kasım Cogi’ye bir mektup ile Yûsuf Hemedânî’nin dervîşlerine 50.000 dirhem hediye göndermişti. Bilindiği gibi Yûsuf Hemedânî, Ahmed Yesevî’nin şeyhi ve mürşididir.

Sultan Sencer’in vefâtından sonra Selçuklu devleti dağılmaya, yerinde bir takım beylikler kurulmaya ve Türkistan bölgesinde Harezmşahlar kuvvetli bir İslâm devleti haline gelmeye başladı.

B. Ahmed Yesevî’nin Yetişmesi

“Pîr-i Türkistan” diye anılan, adı Orta Asya, Kafkasya ve Anadolu Türkleri arasında âbideleşen bu Türk mutasavvıfının hayatı hakkında kesin bilgilere sahip değiliz.

Bazı kaynaklarda “Sayram” bazılarında da “Yesi” şehrinde doğduğu rivâyet edilir. Sayram’da doğduğu genellikle kabul edilen görüştür. Yesi’de bulunmuş bu yüzden Yesevî adıyla anılmış, zamanla kendisine “Pîr-i Türkistan” dendiğinden memleketi Yesi’nin adı da unutulmuş ve oraya Pîr-i Türkistan veya sadece Türkistan denilir olmuştur. Doğum tarihi de tam olarak bilinmemekte, genelde h. V / m. XI. yüzyılın sonlarında 1093’te doğduğu kabul edilmektedir.

Babası Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden, Hz. Ali neslinden Şeyh İbrahim adlı bir zât olarak bilinir. Bu bölgede Hz. Ali neslinden olanlara “Hâce” dendiğinden Ahmed Yesevî de Hoca Ahmed Yesevî diye bilinir. Annesi babasının mürîdlerinden Mûsa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur. “Gevher Şehnaz” adlı bir ablası bulunmaktadır. Önce annesini, ardından da yedi yaşlarında babasını kaybetti. Vesâyeti ablasında kaldı.

Babasının vefatından sonra, belki de ablasının oraya gelin gitmesi sebebiyle, Sayram’dan kalkıp Yesi’ye yerleştiler. Yesi, o yıllarda önemli bir merkezdi. Menkıbelere göre o sırada şehirde “Arslan Baba” denilen bir Arap şeyhi bulunmaktaydı. Menkıbelerde Hz. Peygamber ashâbından olduğu ve Ahmed Yesevî’yi irşâd için görevlendirildiği ifâde edilen “Arslan Baba”nın “Seyyid” ve Hicaz bölgesinden gelmiş bir zat olduğu düşünülebilir.

Yesevî’nin ilk intisâbı ve feyz kaynağı Arslan Baba’dır. İlk şeyhinin vefâtından sonra Gazzâlî ile pîrdaş olan Buhârâ’nın meşhur şeyhi Yûsuf Hemedânî’ye (ö.535/1140) intisâb etti. Hemedânî hanefî mezhebine bağlı, fıkıh ve hadîs âlimiydi. İranlı Şeyh İshak Şirâzî’den okumuştu. Nakşî silsilesindeki Ebû Ali Fârmedî’nin mürîdiydi.

Yesevî’nin Yûsuf Hemedânî’ye intisâbı 504/1110 yılından sonra olmalıdır. Kısa zamanda sülûkünü tamamladı ve şeyhinin ilk dört halîfesi arasına girdi. Şeyhin halîfeleri: Abdullah Berki, Hasan Endâkî (ö.555/1160), Ahmed Yesevî (ö.562/1162), Abdülhâlık Gucdüvânî (ö.617/1220)’dir.

Ahmed Yesevî, ikinci halîfenin vefâtından sonra bir süre şeyhinin postuna oturmuşsa da Hemedânî’nin vasiyeti gereği bir süre sonra postu Gucdüvânî’ye bırakarak Yesi’ye döndü (556/1161).

Ahmed Yesevî’nin Yesi bölgesinde irşâda başladığı sırada ülkede kuvvetli bir İslâmlaşma hareketi mevcuddu. Tasavvuf cereyânı vardı. Bu yüzden o, Taşkent ve Sir-derya bölgesinde Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında İslâm’ı yaymaya başladı.

An’aneye göre Yesevî, altmış üç yaşında tekkesinin avlusundaki çilehânede kabre benzeyen bir çukur kazdırarak vefâtına kadar zaman zaman bu hücreye girip ibâdet ve zikirle meşgul olurdu. Bunun muhtemel iki sebebi olmalıdır:

1. Hz. Peygamber 63 yaşında ölmüştü. O’na benzemek için,

2.  “Ölmeden evvel ölmek” sırrına ermek üzere râbıta-i mevt için.

Burada ne kadar kaldığını bilmiyoruz. 562/1166’da öldüğüne göre vefâtına kadar hayatının belli bölümlerini burada geçirmiş olmalıdır. Yesevî, Dîvân-ı Hikmet’inde bu konuya şu beyitlerle işâret eder:

Eya dostlar kulak salıng ayduğumga

Ne sebebdin altmış üçte kirdim yirge

Mi’rac üzre hak Mustafâ rûhum kördi

Ol sebebden altmış üçte kirdim yirge[2]

C. Ahmed Yesevî’nin Tasavvufî Kişiliği ve Düşünceleri

İyi bir dînî ve mânevî eğitim görmüş olan Yesevî, Arapça, Farsça ve Türkçe biliyordu. Halkla Türkçe konuşuyor ve Türkçe şiirler söylüyordu. Bu yüzden de etrafında daha çok Türk halkı toplanıyordu. Ahmed Yesevî’nin “Hikmet” adını verdiği şiirlerinde sanat endişesinden uzak “didaktik” mahiyette bir yoğunluk vardı. O, yazdığı hikmetleri, yaptığı vaaz, sohbet ve zikirleri sâyesinde halk üzerinde şu önemli sonuçları gerçekleştirmiştir:

1. Sağlam bir şerîat ve din bilgisi,

2. Yüksek seviyede bir tasavvuf sevgisi,

3. Şerîat ve tarîkatın arasını telif,

4. Halka ilâhî aşk ve sevgi aşısı,

5. Türkçe’yi tasavvuf dili hâline getirmek.

1. Yesevî Halka Sağlam Bir Şerîat ve Din Bilgisi Öğretmişti

Yesevî halka Kur’an ve sünnete dayalı sağlam bir şerîat bilgisini vermeye çalışmış, sünnet çizgisinde bir dîni anlayış talîm etmiştir. Nitekim o der ki:

Mini hikmetlerim fermân-ı sübhân

Okup uksang heme ma’ni-i Kur’an

Mini hikmetlerim kân-ı hadîstir

Kişi bûy iltmese bilgil habîstur[3]

2. Yesevî Yüksek Seviyede Bir Tasavvuf Sevgisi Kazandırmıştı

O, ahlâk ve tasavvufu sevdirmek için gerekli olan riyâzat yolunu tuttuğunu şu ifâdelerle anlatmaktadır:

Bismillah dip beyân eyley hikmet aytıp

Taliplerge dürr ü güher saçtım muna

Riyâzetni katığ tartıp kanlar yutup

Min defter-i sânî açtım muna[4]

3. Yesevî Şerîat ve Tarîkatın Arasını Telif Etmiştir

Yesevî daha önce bazı tarîk çevrelerinde görülen garip ve sapık fikirleri özellikle eski İran ve Hind düşünce sisteminden gelmiş ya da gelmesi muhtemel düşünceleri İslâm şerîatıyla tartmayı ve şerîata uymayanları reddetmeyi prensip edinmiştir. Nitekim şöyle derdi:

Post-i îmân şerîattır, mağz-ı tarîk

Tarîk kirgen Hak’tan ülüş aldı dostlar

Şerîatge rast muvâfık tarîkatnı

Meşâyıhlar tarîka-i bî-hod dirler[5]

4. Halka İlâhî Aşk ve Sevgiyi Öğretti

Ahmed Yesevî’nin yaptığı en önemli hizmetlerde biri de Orta Asya’nın hareketli, ele avuca sığmayan sert ve hırçın tabîatlı insanına İslâm’ın sevgi, tasavvufun aşk anlayışını başarıyla anlatabilmesidir.

Işksızların hem cânı yok hem îmânı,

Resûlullah sözin aydın ma’na kânı

Işksız kişi, Âdem irmes anglasangız.

Bî-muhabbet şeytan kavmi tınlasangız.[6]

Yesevî sevgiyi bütün yaratıklara teşmil ediyor ve insanlara şefkat nazarıyla bakmayı da şöyle öğütlüyordu:

Sünnet irmiş, kâfir bolsa birme âzâr

Köngli katığ dil-âzârdın Hudâ bî-zâr.[7]

5. Türkçe’yi Tasavvuf Dili Haline Getirdi

Yesevî’den sonra onun açtığı muhitte tasavvufî halk ve tekke edebiyatı şâirleri yetişti. Hatta Yûnus’un yetişmesi bile onun hazırladığı ortamda gerçekleşti. Nitekim Yûnus’un şiirlerinde Yesevî izleri açıkça görülmektedir:

 Yesevî                                            Yûnus

Aşkın kıldı şeydâ mini                       Aşkın aldı benden beni

Cümle âlem bildi mini                          Bana Seni gerek Seni

Kaygum sinsin tüni küni                        Ben yanarım dün ü günü

Minge sin ok kireksin[8]                       Bana Seni gerek Seni[9]

D. Müslüman Türk Kimliğinde Yesevî İzleri

Şu beş esas milli kimliğin temel taşları mesâbesindedir:

1. Din (inanç),

2. Dil (edebiyat ve şiir),

3. Mefkûre (ülkü ve kültür),

4. Coğrafya (vatan),

5. İktisadi hayat (ve nüfus),

Bu beş esas açısından Ahmed Yesevî’nin tesirini araştırdığımızda onun milli kimliğimizde derin izlerini görürüz.

1. Din (İnanç) Açısından

Türkler Ahmed Yesevî’den bir kaç asır evvel İslâmiyeti kabul etmeye başlamışlardı. Onun sayesinde Müslümanlık, Arapça ve Farsça bilmeyen Bozkır Türkleri ve göçebe halk arasında yayılma imkânı buldu. Yetiştirdiği binlerce mürîd ve müntesibi vardı. Nitekim menkıbelere göre 99.000 mürîd ve 12.000 ehl-i suffasının bulunduğu rivâyet edilir. Mürîdleri onun emriyle “dârül cihad” olarak bilinen Anadolu ve Balkanlara koştular, Kafkasya ve Suriye’ye yerleştiler. İslâm’ın o bölgelerde yayılmasına katkıda bulundular. Evliya Çelebi’nin Seyâhatnâme’sinde, Tarihçi Âli’nin Künhül-ahbâr adlı eserinde verdiği bilgilere göre Balkanlar’da ve Anadolu’da tekke açıp irşâd yapan ve türbeleri bilinen sayıları on beşe yakın Yesevî mensûbundan bahsedilir. Onlar da şunlardır:

a- Azerbaycan-Niyâzâbâd’da Avşar Baba,

b- Yozgat-Bozok’ta Emîr-i Çin Osman,

c- Tokat-Zile’de Şeyh Nusret,

d- Tokat’ta Gajgaj Dede,

e- Amasya-Merzifon’da Pîr Dede,

f- Nevşehir- Hacıbektaş’ta Hacı Bektâş Velî,

g- Bursa’da Geyikli Baba ve Abdal Musa,

h- İstanbul-Unkapanı’nda Horoz Mehmed Dede,

i- Bulgaristan-Varna Batova’da Akyazılı Baba,

j- Bulgaristan-Filibe yolu üzerinde Kıdemli Baba Sultan,

k- Bulgaristan- Silistre ve Lofça’da Sarı Saltuk,

l- Bulgaristan-Deliorman’da Demirci Baba

Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Anadolu’ya gelen alperenlerin ekserisi Yesevî ya da Bâbâî dervîşiydi. Yesevî mensupları diğerleri gibi Anadolu ve Balkanlar’ın dini dokusunu oluşturdular. Yesevîlik, XV. asırdan sonra aynı koldan ayrılan ve prensipleri birbirine yakın Nakşîbendîlik aracılığıyla tesirini ve dini kimliğimizdeki izlerini sürdürdü. Yûsuf Hemedânî’nin halîfesi olan Yesevî, Yesevîliği; Abdülhâlık Gücdüvâni de önceleri Hâcegâniyye denilen ve daha sonra Nakşibendîlik adını alacak olan yolu devam ettirmiştir. Nakşî tarîkatı kurucusu Muhammed Bahâeddin Buhârî’nin şeyhleri arasında bir Yesevî şeyhinin de bulunması bu iki tarîkat arsındaki târihi yakınlığın devamı sayılabilir.

Yesevîliğin bir kolunun da Bektâşîlik şeklinde devam ettiği, Hacı Bektâş Velî’nin bizzat Yesevî halîfesi olmasa bile, Lokman Perende vasıtasıyla ona bağlı bulunduğu Bektâşî velâyetnâmelerinde belirtilmektedir. Tarihi açıdan irtibatları pek kesin bilinmeyen Bektâşî ve Yesevî ilişkisi bazı delillerle kanıtlansa bile Bektâşîliğin daha sonra bozularak Yesevîlik izlerinden çıktığı görülmektedir.

2. Dil (Edebiyat ve Şiir) Açısından

Bir milletin kimliğini dokuyan unsurlardan biri de dildir. Dil en önemli kültür, sanat ve iletişim aracıdır. Dilin gelişmesi, milletin özgüvenini arttırır. Ahmed Yesevî Müslüman türk kimliğinin oluşmasında, edebiyat ve şiirin gelişmesinde Yûsuf Has Hâcib ve Kâşkarlı Mahmud’dan sonra en önemli katkıyı sağlayan kişidir. Çünkü o Türkçe yazan ilk tasavvufî Türk şahsiyettir.

Türkler arasında din âlimi olmak bakımından Ahmed Yesevî ilk değildir şüphesiz. Hicri II. asırdan itibaren IV. ve V. asırda Horasan ve Buhârâ’dan pek çok ilim adamı ve hatta mutasavvıf yetişmiştir. Nitekim İbn Mübârek, Buhârî, Neseî, Tirmizî, Müslim, Mâtüridî, Fârâbî ve İbn Sînâ hep bu bölgedendir. Ahmed Yesevî’nin bunlardan farkı Türkçe söylemesi, en sade insanın bile anlayabileceği bir dil kullanmasıdır. Diğerleri ise genelde Arapça, bazen de Farsça yazmışlardır.

Daha sonraları İran ve Arap edebiyatının tesiri altında gelişecek olan Dîvan Edebiyatımızdan çok önce Ahmed Yesevî “didaktik” mahiyette halkı irşâd için şiir ve hikmetler yazmıştır. Bunlar gerek besteli gerekse bestesiz okunarak Tasavvufî Halk ve Tekke Edebiyatını oluşturmuştur. Bu hikmetler sayesinde halk, hem şerîatı, hem tarîkatı, hem de tarîkat âdâbını öğrenmiştir. Hikmetlerin biri dînî, diğeri milî olmak üzere iki boyutu vardır. Dîni boyutu İslâmî anlatımıdır. Millî boyutu ise hece vezni ile yazılmış olmasıdır.

Yûnus Emre’nin geliştirdiği tarz, Yesevî’nin açtığı yoldur. İlâhî hikmet ve diğer edebî mahsûllerin millî hars ve heyecanımızı devam ettirmede ne kadar müessir olduğunu uzun uzun îzâha gerek yoktur.

Batı, bugün kültür üstünlüğünü ve az gelişmiş ülkelerdeki sömürge düzenini, kendi dilini öğretmek için kurduğu okullara borçludur.

Osmanlı’nın devlet idâresine yabancı unsurlardan İslâmî eğitimle elaman yetiştirmek üzere geliştirdiği devşirme ocaklarını iyi incelemek lazım. Batı bunları bugün bir silah olarak bize karşı yabancılaştırma aracı olarak kullanmaktadır. Türk toplumuna dil ve okul aracılığı ile yabancı kültür girmekte ve sonuçta kimlik bozulmaları ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden yabancı dille eğitiminin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu iş acem kılıcı gibi iki tarafı da keskindir.

3. Mefkûre (Ülkü ve Kültür) Açısından

Îmân ve ideal birliği de diyebileceğimiz mefkûre anlayışı, milleti meydana getiren fertlerin ortak heyecanlar etrafında toplanması demektir. Ahmed Yesevî, halkı şerîat ve tarîkat çerçevesinde belli bir eğitimle ileri ufuklara yönlendirmiş, onlara yol ve yön göstermiştir. Dervîş ve halîfelerini “dâru’l-cihâd” olarak bilinen Anadolu’ya göndererek inandığı idealleri hayata geçirmeye ve kalblerin fethine mesai sarf etmiştir. Başta Yesevîlik olmak üzere tasavvuf çevrelerince geliştirilen ve halkın eğitimini sağlayan tekkeler Osmanlı’da ülkü ve kültür birliğinin temel taşlarını oluşturur.

4. Coğrafya (Vatan) Açısından

Milletin en önemli temel varlığı, coğrafyası; yâni toprak ve vatanıdır. Vatan bir toprak parçasıdır. Ancak uğrunda ölündüğü zaman vatan olur. Fütûhu’l-buldan’dan; beldelerin fethinden önce kalblerin fethini esas alan Ahmed Yesevî ve Yesevî dervîşleri vatan toprağının sağlanması ve korunması konusunda kimliğimize ilk imzâyı atanlardandır. Vatanın kültürel kirlenmişlikten korunması ve vatan sathında başka kimliklerin yayılmasına izin verilmemesi milli bünyeyi korur. Vatan toprağı olmadan millet ve devlet olmaz. Yesevî, Türklere yeni yurt ve yeni vatan edinmeyi, gittikleri yerleri İslâmlaştırmayı öğretmiş ve bu sâyede bugün geniş bir milli coğrafya meydana gelmiştir.

5. İktisâdî Hayat ve Nüfus Açısından

Ekonomi sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklardan temin edilmesi ilmidir. Bugünün modern ekonomisi de ihtiyaçların sınırsız, kaynakların sınırlı olduğunu kabul etmektedir. Ahmed Yesevî ve diğer mutasavvıfların anlayışında ise kaynaklar sınırsızdır ama ihtiyaçlar sınırsız olmamalıdır. İhtiyaçların; yâni tüketimin belli ölçüde sınırlandırılması, insanlardaki doyumsuzluğa bir sınır getirilmesi gerekmektedir. Ahmed Yesevî ve Yesevîler insanımıza bu mânâda iktisâdî yaşamayı öğreten, el emeği ile geçinmeyi telkîn eden mürşidlerdir. Nitekim Ahmed Yesevî halka örnek olmak için maişetini sağlamak üzere kaşık yontarak geçimini temin etmiştir. Tekkeleri bir tembelhane, dervîşleri de miskin ve tembel insanlar hâline getirmemiştir. Yesevî dergâhlarıyla diğer tekkelerde tarîkat erbâbının bir iş ve meslek sahibi kılınmasına özen gösterilmiştir. İktisadî hayat, devletin gücünü ve milletin kudretini gösterir. İktisadi hayatta nüfus da her zaman çok önemli bir unsurdur. Üretken ve kalabalık bir nüfus dâimâ büyük güç kaynağıdır.

II- YÛNUS EMRE ve TASAVVUFÎ KİŞİLİĞİ

A. Yaşadığı Devrin Durumu

Yûnus’un yaşadığı devir Anadolu Selçuklularıyla ilk Osmanlı Sultanı Osman Gâzi devirlerini içine almaktadır. Bu devir, istilâlar, isyanlar ve çalkantılarla dolu buhranlı bir dönemdir. Bu yıllarda Anadolu’ya doğudan biri müsbet, diğeri menfî iki cereyan gelmekteydi. Müsbet olanı tasavvuf cereyanı, menfî akım ise bâtınîlik rüzgarıydı. Aynı yıllarda batıdan da haçlı seferlerinin etkisi hâlâ sürmekteydi.

Yûnus’un yaşadığı dönemde Anadolu ve Konya, İbn Arabî ve onun evlatlığı Konevî ile vahdet-i vücûdun, Mevlânâ ile aşk ve hoşgörünün, Ahmed Yesevî ve Yesevîlik ile Türkçe söyleme usûlü ve Horasan tasavvuf mektebinin kaynaştığı bir bölge hâline gelmiş bulunuyordu.

B. Yûnus’un Yetişmesi ve Tahsili

Yûnus, Ahmed Yesevî gibi “meşâhir-i mechûle”den bilinmeyen meşhurlardandır. Yûnus Emre, tahminen 638/1240 – 720/1320 yıları arasında yaşadı. Hayatı ile ilgili bilgiler ve belgeler pek sınırlıdır. Şiirlerinden iyi bir tahsil gördüğü, Arapça ve Farsça bildiği dîni ilimlerde belli bir derinlik kazandığı anlaşılmaktadır.

Tahsîlini o devrin ilim merkezleri kabul edilen Karaman ve Konya’da yaptığı; Anadolu, Suriye ve Azerbaycan’ı dolaştığı bilinmektedir. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kabrinin ve makamının bulunduğu öne sürülen Yûnus’ un yeri milletimizin gönlüdür.

Nihad Sami Banarlı: “Ahmed Yesevî ile başlayan tekke şiiri veya tasavvufî halk edebiyatı Yûnus’la en üstün seviyeye ulaşmıştır” der.

Yûnus’un tasavvufî telakkileri genellikle hemen doğrudan doğruya Mevlânâ Celâleddin Rûmî’den alınmış intibaını vermekte ise de bu aslında tasavvufun ortak özelliğidir. Tasavvufî telakki genellikle ortak değerler, müşterek duygular ve mânevî tecrübeler taşır. Bu yüzden de mutasavvıfların sözlerinde genel bir benzerlik vardır. Ancak ifâdelerdeki benzerlik insanda fıtrî olan etkileşim sonucudur. Yûnus çağdaşı Mevlânâ ile görüşmemiş olsa bile onun Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebir’inden haberdardır. Nitekim Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin başında “ney” diye anlattığı “insân-ı kâmil”i o, “dertli dolap” metaforuyla terennüm etmiştir.

C. Yûnus Emre’nin Tasavvufî Düşünceleri

1. Kur’an ve Sünnete Bağlılık

Yûnus’un yaymaya çalıştığı ahlak ve tasavvuf, önce herkesi Kur’an ve hadîse uymaya, şer’i esaslara bağlanmaya çağırır. Yûnus söylediği sözlerin kitap ve sünnet kaynaklı olduğunu şöyle ifâde eder:

Yûnus’un sözü şiirden / Amma aslıdır kitaptan

Hadîs ile dinini k’ey / Bilgil sâdık olmak gerek[10]

Yûnus’a göre şerîat gemisine binmeden hakîkat denizinde yüzülmez:

Hakîkat bir denizdir, şerîat ânın gemisi[11]

2. Hakîkat Tarîkatsız, Tarîkat Şerîatsız, Şerîat İbâdetsiz Olmaz

Yûnus, hakîkatin tarîkatsız, tarîkatın şerîatsız, şerîatında ibâdetsiz olmayacağına inanır. Genellikle birbirinden ayrı gibi değerlendirilen muhabbet ve ibâdet kavramlarının birbirinden ayrılmayacağına inanır. Çünkü ibâdetsiz muhabbet, oldurucu; muhabbetsiz ibâdette erdirici olamaz. Yûnus der ki:

Müslümanım diyen kişi / Şartı nedir bilse gerek

Tanrının buyruğun tutup / Beş vakit namaz kılsa gerek.

Tanla durup başın kaldır / Ellerini suya daldır

Nefs düşman durur öldür / Nefs hemîşe ölse gerek.[12]

Her kim bu sözden almadı / Beş vakit namaz kılmadı

Bil ki Müslüman olmadı / Ol tamuya girse gerek.[13]

Evinde helâline beş vakit namaz öğretgil

Öğüdün tutmaz ise, yazığı yoktur boşa.[14]

Namaz kılmayana sen / Müslümandır deme gil

Hergiz müslüman olmaz / Bağrı dönmüştür taşa.[15]

3. Tasavvufî Eğitim Mürşidsiz Olmaz

Yûnus’a göre mâneviyât yolu mürşidsiz geçilmeyen bir vadidir. Bu yüzden mâneviyat yolunun şartlarını o şöyle anlatır:

Yol oldur ki doğru vara / Göz oldur ki Hakk’ı göre

Er oldur alçakta dura  / Yüceden bakan göz değil.

Doğru yolda gittin ise / Er eteğin tuttun ise

Bir hayır da ettin ise / Birine bindir az değil.

Yûnus bu sözleri çatar / Sanki balı yağa katar

Halka metâların satar / Yükü gevherdir tuz değil.[16]

Yûnus bu yolun bir mürşidin irşâdı olmadan gerçekleşmeyeceğini: “Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz”[17] nakaratlı ilâhisi ile anlatmaktadır.

4. Nefsi Bilmek ve Engelini Aşmak Gerekir

Nefsi bilmek, kendini tanımak, Hakk’a varmanın ön şartıdır. Nitekim: “Kendini tanıyan Rabbını da tanır”[18] buyrulmuştur. İlimden, irfandan, tasavvuftan maksad hep kendini tanımak, Hakk’a yol bulmaktır:

İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin / Ya nice okumaktır.

Okumaktan mânâ ne / Kişi Hakk’ı bilmektir

Çün okudun bilmezsin / Ha bir kuru emektir.

Okudum bildim deme / Çok tâat kıldım deme

Eri, Hakk bilmezsen / Abes yere yelmektir.

Dört kitabın mânâsı / Bellidir bir elif de

Sen elifi bilmezsin / Bu nice okumaktır.

Yigirmi dokuz hece / Okusan uçtan uca

Sen elif dersin hoca / Mânâsı ne demektir?

Yûnus Emre der hoca / Gerekse var bin hacca

Hepsinden iyice / Bir gönüle girmektir.[19]

Bir başka şiirinde de şöyle der:

İlim okumak bilmektir / Hem kendüyü bilmektir

Çünkü kendin bilmezsin / Bir hayvandan betersin.[20]

Tasavvufta nefs, Allah yolunda en büyük engeldir. Onu aşmadan Hakk’a ulaşmak mümkün değildir. Nefsin insana kurduğu en büyük tuzak da tûl-i emeldir. Yûnus der ki:

Dost sevgisin gönülde / Can ile berkitmeyen

Tûl-i emel defterin / Dürmeyen âşık mıdır?

Nefs dirliğinden geçip / Aşk kadehinden içip

Dost yoluna er gibi / Durmayan âşık mıdır?

Dün ü gün riyâzet çekip / Halvetlerde diz çöküp

Sohbetlerde baş çatıp / Yanmayan âşık mıdır? [21]


5. Aşk: Nefse Hâkim Olmanın İlacıdır

Nefse hâkim olmanın ilacı aşktır. Âdem’in karanlığını giderecek, bizi hüsn-i mutlaka götürecek ancak odur. Aşk-ı mecâzî, hakîkî aşka eriştirilebildiği takdirde işe yarar. Bu yol çok uzun ve tehlikelidir. Fakat o makama eren, hiçlikten, şerden, çirkinlikten kurtulur. Mutasavvıflara göre Kur’an’da aşk kelimesi geçmese de: “İnananlar Allah’ı eşedd-i hubb/aşırı sevgi ile severler”[22] âyetini buna delil sayarlar. Ayrıca Hz. Peygamber’in dilinden: “Kulum bana nâfilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onu severim onu sevince de gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum…”[23] hadîs-i kudsîsi de bunu teyid eder. Bu âyet ve hadîse isnadla tasavvuf literatürüne giren aşk, zamanla çok önemli bir boyut kazandı. Kurtuluş vesilesi sayıldı, nitekim Yûnus da öyle düşünmektedir:

Aşktır bu derdin dermânı / Aşk yolunda verem cânı

Yûnus Emre eydir bunu / Bir dem aşksız olmayayım.[24]

Ben yürürüm yana yana / Aşk boyadı beni kana

Ne âkılem ne dîvâne / Gel gör beni aşk neyledi.

Gâh eserim yeller gibi / Gâh tozarım yollar gibi

Gâh akarım seller gibi / Gel gör beni aşk neyledi.

Miskin Yûnus bîçareyim / Baştan ayağa yâreyim

Dost ilinde âvâreyim / Gel gör beni aşk neyledi.[25]

Aşk, bütün vücûdu sarıp gönül sevgiyle dolunca insan âdetâ bir sevgi çağlayanı olmaktadır:

Aşkın aldı benden beni / Bana Seni gerek Seni

Ben yanarım dün ü günü / Bana Seni gerek Seni

Ne varlığa sevinirem / Ne yokluğa yerinirem

Aşkın ile avunurem / Bana Seni gerek Seni

Aşkın âşıklar öldürür / Aşk denizine daldırır

Tecelli ile doldurur / Bana Seni gerek Seni

Aşkın şarabından içem / Mecnûn olup dağa düşem

Sensin dün ü gün endişem / Bana Seni gerek Seni

Eğer beni öldüreler / Külüm göğe savuralar

Toprağım anda çağıra / Bana Seni gerek Seni

Sûfîlere sohbet gerek / Ahîlere ahret gerek

Mecnûnlara Leyli gerek / Bana Seni gerek Seni

Yûnus durur benim adım / Gün geldikçe artar odum

İki cihanda maksûdum / Bana Seni gerek Seni [26]

Yûnus aşk ile vuslata erip Hakk’ı bulunca gözünde dünya ve mâsivâ küçülmüş ve ağzından şu beyitler dökülmüştür:

Canlar cânını buldum / Bu cânım yağma olsun

Assı ziyandan geçtim / Dükkanım yağma olsun.

Ben benliğimden geçtim / Gözüm hicâbın açtım

Dost vaslına eriştim / Gümânım yağma olsun.

İkilikten usandım / Birlik hânına kandım

Derd-i şarâbın içtim / Dermânım yağma olsun.

Varlık çün sefer kıldı / Dost andan bize geldi

Viran gönül nur doldu / Cihanım yağma olsun.

Yûnus ne hoş demişsin / Bal u şeker yemişsin

Ballar balını buldum / Kovanım yağma olsun.[27]

6. Yûnus’ta Halk Sevgisi

Hakk ile vuslata eren Yûnus, her yaratıkta Hakk’ın eserini gördüğünden bütün varlıklara sevgi nazarıyla bakmaya başlar ve der ki:

Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü

Yaradılanı severiz / Yaradanından ötürü.[28]

Yaratıklar içinde hiç şüphesiz en çok sevgiye layık “eşref-i mahlûkat” olan insandır. Çünkü o Hakk’ın halîfesi, mükerrem ve ahsen-i takvîm sûrette yaratılan bir varlıktır.

7. Yûnus’ta Gönül ve Kalbin Değeri

İnsanda ruh denilen, gönül ya da kalb adı verilen Hakk’ın nefhası olan latif bir değer vardır ki o, Hakk’ın tecelligâhı sayılır. Yûnus onun değerini bilmemizi istiyor ve diyor ki:

Gönül Çalab’ın tahtı / Çalab gönüle baktı

İki cihan bedbahttı / Kim gönül yıkar ise.[29]

Ak sakallı pir koca / Bilinmez hâli nice

Emek vermesin hacca / Bir gönül yıkar ise.[30]

Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi / Elin yüzün yumaz değil.[31]

Yûnus’un gözünde ve hakîkatte gönül Kâbe’den üstündür. Çünkü gönül Hakk’ın tecelligâhıdır.

Gönül mü yeğ Kâbe mi yeğ / Eyit bana ey aklı eren

Gönül yeğ durur zîrâ kim / Gönüldedir dost durağı[32]

Çünkü insan bu durağa gönüller yapmağa gelmiştir:

Ben gelmedim dâvî için / Benim işim sevi için

Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmağa geldim.[33]

8. Yûnus’ta Halka ve İnsanlara Hizmet

İslâm tasavvuf kitapları insanlığa hizmet menkıbeleriyle doludur. Ubeydullah Ahrar: “Biz bu yolda ne buldu isek hizmette bulduk, tasavvuf kitapları okuyarak değil” der. İnsan, insanlık hizmetinde bulunmalı çevresine daima hâmi ve hizmetkâr olmalıdır. Yûnus der ki:

Yaprağı derdli için derman ola / Gölgesinde çok hayırlar işlene

Nefesinden misk ü anber tüte / Budağından il ü şâr yemişlene[34]

Tasavvufta hastalara hizmetin sülûkte ayrı bir yeri vardır. Nitekim Şâh-ı Nakşbend, Hâce Muhammed Pârsâ gibi mürşidler yatalak hastalara hattâ uyuzlu köpeklere hizmet etmişlerdir. Yûnus da der ki:

Bir hastaya vardın ise / Bir içim su verdin ise

Yarın anda karşı gele / Hakk şarabın içmiş gibi[35]

9. Yûnus Hümanist mi?

Hümanizm, insancıllık, insan sevgisi üzerine Rönesans’la doğan bir düşünce akımıdır. Orta-çağ Avrupası’nda insana revâ görülen insanlık dışı dogmatik bir zulüm vardı. O yıllarda doğuda İslâm dünyası ise insana insanca muâmele ediyordu. Yûnus İslâmî telâkkinin genel kabulüne uyarak insanı Allah’ın en mükemmel yaratığı görür ve onu o yüzden sever. Bu mânâda Yûnus hümanisttir. Ancak zamanla eski Yunan ve Latin kültürüne dayanan bir hümanizm anlayışı ortaya çıkmış ve hümanizmin kaynağının eski Yunan kültürü olduğu iddiâ edilmiştir. Yûnus bu mânâda hümanist değildir.

 III. YESEVÎ – YÛNUS MUKÂYESESİ

Fikir ve duyguda Mevlânâ ve İbn Arabî izleri taşıyan Yûnus, ifâde ve üslûpta Ahmed Yesevî yolundadır. Yûnus’un ilâhileri, Yesevî’nin hikmetleri gibi hece vezninde, sade bir söyleyiş ve sehl-i mümteni tarzındadır. Ancak lirizm ve coşkunluk açısından Yesevî’nin şiirlerinden daha zengindir. Bu iki sûfî şâir yer yer aynı düşünceleri kendi şiirleriyle terennüm ettikleri intibaı uyandırmaktadırlar.

Yûnus, sanat ve sanatkarlık endişesiyle hiç uğraşmamıştır. O sırf, rûhunu ve rûhî heyecânlarını, ihtilaçlarını ve ilhâmlarını terennüm etmiştir. Onu buna teşvik eden âmil, bütün mutasavvıflarda olduğu gibi gönlündeki vahdet coşkusu ve kalbindeki irşâd arzusudur. Onun sanatkârlığından habersiz olması, onu büyük sanatkâr saymamıza mâni değildir. Yesevî ve Yûnus arasındaki ilişki ve yakınlığı şu maddelerle sıralamak mümkündür:

1. Yûnus ve takipçileri Yesevî yolunda gitmişlerdir.

2. Yesevî ile Yûnus’un sanat unsurları birbirinin aynıdır. Ancak Yûnus’ta çok yüksek tasavvufî duygular vardır. Yesevî’deki ta’lîmî (öğretici-didaktik) kuru hava, Yûnus’ta yerini lirizme, coşku ve canlılığa bırakır.

3. Yesevî, tarîkat kurucusudur. Yûnus tarîkat kuracak tesir ve nüfuz gösterememekle birlikte Yesevî’den çok daha sanatkardır. Türk edebiyatında ondan güçlü bir mutasavvıf şâir yetiştiğini söylemek mümkün değildir.

4. Yesevî’nin “vahdet-i vücûd” kavram ve sembollerini kullanmada Yûnus kadar başarılı olduğunu söylemek zordur.

5. Yesevî de, Yûnus da şiirlerini Türkçe ve hece vezniyle yazmışlardır.

[1] Yesevîlik Bilgisi, haz: Mustafa İsen-Cemal Kurnaz-Mustafa Tatcı, Ahmet Yesevi Vakfı Yayınları, Ankara 1998. Bu eserde yer alan tebliğ ve makaleler şunlardır: Abdullah Uçman, “Dînî-Tasavvufî Türk Edebiyatı”; Mustafa Kılıç, “Türkistan’ın İslâmlaşması”; Nesimi Yazıcı, “Hoca Ahmed Yesevî Döneminde Turk-İslâm Kültürünün Oluşum ve Gelişimi Üzerine Bazı Düşünceler”; Kemal Eraslan, “Ahmed Yesevî”; Edhem Cebecioğlu, “Hoca Ahmed Yesevî”; Kemal Eraslan, “Hikmet Geleneği”; Mustafa Tahralı, “Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmetinde Dînî-Tasavvufî Unsurlar”; Ahmet B. Ercilasun, “Ahmed Yesevî’nin Şiirlerinde Ahenk Unsurları”; Cem Dilçin, “Ahmed Yesevî’nin Hikmetlerinde Sıra Cümleler”; Muhammed Rahim Carmuhammed, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen “Risale” Adlı Eserinin İlmî Değeri”; İrfan Gündüz, “Ahmed Yesevî’nin Tarikat ve İrşad Anlayışı”; Mustafa Kara, “Yeseviyye Kültürünü Günümüze Ulaştıranlar ve Cevâhiru’l-Ebrâr Min Emvâci’l-Bihar”; Yaşar Nuri Öztürk, “Yesevîlik”; Mürsel Öztürk, “Ahmed Yesevî-Hacı Bektaş Velî ve Yûnus Emre Zinciri”; Ayhan Pala, “Yesevîlikten Bektâşiliğe Türk Müslümanlığı”; Mustafa Tatcı, “Ahmed Yesevî, Hacı Bekktaş Velî ve Yûnus Emre’de Dört Kitap”; Cihan Okuyucu, “Ahmed Yesevî’nin Anadolu’daki Temsilcileri Yûnus Emre ile Âşık Paşa Arasındaki Fikir Akrabalığı”; Ali Yılmaz, “Ahmed Yesevî’nin Hikmetleri ile Yûnus Emre’nin Şiirlerinde Tasavvufî Muhteva Benzerlikleri”; Osman Türer, “Türk Dünyasında İslâm’ın Yerleşmesi ve Muhâfazasında Sûfî Tarikatlar ve Yesevî’nin Rolü”; Ahmet Yaşar Ocak, “Türk Dünyasında Ahmed Yesevi ve Yesevîlik Kültürünün Yayılışı Bir Sûfî Kültürünün Yeniden Güncellenmesi”; Hasibe Mazıoğlu, “Ahmed Yesevi’nin Anadolu’ya Attığı Ateşli Eğsi”; Ahmed Yaşar Ocak, “Anadolu Sûfîliğinde Ahmed Yesevî ve Yesevîlik”; Metin Akar, “Osmanlılarda Yesevîlik”; Ali Aktan, “Künhü’l-Ahbâr’a Göre Ahmed Yesevî ve Anadolu’daki Halîfeleri”; Müjgan Cunbur, “Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde Ahmed Yesevî”; Yılmaz Kurt, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Rum Eyaletlerindeki Zaviye Kurucuları Üzerindeki Etkileri”; H. Kâmil Yılmaz, “Anadolu ve Balkanlar’da Yesevî İzleri”; Hülya Argunşah, “Tarihi Türk Romanında Yesevî Dervişleri”; Cihangir Cahramanov, “Dîvân-ı Hikmet Azerbaycan Sûfî Edebiyatı İçinde Örnek Kimi”; Mehmet Cantürk, “Doğu Türkistan’daki Tasavvuf ve Hoca Ahmed Yesevî”; Erkin Ekrem, “Doğu Türkistan’da Sûfî Hocalar”; Gurbendurdi Geldiyev, “Hoca Ahmed Yesevî ve XVIII.-XIX. Asır Türkmen Şiiri”; Baymirza Hayıt, “Türkistan Kadınlarının Yesevîlik An’anesi”; Begali Kasımov, “Eski Dönem Özbek Edebiyatında Yesevî Gelenekleri”; Zabit Akavov, “Ahmed Yesevî ve Kumuk Manzum Edebiyetı”; Dilaram Nişanova, “Hoca Ahmed Yesevî Hakkında Özbekistan’daki Araştırmalar”; Kamil Uğurlu, “Yesevî Külliyesi”. Ayrıca tebliğ ve makaleler için bkz. Ahmed Yesevî Hayatı, Eserleri, Tesirleri, haz: Mehmet Şeker, Necdet Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul 1996; Necdet Tosun, “Yesevîliğin İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb, İLAM Araştırma Dergisi, c. II, sy. II Aralık 1997, s. 41-85; Dosay Kenjetay, “Hoca Ahmed Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarîkatı ve Tesiri”, Tasavvuf Dergisi, sy. II, Aralık 1999, s. 105-129; Dosay Kenjetay, “Yesevî Kültürü ve İlmi Ateizm”, Tasavvuf Dergisi, sy. III, Nisan 2000, s. 167-178; Kadir Özköse, “Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet”, Tasavvuf Dergisi, sy. XVI, Ocak 2006, s. 293-312.


[2] Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, Haz: Kemal Eraslan, Ankara 1983, s. 64.

[3] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 30.

[4] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 30.

[5] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 30.

[6] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 30-31.

[7] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 34.

[8] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 30.

[9] Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Dîvânı, s. 367, 381/1.

[10] Yûnus Emre Dîvânı, s. 140, 137/9.

[11] Yûnus Emre Dîvânı, s. 51, 38/2.

[12] Yûnus Emre Dîvânı, s. 139, 136/1-2.

[13] Yûnus Emre Dîvânı, s. 139, 136/8.

[14] Yûnus Emre Dîvânı, s. 327, 341/4.

[15] Yûnus Emre Dîvânı, s. 327, 341/6.

[16] Yûnus Emre Dîvânı, s. 164, 166/3,5,6.

[17] Mustafa Tatcı, Âşık Yûnus, İstanbul 2005, s. 58, 60/1.

[18] Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 361.

[19] Yûnus Emre Dîvânı, s. 101, 91/1-5.

[20] Yûnus Emre Dîvânı, s. 245, 248/5.

[21] Yûnus Emre Dîvânı, s. 49, 36/1-5.

[22] el-Bakara, 2/165.

[23] Buhârî, Rikâki 38.

[24] Yûnus Emre Dîvânı, s. 263, 269/8.

[25] Yûnus Emre Dîvânı, s. 386, 404/2-9.

[26] Yûnus Emre Dîvânı, s. 367, 381/1-10.

[27] Yûnus Emre Dîvânı, s. 264, 271/1-8.

[28]

[29] Yûnus Emre Dîvânı, s. 289, 299/5.

[30] Yûnus Emre Dîvânı, s. 289, 299/3.

[31] Yûnus Emre Dîvânı, s. 163, 166/1.

[32] Yûnus Emre Dîvânı, s. 352, 366/7.

[33] Yûnus Emre Dîvânı, s. 176, 179/2.

[34] Yûnus Emre Dîvânı, s. 315, 324/2-3.

[35] Yûnus Emre Dîvânı, s. 374, 388/5.