Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNDE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ KONUMLARI VE İŞLEVLERİ

Ek 3

Mülakat Çözümü

Hocam müsaade ederseniz, öncelikle “eğitimli insan” tanımıyla başlayabiliriz. Biz eğitimli insan üzerine odaklanıyoruz. Yani hem Milli Eğitim sistemi, hem Hüdayi Vakfı, hem de diğer vakıflar, eğitimli insanı nasıl tanımlar? Hangi insan eğitimden geçmiş ve sonunda bunun semeresini toplumla paylaşıyor diyebiliriz?

Efendim, öncelikle böyle bir konu için bizi tercih ettiğinizden dolayı teşekkür ederim. İnsanın eğitime muhatap olan alanları var biliyorsunuz; bir IQ denilen normal zekâsı, bir duygusal zekâsı; bir de bedeni ve iradesi var. Eğitimli insan, bu saydığımız alanlarla ilgili alması gereken terbiyeyi alan insandır.

Nurettin Topçu “3 K” diyordu bunlara: Kafa, kalp ve karın. Karnını doyurmuş; yani bedenî ihtiyaçlarını karşılamış, kafasını bilgiyle doldurmuş; bilgi noktasında doyuma ermiş, kalbini; duygu, his ve inanç boyutuyla belli olgunluğa ulaştırmış insan demektir eğitimli insan. Sadece bedeni ve zekâsı gelişmiş insan değil, hem bedeni, hem zekâsı, hem de duygusal zekâsı gelişmiş insan.

Bu manada eğitimli insan, üretkendir. Topluma ışık saçan, faydalı insandır. Sadece bedenini geliştirmiş; karnını doyurmuş ama diğer özelliklerini hiç kale almamış insanı eğitimli saymak mümkün değildir. Bence akla ait bilgileri ilerletip, duygu ve gönül boyutunu ihmal etmiş, başkalarının farkında olup onları düşünecek; empati yapacak bir özellik kazanmamış insan, eğitimli olarak görülemez. Dolayısıyla bunların üçünün beraber olması gerekir. İrade, duygu, beden ve zekâdan her birini eğitime tâbi tutarak belli bir noktaya ulaştıran insandır eğitimli insan.

Hocam milli eğitim sistemi örgün eğitim veriyor. Bir de toplum ya da aile içerisinde verilen bir yaygın eğitim var. Bu çerçevede herkes öyle olmayabilir ama, büyük oranda eğitimli insana ulaşıldığını söylemek mümkün mü?

Tabii ki zor, özellikle pozitivist düşüncenin egemen olduğu eğitim sistemlerinde insanın bilhassa kalp ve duygu tarafını tatmin konusunda önemli boşluklar olduğunu düşünüyorum. Evet okulun verdiği bir eğitim var. Burada insanlara beden ve zekâ eğitimi veriliyor. Ama insanların duygusal zekâ tarafına yönelik tam bir duygu ve gönül eğitimi verilemiyor. Şiir, edebiyat ve sanattan zevk alan bir duygu eğitimi; ya da başkalarının farkında olma bilinci verilemiyor.

Eğitim sistemimizin bu alana yönelik yatırımlarının bulunmadığını üzülerek görüyorum. Bunlar ancak ailede veya sosyal muhitlerde verilmeye çalışılıyor. İnsanlar oralarda ne alabiliyorsa o. Okul ve eğitim çevresi, beden ve zekâ eğitiminin ötesinde karakter eğitimine katkı sağlamada kusurlu. Bu biraz da insana bakışla alakalı.

Bugün global dünyada insan birey olarak düşünülüyor. İnsana sadece birey olarak bakıldığında onun toplumla bütünleşmesi noktasında çok fazla eğitime ihtiyaç hissedilmiyor. Bu bakış, ferdiyetçiliğin/bireyselciliğin getirdiği bir şey. “Sosyal hizmetleri devlet yapsın, fakirleri devlet görsün, yoksullara o baksın, hastaları, yaşlıları o görsün. Fert mutlu yaşasın, huzurlu olsun.” Annesi açsa, komşusu açsa insan nasıl mutlu olabilir ki? Bugünkü eğitim sistemi insana bu duyguyu vermekten yoksun. Hatta şöyle bir görüş var: Sosyal devlet olgusu insanlardaki merhamet duygusunu dumura uğratmıştır. Çünkü açların, biçarelerin, acizlerin devlet tarafından bakılıp kollanması gerektiğini düşünen insan, bu konuya ne kafasını yoruyor ne gönlünü açıyor. “Ben hayatımı yaşarım.” “Kendim için yaşarım.” gibi kendine göre doğrular üretiyor. Bu doğrular onun hayatını kendisiyle sınırlıyor. Hâlbuki biz hayatta tek değiliz. Bizim etrafımızda insanlar var. Onların farkında olmak, başkalarına faydalı olmak, ötekini görmek, eğitimin amacı olmalıdır.

Bizim kültürümüzün bize öğrettiğine göre, eğitimin en önemli amacı; bize önce kendimizi, sonra ötekini tanıtmak; kendimizle öteki arasında köprü kurmaktır. Bu kalbî bir köprü, manevî ve ruhî bir iletişimdir. Empati diyorlar ya şimdi, işte öyle bir şey. Bugün bu köprünün kurulmasında ciddi eksikliklerimiz var.

Küresel planda durum böyle, Türkiye de bundan nasibini alıyor. Yani biz bugün bir yanımızı yok sayıyoruz. Hala pozitivizmin egemen olduğu XIX. yüzyıl sonrasındaki gibi insanlar, dinlerin vaad ettiği cenneti dünyada bulacaklarını zannediyor. Bizim inancımıza göre bu dünyada da bir cennet hayatı olacak ama o, insanın önce kendini, sonra Rabbini tanıması, sonra da başkalarının farkında olması ile olacak. Nitekim Allah Kur’an’da: “Rabbinin katında hesap vermekten korkanlar için iki cennet vardır.” [1]buyurur.

Müfessirlerimiz bu iki cennetten birini dünya cenneti, diğerini âhiret cenneti diye yorumlamışlardır. İnanan için dünya cenneti insanın içinde başlar ve orada biter. İnsan kendi içinde olgunluğa, kemale erer, kendinin kul olduğunun farkına varır. Rabbiyle ve çevresiyle buluşur. İşte bu durum, insana manevi bir zevk ve haz verir, cennet hayatı yaşatır, bu âhiretteki cennet hayatının lezzetinin bir kopyası, bir özetidir.

Bugün insanların en büyük problemlerinden birisi hazlara yüksek seviyede erme sonucu, hayatın anlamsız hale gelmesidir. Aslında insanoğlu bu dünyada, elemlerden kaçıp hazlara ulaşmak ister.  Ancak hazlar sonsuz değildir. Meselâ yemek yemek bir hazdır insan için. İnsan her türlü yemeği yer, belli bir hazza erer, bir süre sonra o yemekten artık gına gelir, ondan bıkar. Gezmek bir hazdır. Gezecek yer kalmaz. Giyinmek bir hazdır, o da bir süre sonra biter. Yani maddi hazlar sınırlıdır ve bunlardan sonra elde edilecek yüksek ve kalıcı bir mutluluk yoktur. Hâlbuki asıl haz, manevi haz ve zevktir. O da imkânlarını başkalarıyla paylaşmakla olur. Paylaşılacak şeylerin en değerlisi zamandır, sonra elinizdeki imkânlardır. Başkalarının acısına merhem olmaktır, sancısını paylaşmaktır, sevgisini paylaşmaktır. San’attır, edebiyattır, güzellikleri seyretmek ve biricik gerçek güzeli bulmaktır. Bu tür bir hazzın, yemek, gezmek ve giymekle kıyaslanmayacak yüksek bir tadı vardır. Bu tad, ancak böyle bir iklimde elde edilir.

Hocam, biz tezimize başlarken hipotezimiz şuydu: Sivil toplum örgütleri, devletin açıkta bıraktığı yerleri dolduruyor. Yardıma ihtiyacı olan insan da bunun bir boyutu. Bursa ihtiyacı olan öğrenci bunun diğer bir boyutu. Ama hepimiz biliyoruz ki din eğitimi de bunun bir boyutu. Devlet imam hatip liselerinde yapıyordu bunu bir nebze. Buna rağmen Kur’an kursları ya da din eğitimine odaklanmış daha küçük çaplı örgütlenmeler vardı. Örgün eğitimin yanında yaygın eğitimi Diyanet İşleri Başkanlığı yapıyordu. Halkı ve çocukları camide eğitiyordu. Buna rağmen büyük hala böyle bir talep var. Bu çerçevede gerek devletin din eğitimine, gerekse toplumun din eğitimine bakışı noktasında neler söylemek lazım? Böyle bir ihtiyaç var mı?

Kesinlikle var. Bu insana bakışla alakalı bir husustur. Dünyevileşen bir dünyada insanlar, işlerine Allah’ın müdahalesini kabul etmek istemiyorlar. Özellikle dinden, Allah’ın evi mâbedlerden kaçan insanlarda böyle ciddi bir kaygı var. Sanki birilerine, insanların hayatlarını Allah’ın rızâsına uygun, dinin emirlerine göre yönlendirmesi, kendilerinin hürriyetlerini kısacakmış gibi geliyor.

İnsanların iman, ibadet, hayata bakış noktasındaki tercihleri ferdidir. Bence olaya bu noktadan bakmalı. Bir insan kendi tercihiyle gündelik hayatını Allah’ın emirlerine; dinin kurallarına göre yaşamak ister ve bununla ilgili alt yapıya erişmek dilerse bu insana bunu öğrenme ve yaşama imkânı verilmelidir. Bir de şuna bakmalı: Bu bilgileri, bu eğitimi alan insan, topluma ne kadar yarar ya da zarar getiriyor? Böyle bir eğitimden geçen biri, toplumun başına terör ve anarşi üreten bir insan mı, yoksa verilen vazifeyi yerli yerince yapan biri mi oluyor? İyi bir dinî eğitim almış, Allah’tan korkan ve O’nu seven, O’nun yaratıklarına şefkatle bakan bir insan toplumda daha diğerkam, daha dışa dönük, başkalarına daha faydalıdır. Bilinçli dindar insanın başkasının hayatına müdahale etmesi gibi bir tehlike söz konusu değildir.

Problem şuradan kaynaklanıyor. Dindar olmayanlar: “İnsanlar dindarlaştıkça hayatımızın önünü keserek bizi kendilerine benzetmeye çalışacaklar, yolumuzu daraltacaklar.” zannediyor ve böyle bir endişeyle insanların daha fazla dindarlaşmasına engel olmak; hayatlarına bir narh koymak istiyor.  Devlet ve resmî yollarla insanların hayatına böyle bir narh koyduğunuz zaman, ulaşmak istediğine ulaşamayan insanlar, gayr-i resmî yollardan bu ihtiyaçlarını temine yöneliyor. Bu sefer işin içine yanlışlar karışıyor. Hâlbuki en doğrusu, devletin talep edenlere kendi kontrolünde dînî eğitim imkanı sunmasıdır. “Ben dinimi daha iyi yaşamak istiyorum” diyen insana, dinini daha iyi öğrenebileceği Kur’an kursu, ders, okul ve benzeri imkânlar sağlamasıdır.

Taleb ettiğini insana sunmazsanız o da onu karaborsadan bulup temin edecektir. Karaborsadaki mal, devlet kontrolünde olmadığı için kalitesiz olabileceği gibi, zararlı da olabilir. Dünya standartlarına göre devlet kontrolünde üretilmiş bir malın riski olmaz. Dolayısıyla insanımızın dinle ilgili bir talebi varsa. Anayasamızın 24. maddesi bunu teminat altına almaktadır. Bu mânâda devletin, devleti yönetenlerin sorumlulukları var.

Tarih boyunca dindar insandan hiçbir zarar gelmemiştir. Problem dinini yanlış bilen ve yanlış yaşayandadır. Dinini bilmeden dindar gibi yaşadığını zannedendedir. Gerçek manada dinini, kitabını, peygamberini bilen, onların emirlerine saygılı, bu işi hazmetmiş, içine sindirmiş insandan zarar gelmez.

Din eğitimi yer üstünde, devletin kontrolünde, devletin açtığı kurslarda, okullarda, camilerde veya başka mekânlarda olmalıdır. İsteyen herkes, bu bilgiye ulaşabilmelidir. Bu, medya ve basın yoluyla da olabilir, kitapla da olabilir. Talep eden herkesin önüne bu imkânı sunmak, önüne set çekmemek gerekir, diye düşünüyorum.

Hocam, sivil toplum örgütleri, vakıflar, dernekler vs. gerek bir proje üretme ve bu işin daha gelişmesi için uygulama alanında, gerekse de politikalara etki etmek alanında bir etkinlik gösteriyor mu? Böyle bir değişime yönelik aktif rol oynuyorlar mı?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde sivil toplum kuruluşlarının doğrudan din eğitimi vermek gibi bir şansı yok, ancak eğitime destek hizmetleri verebilirler. Devletin açtığı Kur’an kurslarına veya okullara yurt ve burs desteği sağlayabilirler. Sivil toplum kuruluşlarının doğrudan birebir eğitim vermesi, resmen mümkün değil. Hal böyle olunca sivil kuruluşlar; bu kurumların durumlarının düzeltilip iyileştirilmesinde toplumsal bir güç olarak irade beyanı şeklinde bir talepte bulunabilir, görüşmeler yapabilir, kamuoyu oluşturabilir.

Sivil toplum kuruluşları toplumda insanlar üzerinde: “Ülkede neler oluyor, nereye gidiyoruz?” gibi kaygı uyandıracak üsluptan sakınmalıdır. Herkesin birbirine güvenle bakabileceği bir ortam, ülkemiz için her zaman daha sağlıklıdır. Çok hızlı değişimler, ani iniş ve çıkışlar, insanları incitebilir. Dolayısıyla bence dindarlaşma ve dini öğrenme süreci devletin kurallarına göre olmalı, sivil toplum kuruluşları da bu konuda üstüne düşenleri yapmalıdır.

Yapılan araştırmalar, Türkiye’de dindarlaşma olgusunun İslam ülkeleri arasında en yüksek seviyede, Amerika gibi dindarlık düzeyi yüksek ülkelerden bile yüksek seviyede olduğunu göstermiştir.  Geçenlerde Diyânetten sorumlu devlet bakanı Türkiye’de cuma namazı kılan insan sayısının 40 milyon civarında olduğunu söyledi. Beş vakit namaz kılan insan sayısının ise 15-20 milyon civarında olduğu söyleniyor. İran’da bu rakamlar çok daha aşağı seviyelerdedir. Cuma namazı kılanlar 20 milyon, beş vakit namaz kılanlar da 3-4 milyon civarında imiş.

Türkiye’de dindarlık İran’dan daha yüksektir. Demek ki bu rejimle alakalı bir olgu değil. Bu, insanların kendi yöneliş ve tercihleriyle alakalı bir şeydir. Yani Türk insanı bin yıllık bir tarihi süreçte İslam’ı özümsemiş, içine sindirmiş. Bunu kendinden sonraki nesillere aktarmak istiyor. Bunu değiştirmeye kalkmanın bir anlamı yok ki. Zaten bu mümkün de değil. Bunları görmek lazım.

Hocam, aynı bakışı alt pencereden de yapmak mümkün mü? Toplumun gerek Hüdayi Vakfına gerekse diğer sivil toplum örgütlerine bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Orada bir çok olumlu, bunlar olmazsa olmaz ve benim de burada olmam gerekir, gibi bir düşünce mi var; yoksa bir kesim bunlara şüphe ile mi bakıyor? Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu durum baktığınız seviyeye ve yere göre değişebilir. Yani genel halk kitlelerinin ben Hüdayi Vakfı ve benzerlerine toplumda devletin ulaşamadığı yerlere ulaşan, halkın yaralarını saran müesseseler gözüyle baktığını düşünüyorum. Bu tür müesseseler bir takım siyasi hesaplarla hareket ederek siyasallaşmadıkları ve hedeflerinde toplumun problemleri birinci derecede olduğu sürece, ben bu değerlendirmenin süreceğine inanıyorum. Ama siyasallaşarak aktif siyasetin içine girdikleri zaman durumun değişeceği âşikârdır. Çünkü siyaset, insanları ayrıştırır. Ama toplumsal kaygılar insanları bütünleştirir. Dolayısıyla sivil toplum kuruluşları ne kadar çok toplumsal yaralara merhem, insanların dertlerine derman olurlarsa o kadar çok kabul görür ve toplumun olmazsa olmaz parçası olmaya devam ederler. Bir siyasi partinin devamı ve bir siyasi hareketin uzantısı gibi görülmeye fırsat verecek şeyler yapmaya başlarlarsa kısırlaşır ve küçülürler.

Dün Ruşen Bey dedi ki: CHP ve onun zihniyetindeki gruplar dini cemiyetleri, vakıf ve cemaatleri tanımadıkları için ezbere konuşuyorlar. Ne korktukları kadar büyük bir tehlike var, ne de oradaki olan bitenler çok stratejik ve planlı. İşte adım adım geliyoruz şeklinde bir şey ifade etmiyor.

Aynen katılıyorum. Bu düşmanlığın temel sebeplerinin birisi bilinmezliktir. İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır. Tanıdıkça muhabbet başlar. Önce tanırsınız/marifet, sonra seversiniz/muhabbet. Bu durum kul Allah ilişkisinde de böyledir, toplumsal/beşeri münasebetlerde de.  Kul önce Rabbini nimetleriyle tanır, in’âm u ihsanını görür ardından bu sayısız nimetleri veren Allah’a muhabbet beslemeye başlar. Marifet ve muhabbet beşeri münasebetlerde de böyledir. İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi tanırlarsa o kadar severler. Dilimizde çok güzel bir söz vardır: “Gözden uzak olan gönülden de uzak olur.” Birbirini görüp tanımayan insanlar birbirlerine daha kolay kılıç çeker. “Öldür fakat dinle!”  demişler.. Dinleme ve tanıma kaygısı olmazsa önyargı olur. Bence toplum katmanları birbirlerini tanımalı, yani her siyasi fikrin sahibi karşı tarafı her grubun mensubu diğer grubun mensuplarını tanımalı. Aslında düşüncelerin çok farklı olmadığını; bir takım insanların laf götürüp getirerek arayı bozduğu görülecektir.

Sonuçta bu ülkede, bu bayrağın altında yaşayan, bu ülkenin vatandaşı olmaktan mutlu olan insanların asgari müştereklerinin azami olduğunu düşünüyorum. Problem birbirlerini tanımamaktadır. Burada hepimizin kusurları var. Hepimiz kendimize bir duvar örmüş, kendimize bir dünya çizmişiz. Bu dünyanın içinden çıkamıyoruz.

Biz kendimizi tanıtıp hizmetlerimizi gösteremediğimiz sürece: “Burada ne var acaba? Bunlar kim?” gibi kaygılarla karşılaşırız. Doğrusu toplum katmanlarını zaman zaman bir araya getirmek, birbirlerini tanıyacakları ortamları çoğaltmaktır. Türkiye’de dini hizmetler veren müesseselerin çok hesaplı ve planlı çalışmalarının olmadığını biliyoruz. Dini hizmetlerin tek hedefi olmalıdır: “Biz bu dine ve insanlığa nasıl hizmet edebiliriz? Kaç kişiye Allah dedirtebiliriz?”

Bir de Tanzimat’tan bu zamana kadar aydınlarla halkın arasına duvarlar örüldü. O örülen duvarlar iki grup arasında bir husumet meydana getirdi. Yani burada biraz da aydınların yanlışları oldu. Artık aydınlarımızın halkla barışması, halkı düşman gibi görmemesi gerekir.

Sn. Doğan Cüceloğlu’nun Hürriyet gazetesine verdiği bir mülakat vardı Amerika ve Amerikalılarla ilgili. Aşağı yukarı diyordu ki: Amerika’da entelektüel insanlar ipek gibidir. Onlarla beraber olmak çok mutluluk verir. Ama Amerika’da özellikle şehirlerin kenar mahallelerinde okumamış; eğitim seviyesi düşük insanların içine düşerseniz orada canınız, malınız, her şeyiniz tehlike altındadır. Bizde ise durum tam tersidir, diyor. Çünkü bizde okuyan insanlar halkın değerlerine düşman olarak yetişiyorlar. Sürekli dini ve eskiye ait şeyleri düşman olarak görüyorlar. Halka olan düşmanlıkları artıyor. Onların toplumla buluşması çok zor oluyor. Ama bizde okumamış insanların duyguları daha yüksektir. Okumamış insanın evine giderseniz onun fıtratında, doğasında zaten misafirperverlik, insancıllık vardır,. dindarlıktan gelen bir özellik vardır, dolayısıyla çok kolay ilişki kurarsınız. Bizdeki eksiklik bu, entelektüellerimize dini, dini hayatı ve geçmişimizi suçlu, düşman, uzaklaşılması gereken bir şey gibi göstermişiz. Böyleyce okuyan insan eskiye düşman bir ruha sahiptir.

Bence aydınlarımıza dinimizin, geçmişimizin ve kültürümüzün kaçılacak, korkulacak bir şey olmadığını; aksine bizim değerlerimizin onlardan kaynaklandığını öğretmeliyiz. Kendi değerleriyle, kendi tarihiyle barışık bir hale gelmesini sağlamalıyız. Bence eğitim böyle olur.

Uluslar arası ilişkilerimiz de var, çoğu zaman da uluslar arası ilişkileri olan sivil toplum örgütlerine güvensizlik biçiminde bir yaklaşım var. Milletvekilleri üzerinde yapılan bir araştırmada uluslar arası ilişkisi olan sivil toplum örgütlerinde güven %50’de kalmış. Ulusal sivil toplum örgütlerin %60’da kalmış. Burada da en büyük açıklama bir takım bağımsızlığımıza yönelik tehditlerin bu organizasyonlarla yurt içine ithal edildi şeklinde. Böyle bir görüşe katılmak, böyle bir korkuya yer vermek acaba doğru mu?

Türkiye’deki kökü dışarıda bir örgüt hakkında ihtiyatlı olmak ve işbirliği yaparken belli hassasiyetlere dikkat etmek gerekir. Ama peşinen, dışardan gelen her şey tehlikelidir, bizim ulusal birliğimizi tehdit etmektedir şeklindeki bir hüküm doğrusu bana çok sıcak gelmiyor. Yani korkmak yerine tanımak, gayelerine bakmak ve yaptıkları işleri görmek ve ona göre hüküm vermek lazım. Somut bir şey görmeden, sadece uluslararası ilişkileri var, başka ülkelerle birlikte çalışıyor şeklindeki bir önyargıyla değerlendirmenin çok insaflı olmayacağını düşünüyorum. Ama yaptıkları işler ülkemizin birlik ve beraberliğini bozmaya yönelikse o başka. Bizim için önemli olan vatanın bütünlüğüdür, bu ülkenin bütünlüğüdür, bu ülkede yaşayan insanların kardeşliğidir, dayanışmasıdır, sevgisidir. Onun için insanların yaptıkları işlere bakıp ona göre değerlendirmek lâzım. Ne demiş Ziya Paşa:

Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz,

Görünür şahsın rütbe-i aklı eserinde

Geçen senelerde bu hükümetin birinci döneminde Kamu Reformu Yasa Tasarısı vardı. Bu yasayla merkezi yönetimin biraz hafifletilmesi ve yerel yönetimlere imkân ve yetki verilmesi noktasında bir gelişme düşüncesi vardı. Ama burada en büyük isyan eğitim alanında yapılacak çalışmalarda böyle bir hakkın verilmesi noktasında odaklanmıştı. O da işte eğitimin yerel yönetimlere bırakıldığında ne olacağının belirsiz olduğu; özellikle de tabi Güneydoğu meselesinden mülhem diye düşünüyorum, biraz da belki de dini hassasiyeti olan insanların işe müdahale edebileceğinden korkuluyordu. Ama bütün dünyada mahalle, okulunu sahipleniyor. Bizde de okul aile birlikleri sadece kağıt üstünde var. Bir şekilde okula veli hiçbir şey yapamıyor. Yani kendisi gelmek istemiyor, zaten onu çağıran da yok. Okul orada mahallenin ortasında bir gül olması gereken diken gibi hatta herkesin etrafından bir çocuklar geliyor o da istemeye istemeye. Bu çerçevede hem yerel yönetimlere eğitim konusunda yetki verilmesi, hem de sivil toplum örgütlerinin okul yönetimlerine biraz daha katılması çok mu olumsuz bir sonuç doğurur?

Halka güvenmek lazım. Ben devletin halkına güvenmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Ama tabii halkı da güvenilecek konumda değiştirmek lazım. Devlet ile bütünleşen, devletine güvenen halk. Önce devletin halka güvendiği bir ortam oluşmalıdır. Devlet halka güvenir, halk devlete güvenmezse yine ters olur. Halk devlete, devlet halka güvenir ve yetkiler halka devredilirse faydalı olur.

Eğitim hariç pek çok konuda yerel yönetimlerin yetkisi artırıldı,  Türkiye birşey kaybetmedi. Çünkü mahallinden, yerinden yönetim işi biraz daha kolay çözmeyi sağlayabiliyor. Ankara’daki insanın İstanbul’u görmesi, İstanbul’daki herşeyin farkında olsun, kolay değil. Ankara’dakinin Diyarbakır’ı Trabzon’u görmesi çok kolay değil. Burada güvensizlik problemi ortaya çıkıyor. Devlet halka, halk devlete güvenmiyor. Bir adım atmak lazım. Önce devlet halka güvendiğini telkin etmesi lazım. “Ben size güveniyorum, benim vatandaşım bana ihanet etmez” diye bir adım atıp işin ucundan başlamak lazım ki halk da devlete güvensin.

Son olarak, sivil toplum örgütlerinde kendi aralarındaki ilişkiler üzerinde neler söylenebilir?  Hüdayi Vakfı gibi, hem etkinlik alanı, hem hizmetleri çok büyük olan vakıflar var. Hem de daha mahalle arasında üç beş yönetim kurulu üyesi ile çalışan vakıflar, dernekler var. Onların birbirleriyle iletişimi, eşgüdümü, birbirlerini dinlemeye, anlamaya hazır oluşlarıyla ilgili sizin kanâatiniz nedir?                                                                                

Türkiye’de Batılı anlamda sivil toplum kuruluşu geleneği yeni yeni oluşuyor. Bizim vakıf geleneğimiz Osmanlı toplum yapısında devletin sivil tarafını oluşturuyordu. Devletin gitmediği, ulaşmadığı yerlerdeki insanların acılarını, sancılarını onlar paylaşıyordu. Vakıflar sivil toplum kuruluşu niteliğindeydi. Cumhuriyetten sonra sivil toplum kuruluşlarıyla tanışmamız ve bunların etkinliğinin artması özellikle Avrupa Birliği süreciyle başladı. Henüz istenilen seviyede olduğunu söylemek zor ama, süreç her geçen gün biraz daha farkediliyor. Sivil toplum kuruluşlarının hükümet, siyasi irade ve toplum üzerinde yönlendirici bir etkisinin bulunduğu herkes tarafından kabul ediliyor. Dolayısıyla herkes kendi düşünce ve anlayışını bir güç, bir platform oluşturarak bir yerlere taşımak arzusunda. Bu durum dernek, vakıf, sendika ve benzeri kuruluşların federasyon tarzında işbirliği yapmasına bağlı. Bildiğim kadarıyla bu konuda yasal düzenlemeler de müsait hale geldi. Belki yakın zamanda olmasa bile, önümüzdeki yıllarda hizmet alanlarına göre vakıflar güç birliği haline gelecekler. Sağlık vakıfları, eğitim vakıfları, sosyal hizmet vakıfları gibi.. Kabaca üçlü bir tasnif var malum.

Bu tasnife göre cami dernekleri, eğitim dernekleri veya polis dernekleri vs. kendi içlerinde bir dayanışma ile etkinliklerini arttıracaklar. Mesela şimdi meslek odaları var, mimarlar odası, avukatlar barosu gibi. Bunların toplumda bir etkinliği var. Bunlar gibi diğer derneklerin de yavaş yavaş etkinliğinin artacağını düşünüyorum. Avrupa birliği uyum yasaları çerçevesinde Türkiye de böyle bir trend olduğu gözlemleniyor.

Hükümetin acaba böyle bir hayali, hükümette hem bakan hem başbakan, milli eğitim bakanı sivil toplumu dinlemeyi, özel sektörü dinlemeyi bir alışkanlık haline getirmiş gibi görünüyor. Kitaplarını da gördüm ben ama bu çerçevede siz bir vakıf mütevelli heyeti başkanı olarak baktığınızda gerçekten bu söylediklerini de yapıyorlar mı?

Belki yaptıkları alanlar var. ama, bunun istenilen seviyeye geldiğini söylemek mümkün değil. Ancak niyetlerinin o olduğu şeklinde bir takım alamet ve gelişmeler var. Fakat hedeflenen nokta henüz daha gerçekleşmiş değil. Doğrusu toplumun her katmanındaki insana ulaşıp taleplerini bir şekilde yukarılara taşımak lazım. Abdülhamid Han halkın düşüncelerini dergahlara sorarmış. Dergah şeyhlerine yazılar yazar, halk ne düşünüyor şu konuda diye. Halktan/dervişlerden şeyhlere, şeyhlerden meşîhat makamına, oradan saltanata bilgi akışını sağlarmış.

Bugün hükümetin de sivil toplum kuruluşları ile toplumun değişik katmanlarından talepler alması, yapacağı kanun ve strateji değişikliğini meslek kuruluşları ve sivil toplum kuruluşlarıyla paylaşması daha sağlıklı karar vermesini sağlayabilir. Elbette herkesin dediğini yapmak mümkün değil ama hiç olmazsa bir consensus sağlanabilir. Yoğunluk ve çoğunluk neredeyse ona göre karar verilir.

Hüdayi Vakfının yıllardır içerisinde bulunmuş birisiyim, dolayısıyla yakinen tanıyorum. Kitapçığınızı da aldım. Yeni de çıkmış, çok hoş. Bunun dışında Hüdayi Vakfının web sitesinde ya da bizim görmediğimiz bir özelliğinden söz etmek mümkün müdür acaba? Hüdayi Vakfı’nı diğer vakıflardan, derneklerden ayıran nedir?

Hüdayi vakfı, tarihi/kadim Hüdayi Mahmud Efendi Vakfını model almış yeni bir vakıftır. Bundan 400-450 sene önce kurulmuş olan kadim vakfın ortaya koyduğu vakfiye şartlarını güncelleştirmeye; insanımıza sosyal alanda, maddi ve manevi destekler vermeye çalışmaktadır.

Türkî Cumhuriyetlerle Kafkasya ve Balkanlar’dan ülkemize talebeler getirerek eğitilmelerini sağlamakta, ülkelerine dönüşlerinde Türkiye’nin birikimini oralara taşımak için kurumlar açılmalarına öncülük etmektedir. Bu manada Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya vb. ülke insanları için birtakım hizmetler yürütmektedir. Bu hizmetlerin büyük bir kısmı doğrudan Hüdayi Vakfı’nın faaliyeti değildir. Vakıf bunların bir kısmını, konumu itibariyle yetiştirdiği talebeler vasıtası ile orda kurulan başka kurm ve kuruluşlarca yapmaktadır. Orda kendilerini Hüdayili olarak gören, dünyayı o perspektifle okumaya çalışan insanlar var. Bu hizmetleri onlar yapıyor. Hüdayi Vakfı yaklaşık 25 seneden beri kendi halinde, sessiz sedasız, hizmetler vermeye çalışan, iddiâsız bir sivil toplum kuruluşu.

Hocam Allah hizmetlerinizi bereketlendirsin, ben o bereketten istifade etmiş birisi olarak çok dua alıyosunuz.

İnşallah, zaten vakıfların en önemli hedefi duaya vesile olmasıdır. Hayırla yad edilmektir. Yapılan hizmetlerin makes bulduğunu görmektir, vefatlarından sonra bu hayırları yapanların Allah razı olsun denilmektir. Yapılanlar buna vesile olursa Hüdayi Vakfı da inşallah vazifesini yapmış olmanın mutluluğunu yaşayacaktır.

[1] er-Rahman, 55/46