Altınoluk Dergisi, 2008 – Kasim, Sayı: 273, Sayfa: 006
Tekbîr Allah’ın her şeyden büyük ve yüce olduğunu kabul ve ilan demektir. Tekbîrde önce dünyayı tahkîr ve küçük görme, sonra hâl ile mâsivâyı tahkîr ve nihâyet keşfen Allah’ı tazîm duygusu vardır. Namaza girişteki tahrime tekbîrinden kurban bayramı günlerinde tekrarlanan teşrik tekbîrlerine ve namaz sonundaki zikirlerin sonuncusu olan “Allahu Ekber” lafzına kadar hayatın içinde yer alan, Allah-insan ilişkileri noktasında en önemli simgelerden, işâret ve şeâirden birisidir tekbîr. Ezanın başında tekrarlanan ilk ve son lafızların tekbîr oluşu, tekbîrin şeâir-i islâmiyeden olduğunu göstermektedir. Çünkü ezanın bizzat kendisi şeâir-i islâmiyeden; yâni İslâmî sembollerdendir.
“Allahu Ekber” lafzıyla ifâde edilen tekbîr, âlemde var olan şeylerle Hakk’ın mukâyesesi söz konusu olduğunda Allah’ın her şeyden büyük ve yüce oluşunu ifâde etmektedir. Tekbîrin farz, vâcib ve nâfile olmak üzere üç türü vardır.
1. Farz olan tahrime/iftitah tekbîri
Her namaza giriş sırasında alınan ilk tekbîrdir. Bu tekbîrin getirilmesi sırasında bütün mezheblere göre ellerin omuz hizasına kaldırıldıktan sonra söylenmiş olması gerekmektedir. Bu durum ise tekbîrin hem beden ve gönül diliyle hem de lisân ile olması gerektiğini ifâde etmektedir. Ellerin omuz hizasına kadar kaldırılması, bütün dünyada nefy ve olumsuzluk ifâde eden bir beden dilidir. Yâni namaza başlamak için kıbleye yönelen birisi, varlık âlemine son defa bakıp yönünü kıbleye döndürürken âdetâ beden diliyle: “Hayır hayır başka büyük yok” demekte ve lisânıyla da bunu: “Allahu Ekber / En büyük Allah’tır” diyerek teyid etmektedir. Tabiî ki bu sırada gönlünde Allah’tan daha büyük hiçbir şey olmamalıdır ki O’nun büyüklüğü sâyesinde insanın gözünden ve gönlünden dünya ve âhiret kaygıları silinip gitsin, ibâdet yalnız O’na hâs olsun.
Bu tekbîr kulu namaza bağlayan bir akid mesâbesindedir. Bu akid sağlam olursa bundan sonra namaza fazîletini eksiltecek bâtınî âfetler giremez. Namaz kılacak olana kalan, bu niyet ve akdidir. Çünkü namaza durmak demek Allah’ın huzurunda bulunmak demektir. Tercümansız O’nunla konuşmak demektir. O’na yönelip münâcaât etmek demektir. Kul tekbîr aldığında O, kuluna bakmakta ve gönlüne âgâh bulunmaktadır. Sağ yanında cennet sol yanında cehennem yer almaktadır. Çünkü kul “Allahu Ekber” dediğinde gönlünde hâlâ Allah’tan başka büyük varsa sözünde sâdık olamaz.
Böyle bir tekbîrle namaza başlamak insanın gönlünde âdetâ şok tesiri meydana getirecek, onu bulunduğu ortamdan soyutlayacak ve Rahmân’ın katına hazırlayacak ciddi bir konsantrasyon sağlayacaktır. Çünkü insanoğlu yapısı gereği içinde bulunduğu fizik ve sosyal ortamdan çok kolay soyutlanabilen bir varlık değildir. Derin bir düşünce ve yüksek bir idrâk insanı bulunduğu ortamdan daha kolay çekip çıkarabilmektedir. Namazda rükünler arasında geçişlerde de “Allahu Ekber” lafzının tekrarlanmasının hikmetlerinden birisi bu olsa gerektir. Ancak kulun tekbîr lafzının salt sözden ve kuru bir lafızdan ibâret olmaması, Allah’ın emirlerinin yerine getirilmesi hususunda arzu ve isteklerine hâkim olarak nefsini itâate mahkûm etmiş olması gerekir. O zaman tekbîr hem dil hem kalb hem de organlarla söylenmiş sayılır. Değilse sâdece dille tekrarlanan tekbîr kuru bir lafızdan ibâret kalır.
Allah’ın kullarından öyleleri vardır ki “Allahu Ekber” dediği zaman kendinden geçer, içi nurla dolar, sadrında kâinât sahraya atılmış bir hardal danesi kadar küçüldüğünden, vesvese ve nefsin müdâhalelerinden korkmaz. Dünyanın gönlünden atılıvermiş olması ona bir ucüb de vermez. Vesvese ve nefsin müdâhalelerinden sâlim olur. İlâhî azameti müşâhade sâyesinde gönlünü latif bir duygu kaplar. Böylece tekbîrle birlikte niyet Allah ile, Allah için ve Allah’tan olmak üzere sıhhat bulur.
2. Vâcib olan teşrik tekbîrleri
Hacc mevsimi sayılan Zilhicce ayının 9-13. günlerinde; arefe günü ile kurban bayramının ilk üç gününün tamamı, dördüncü günün ise ikindi dahil farzlardan sonra getirilmesi vâcib olan tekbîrdir. Kurban mevsimi azamet-i ilâhiye karşısında kulun fedâkârlığının can boyutunda yaşandığı bir dönemdir. Canın ve malın, Canlar cânı’na kurban edilmesinin sembolik ifâdesi olan kurbanın kesilmesi sırasında da besmeleyle birlikte tekbîr getirilmesi esastır. O günlerde azamet-i ilâhiyeyi daha yoğun bir şekilde idrâk etmek, Allah Teâlâ’yı yücelterek gönül hânesindeki putları kırmak gerekir.
Allah’ın her türlü nîmeti kâinâtın gözde varlığı insan için yaratmış olduğu gerçeğini gören ve bu sayısız nîmetleri veren Yüce Yaratıcının her türlü tazime lâyık olduğuna inanan için kurban, arz-ı ubûdiyyet hususunda kemâlin bir göstergesidir. Kesilen kurbanların etlerinin ve kanlarının değil, sâdece insanlardaki takvâ duygusunun Allah’a ulaşacağını ifâde eden âyet bu gerçeği belirtmektedir.1
Yalnız başına kılınan namazlarla, cemâatle edâ edilen farzların sonunda tekrarlanan tekbîr lafızları, Itrî’nin muhteşem bestesinin kazandırdığı lâhûtî sadâ ile buluşunca câmilerin kubbelerini ve gönüllerin tellerini titretmektedir. “Allahu Ekber Allahu Ekber, Lâ ilâhe illallâhu vallahu Ekber, Allahu Ekber ve lillâhi’l-hamd / Allah en büyüktür Allah en büyüktür, Allah’tan başka tanrı yoktur, Allah en büyüktür, hamd Allah’a mahsustur” mânâ ve lafızlarıyla tekrarlanan tekbîr, insanların Allah ile ilişkilerinde rûhânî bir derinlik ve mânevî bir enginlik kazanmasını sağlamaktadır.
3. Nâfile / sünnet olan tekbîrler
Tekbîrin bu türünün muhtelif şekilleri bulunmaktadır. Her namazın sonunda me’sur olan tesbihâtın 33 adedi “subhânallah” 33 adedi “elhamdülillah” 33 adedi ise “Allahu Ekber” şeklindedir. Hz. Peygamber (s.a.)’in talim ettiği bu tesbihât insanların beş vakit namazın akabinde tekrarlaya geldikleri sünnet/nâfile tekbîr türüne dâhildir. Namazda rükün geçişlerinde tekrarlanan, ezan ve kurban kesimi sırasında söylenen “Allahu Ekber” lafızları da sünnet/nâfile tekbîr türündendir.
Ayrıca Ebû Dâvud’daki bir hadîste Rasûlullah (s.a.)’ın ordusuyla beraber yokuş çıktıklarında tekbîr, inişe geçtiklerinde ise tesbîh getirdikleri rivâyet edilir.2 Rasûlullah (s.a.)’ın hacc yolcuğu sırasında da yokuş çıkarken tekbîr, inişte tesbîh getirdiği ve bunu tavsiye ettiği bilinmektedir.
Yücelik ve kibriyâ sâdece Allah’a âiddir. Tepelere yükselmekte yücelme hâline benzer bir durum vardır. Yüksek tepelere çıkan insanoğlu benliğe kapılıp kendinde varlık vehmederek acziyetini unutabilir. Bu yüzden tekbîr getirmesi kendisine sünnet olmuş, âdetâ: “Ey insanoğlu bulunduğun yüksekliği kendinden zannetme!” mesajı verilmek istenmiştir. Her ne kadar dağa yükselmek cismânî olsa da, Allah Teâlâ yücelik ve büyüklük konusunda kendisine ortak koşulabilecek her şeyden büyük ve yücedir, demiş olmaktadır. Yokuştan inerken tesbîh getirmek ise: “Nerede bulunursanız Allah sizinle beraberdir”3 âyetindeki maiyetin sırrını açıklamaktadır.
Erbâb-ı dil insan gönlüne doğabilecek her türlü ucüb ve kibrin benlik ve varlık iddiâsının panzehiri gördükleri tekbîri hayâtın bir parçası hâline getirmişler, özellikle dînî merâsim ve törenleri sevinç ve sürûr sahnelerini tekbîrle taçlandırmışlardır. Tekbîr gönüldeki benlik iddiâsını söndürmeye yönelik mânevî etkisinin yanısıra bir sürûr ve coşku ifâdesidir. Bu yüzden cenaze töreni ve benzeri hüzünlü zamanlarda tekbîr getirilmesi hoş karşılanmamış; mekruh sayılmıştır.
Tasavvuf târihinde özellikle Mevlevîlik yolunda tarîkata intisâb etmek isteyen tâlib on sekiz günlük deneme süresinden sonra uygun görülürse “tekbîrleme” denilen bir merâsimle tarîkata dâhil olurdu. Dergâhtaki “kazancı dede” tarafından başına duâ ve tekbîrlerle sikke giydirilirdi.
Müslüman doğumunda kulağına okunan ezanla tanıştığı tekbîri, gönlüne rekzedebilir ve hayatının merkezine yerleştirebilirse o zaman hayatı anlam kazanır ve kulluk hazzına erişir. Şeytanın ise ucüb ve kibir sebebiyle isyana düştüğü düşünüldüğünde lafzî, kalbî ve fiilî tekbîrin insan için ne anlama geldiği ve ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır.
Allahu Ekber velillahi’l-hamd…
Dipnotlar: 1) el-Hacc, 22/37. 2) Ebû Dâvud, Cihâd, 73. 3) el-Hadîd, 57/4.