Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Tevbe: Günahtan Hakk’a Dönüş

Altınoluk Dergisi, 2007 – Ekim, Sayı: 260, Sayfa: 022

Tevbe, insana has bir özelliktir. Rûhânî varlıklar olan melekler günah işlemediği için tevbe ihtiyacında değillerdir. Günahından pişmanlık duymadığı için, şeytanın tevbeyle işi olmaz.

Şeytan, şu beş özelliği sebebiyle Hakk’ın huzûrundan kovuldu, helâk oldu: Günah işledi fakat ikrâr etmedi, pişmanlık duymadı, nefsini kınamadı, tevbe etmedi ve Allah’ın rahmetinden ümîdini kesti. İsyânı ve Allah’ın huzûrundan kovuluşu âdemoğlu sebebiyle olan şeytan, Allah’tan sırât-ı müstakîm üzere oturup insanları doğru yoldan uzaklaştırmak için izin istedi.1 Şeytanın iğvâ ve saptırmasıyla insanoğlunun başı günah ile başlangıçtan beri derttedir. İlk günaha muhatap olan ve şeytanın ilk yanılttığı ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’dir. Dolayısıyla ilk tevbe de Âdem ile başlar. Nitekim Hz. Âdem ve Havvâ cennette yasak meyveden yemek sûretiyle günaha düştüklerinde demişlerdi ki: “Biz nefsimize zulmettik. Eğer Sen bize mağfiret etmezsen biz hüsrâna uğrayanlardan oluruz.”2

Âdem ile Havvâ yeryüzüne bu günahın cezâsı olarak indirildiler. Allah onlara tevbe duygusunu lütfetti.3 Gözyaşı ve nedâmetle tevbe ederek mahzûn bir gönülle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ettiler. Âdem ile Havvâ yedi kat göklerin üstünden yeryüzüne afv dilemek için geldiklerinin şuûruyla Hakk’ın kapısında niyâza durdular. Sel olan gözyaşları ve içlerini dağlayan pişmanlık ateşleri, mağfiret kapısının açılmasına sebep oldu. Çünkü gönül ateşi ve gözyaşı insanın mânevî dünyâsını besleyen iki önemli gıdadır. Bağları, bostanları, ağaçları, çiçekleri ve bütün nebâtâtı besleyen de güneşin harâreti ile yağmur suyunun rutûbetidir. Hak âşıkları gözyaşı dökmenin ve gönül yakmanın insanı olgunlaştırdığını, tabiatı okuyarak görürler ve anlarlar. Ten-perest insanlar yani; yemek, içmek, ekmek ve şehvet derdine koşanlar ise böyle bir mânevî güzellikten habersizdirler.

Tevbenin kabûlü için üç önemli şart vardır: 1. Geçmiş günahı terk, 2. Pişmanlık, 3. Günaha bir daha dönmeme azmi. Bir de günah, kul hakkına taalluk ediyorsa hak sâhibinden helallik dilemek. Bu şartlardan ilki mâzî ile; yani geçmiş zamanda işlenen günahla ilgilidir. İkincisi pişmanlık içinde bulunulan an ile ilgili hâle âid bir konudur. Üçüncüsü ise günah fikrine dönmeme şeklinde istikbâle âid bir tavırdır.

Tevbe genellikle pişmanlık/nedâmet diye tanımlanmaktadır. İşledikleri günahlardan pişmanlık duyanlar ağlamaya, sızlamaya, inlemeye başlayınca onların iniltisinden arş-ı âlâ titrer. Bu yüzden tevbeyi tevbe etmekten de tevbe etmek şeklinde anlayanlar olmuştur. “Tevbeyi günahı unutmamaktır” diye tanımlayanlar günahtan duyulacak pişmanlığa ve onun insana sağlayacağı iç motivasyona işâret ederler. Ancak “tevbeyi günahı unutmaktır” diye tanımlayanlar ise belki de tevbe etmekten bile tevbe etme noktasına gelmiş bahtiyarlardır.

Mevlânâ Kur’an-ı Kerîm’deki: “Ey îman edenler! Allah’a tevbe-i nasûh ile tevbe edin”4 âyetinde geçen “nasûh” kelimesini lügat mânâsı olan hâlis, samimi ve içten bir tevbe, günaha dönüşü olmayan bir tevbe olarak yorumlamaktadır. Memeden çıkan süt nasıl bir daha memeye geri giremezse, nasûh tevbesiyle tevbe eden de günahı bir daha aklına getirmez. Kendini ve yaptığını beğenmek şöyle dursun yaptıklarından ve kusurlarından nefreti artar. Aslında günahtan nefret, tevbenin kabûlünün işâretidir. Nasûh tevbesiyle tevbe edende günah işleme isteği tatsız bir hale gelip nefrete dönüşür. Nasıl mecâzî aşk, daha güçlü olan ilâhî aşk ile izâle olursa, günah sevgisi de günahtan nefretle izâle olur.

Mevlânâ nasûh tevbesiyle ilgili halk arasında anlatılan bir Nasûh tevbesi hikâyesini çok ibretli biçimde psikolojik yorumlar yaparak ve insan gerçeğini gözler önüne sererek anlatır. Nasûh, kadınlar hamamında tellaklık yaparak geçinen tüysüz, parlak yüzlü genç bir adamdır. Erkekliğini gizleyerek yıllarca azgın nefsinin esîri olmuş, zaman zaman yaptığından pişmanlık duymuşsa da kâfir nefsi ona tevbesini bozdurarak yeniden bu işe bulaştırmıştı. Yaptığı iş nefsinin hoşuna gitse de vicdânı bundan rahatsız olduğundan bir gün bir ârifin yanına gitti ve bu işten kurtulmak için duâ talep etti. Fakat yine de nefsi onu bırakmadı. Bir gün Nasûh hamamda yine mesleğini icrâ ederken devrin padişahının hamama gelen kızının değerli bir incisi kayboldu.

Görevliler hamamın kapısını tuttular ve herkesin eşyasını, bohçasını didik didik aradılar. Fakat ne mümkün… İnci bulunamamıştı. Eşyaların içinde ve görülen yerde bulunamayan incinin kadınların üstünde ve bedenlerinde aranmasına karar verildi. İşte o zaman Nasûh’u bir ateş bastı. Çünkü erkek olduğu ortaya çıkacak ve helâk olacaktı. Üstelik bazıları en çok ondan şüpheleniyorlardı. Çünkü padişahın kızına tellaklık hizmeti yapan oydu. İnsanlar onun padişahın kızına yakınlığı sebebiyle bunu açıkça söyleyemediler. Arama sırası Nasûh’a doğru yaklaşmaktaydı. Tam böyle bir zamanda Nasûh bütün sıkıntıları izâle eden, gönülleri ferahlatan yüce kudrete binbir nedâmet ve pişmanlık duygusuyla ve gönülden ilticâ ile sığındı. Öylesine bir coşku ve acz ile ilticâ etmişti ki nefesi boğazında düğümlenmiş, benzi sararmış ve baygın düşmüştü. Tam bu sırada bir sedâ duyuldu: “İşte kaybolan inci.” İnci bir yerden bulunmuştu. Hüzün gitmiş yerini sevinç çığlıkları doldurmuştu. Nasûh tekrar kendine geldi herkes ondan helallık diliyordu: “Hakkında sû-i zan ettik” diyordu. O ise bütün bunlara aldırmadan hamd makamındaydı. Padişahın kızı kendisini keselemek üzere davet ettiyse de o diyordu ki: “Ben öyle hulûs ile tevbe ettim ki canım tenimden ayrılmadıkça tevbemi bozmam.”5 Nasûh’un pişmanlıkla yaptığı bu tevbe samimi ve dönüşü olmayan tevbeler için alem olmuştu.

Gönülde günah meyli oldukça tevbe ve istiğfârın çok önemli bir tesiri olmaz. Bu yüzden önce günah meylinden arınmak gerekmektedir. Nitekim şâirâne ifâdesiyle:

Gönlümde günah işlemeye istek var

Dildeyse gezer tevbe ile istiğfâr

İnsanın dilindeki tevbe ve istiğfarın gönle inmesi, elde tesbîh ile gönlün talepkâr-ı günah olması elbette gerçek tevbe ile kâbil-i îzâh değildir. Allah dostlarından Yahya b. Muâz Râzî der ki: “Ben tevbeden sonra işlenmiş bir günahı, tevbeden önce işlenmiş bir günahtan daha çirkin görürüm.” Hz. Mevlânâ şu nasîhatlerde bulunmaktadır: Aklını başına al da tevbe ederim, Allah’ın lütuf ve keremine sığınırım düşüncesiyle nefsin isteklerine uyup günah işleme. Tevbe için bir yanış, bir pişmanlık gerek. Tevbeye bir şimşek, bir bulut gerek. Gönül şimşeği çakmaz, göz bulutu yağmur yağdırmazsa öfke ve günah ateşi nasıl söner?6

Îman nasıl bir nasîb işi ise tevbe de öylece bir nasîb işidir. Tevbe etmek her zaman elde değildir. Çünkü tevbe her sarhoşa meze olacak bir zevk değildir. Nasıl her gönle secde için izin ve her rahmetten her insana nasîb yoksa tevbe de öyledir. Ancak kuldan beklenen nasîbini aramaktır.

Tevbeye ermenin ve gönlü tevbe ile buluşturmanın yolu helal lokmadır. Çünkü insanın nûrunu, kemâlini arttıran lokma helal kazanç ile elde edilen lokmadır. Haram lokma kandile konunca kandili söndüren yağa benzer. O yağ, kandilin ışığını söndüren su gibidir. Bilgi de, hikmet de, aşk da, merhamet de helal lokmadan meydan gelir. Bir lokmadan hased, hile, cehâlet ve gaflet meydana geliyorsa bilmek gerek ki o lokma haram lokmadır. Bu kâinatta buğday ekip arpa biçen görülmemiştir. Kim ne ekerse onu biçer. Lokma tohumdur. Düşünceler onun mahsûlüdür. Lokma denizdir, fikirler onun incileridir. Helal lokma Allah’a ibâdet, yaratıklara hizmet ve öbür âleme gitme arzusu doğurur. İyi niyeti ve gayreti besleyen de helal lokmadır. İmam Ali tevbenin kabûlü şartı olarak: “Haram lokma ile beslenen vücûdunu erit” demektedir.

Gerçek tevbe edenler, günahtan vazgeçerek kurtulurlar. Onlar güz mevsiminden çıkar, Hakk’ın lütuf baharına ererler. Gerçek tevbe edenler Hakk’ın emirlerine uyarlar, buyruğunu tutarlar, Hak da onların tevbelerini kabûl eder.

Ramazan iklîminde oruç, namaz, zekât, Kur’an tilâveti, duâ ve istiğfârla arınan gönüllerimizi ramazandan sonraki hayâtımızda kirletmemek, tevbe ile aydınlanan gözlerimizi harama bakış ve haram lokmayla karartmadan sürdürebilmek en büyük kazancımız olacaktır.

Dipnotlar: 1) Bkz. el-A’raf, 7/13-18. 2) el-A’raf, 7/23. 3) el-Bakara, 2/37. 4) et-Tahrîm, 66/8. 5) Bkz. Mesnevî, c. V, b. 2228-2340. 6) Mesnevî, c. II, b. 1642-1650.