Altınoluk Dergisi, 1996 – Ekim, Sayı: 128, Sayfa: 032
Ma’rifet; tanımak, aşinalık ve bilgi demektir. Ancak bilgi anlamını ifade eden ilim ile ma’rifet arasında fark vardır. Ma’rifet, yaşayarak, görerek, tadarak, tecrübe ile elde edilen bilgidir. Kaynağı da kalb, ruh, sırr, ilham ve keşftir. İlmin kaynağı ise akılla istidlal, duygu organları, nazar ve nakildir. Zahirî ilim sahiplerine alim, batınî ve kaibî bilgi ve ma’rifet sahibi bulunanlara arif denilir. İlim daha genel, ma’rifet ise özeldir. Ma’rifet, ilham suretiyle Allah, Allah’ın sıfatları, fiilleri, gayb alemi hakkında elde edilen bilgidir (Ma’rifet-i ila-hiyye). Bu tür bilgilerin sahiplerine “arif-billah” (Allah’la bilen) denilmesi, bilgilerinin Hakk’tan gelmesindendir. Nitekim Kuşeyrî bunu: “Salik önce Hakk’ı, O’nun sıfat, isim ve fiilleriyle tanır. Sonra ibadet, kulluk ve çile ile nefsini arıtarak Hakk’a yaklaşır. O zaman Hakk da ona kendini tanıtır, böylece Hakk, kulun Marufu olur. Zünnün Mıs-rî: “Ben Allah’ı O’nun bana kendisini tanıtması yoluyla tanıdım.” diyerek bu görüşü te’yid etmiştir. Kul, nefsine ve çevresine yabancılaştığı ölçüde Hakk’a aşinalık (ma’rifet) kazanır. Ma’rifet ve irfan genellikle eş anlamlı olarak kullanılır.
Tasavvufta bilgi, daha doğrusu ma’rifet konusu, varlık konusuyla yakından ilgilidir. Çünkü varlık, ma’rifet sayesinde bilinmektedir. İnsanın Allah’ı bilmesi, kendisinde bulunan ilahî “nefha” (ruh) sayesindedir. Vecd ve cem’ halinde ilahî nefha olan ruh, vahdet deryasına erişince, ilahî cevher aslına kavuşarak birlik ortaya çıkar.
Ma’rifet, bütün varlıkları kuşatan “zat-ı kibriya”yı tanımaktan ibarettir. Varlık aleminde Allah’tan ve O’nun fiillerinden başka bir şey yoktur. Varlık O’nun fiillerinden ibarettir. O’nun zatını tanımak, ancak sıfat ve fiilleri sayesinde mümkün olabilir.
Mutasavvıflar, Allah’ı akılla tanımanın mümkün olmadığına, O’nu ancak kendisini tanıtmasıyla tanıyabileceğimize kanîdirler. Bu da ibadet, taat ve manevî yükseliş sonucu, O’ndan kalbe gelecek olan keşf, ilham veya ledünnî bilgi sayesinde olacaktır. Bir bakıma mutasavvıflar, keşf ve ilhamı, akıl gibi, hatta ondan daha önce bilginin kaynağı saymaktadır. Nitekim Gazzalî, yakîn duygusunun sağladığı ma’rifeti, ruhî zevk ve ilahî keşf sayesinde mutasavvıfların elde ettikleri bir bilgi olarak görmektedir. Eserleri Gazzalî’ye kaynaklık eden müelliflerden Haris Muhasibi de “ibret veya itibar” ile eşyaya bakmanın, sonuçta Allah’ın yardımıyla keşf ve ilhama medar olacağını belirtmektedir. Bu bilgiyi Hakk Teala, has kullarının gönlüne vasıtasız olarak verir. Bu ledünnî bir bilgi olup kalbe nasıl girdiği bilinmeyen bir ilhamdır. Peygamber’in bilgisi ile velînin ma’rifet ve ilhamı aynı kaynaktan olmakla birlikte, aralarında fark vardır. Velî bu ilhamî bilginin nereden ve nasıl geldiğini anlamaz. Peygamber ise vahye mazhar olduğundan, bu bilginin nasıl geldiğini bilir.
Aslında Allah’ın zatını tanımak imkansızdır. Bu anlamda Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in şöyle bir sözü vardır; “Yaratıklarına kendini tanımak için tanınmasının imkansızlığından başka yol bırakmayan Allah’ı teşbih ederim.”
Allah dostlarından Ebu Bekir Şibli, kulun üzerinde Hakk’ın kudretinin cereyan ettiğini görerek kendini izzet-i ilahiyye kabzasında hissetmesini ma’rifet alameti sayar ve muhabbet-i ilahiyyeyi de ma’rifetin delili olarak görür. Çünkü insan tanıdığını sever.
Bir başka süfi ma’rifeti: “Kalplerin Allah’ın öğrettiği incelikleri mütalaa etmesidir.” diye tanımlar. Böyle bir anlayış ve idrake eren kimse Allah ile ünsiyete ereceğinden masiva içinde bulunduğunda da yalnızlık hissetmez.
Ebu’l-Hüseyin Nürî’ye “Allah’ın kullarına ilk farz kıldığı şey nedir?” diye sordular. Dedi ki: “Ma’rifettir, çünkü Allah Teala “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zariyat, 51/56) buyurmaktadır. Bu ayetin tefsirinde İbn Abbas hazretleri “bana kulluk etsinler,” tabirini “beni tanısınlar (ma’rifet) için yarattım” şeklinde yorumlamıştır.
Süfiler ma’rifeti üç derecede mütalaa ederler. Dil ile anlatılan ma’rifet, hakikati tanımak anlamına ma’rifet, bir de kainatta Hakk’ın asarını müşahede suretiyle elde edilen ma’rifet.
Ma’rifet bir isimdir ama onun manası kalpte insanı Allah île ilgili her türlü teşbihe düşmekten kurtaran bir tazim duygusu meydana getirir.
Tasavvufta ma’rifet konusunu en sistematik biçimde inceleyen imam Gazzalî’dir. O ma’rifeti bizzat bilgi problemi olarak incelemiş, hem de bu yoldan çeşitli bilgiler elde edebildiğini ifade etmiştir. Birçok eserinde bilgi meselelerini inceleyen Gazzalî, en büyük eseri ihyau ulûmiddîn’de “Kitabu şerhi acaibi’1-kalb” adlı bölümü bu konuya ayırmış bulunmaktadır. (III, 3-46) Gazzalî burada bilgi mes’elesinde şunları söylemektedir.
“Kalb, her şeyde var olan yüce hakikatin tecellisini alma kabiliyetine sahiptir. Bilgilerin hakikatleri levh-ı mahfuzun aynasından kalb aynasına yansır iki ayna arasındaki perde bazan el île kaldırılır, bazan da onu hareket ettiren rüzgar, vasıtasıyla. Bazan lütuf rüzgarları eser ve kalb gözünün önündeki perde kalkar, levh-ı mahfuzda yazılı şeylerin bazıları kalbe akseder Bu iş bazan uyku halinde olur ve insan bu yoldan ileride olacak şeyleri bilir. Perdenin tamamen kalkması ölüm demektir. Çünkü ölüm halinde eşyanın daha evvel gizli olan hakikati ortaya çıkar. Ancak bazan uyanıklık halinde de, Allah’ın gizli bir lütfü île, perde ortadan kalkabilir. Böylece kalblere gayb perdesinin ardından olağanüstü bazı bilgiler gelir? Bu bazan bir şimşek gibi, bazan da peş peşe , fakat sınırlı bir biçimde olur. Bu halin uzun sürmesi nadirattandır. Ancak perdenin kalkması insanın iktidarı dahilinde değildir.
Mutasavvıflar, tahsil île elde edilen bilgileri değil de, ilham île gelen bilgileri tercih ederler. Onlara göre bunun yolu nefsle mücadele etmek, kötü sıfatlardan kurtulmak, bütün masiva ve dünya bağlarını kesmek ve Allah Teala’ya tam bir yönelişle yönelmekten ibarettir. İnsan ne zaman bunu yapsa, Allah da onun kalbine yönelir ve onu ilminin nurlarıyla aydınlatır, O’nun rahmeti kalbe saçılır, nur orada parlar, göğüs genişler, melekûtun sırları kula aşikar olur. Daha önce onu körletmiş olan perde, ilahî rahmetle kalbin önünden kalkar ve ilahî hakikatler onda parlamaya başlar. Mü’minin yapabileceği bütün iş nefsini arıtmak, kendini hazırlamak ve dikkatini toplayarak ilahî rahmetin kendisine açacağı lütufları beklemektir.
Böyle bir ön hazırlık yapan mutasavvıf, bir hücrede yalnız başına kalır, sadece ibadet ve taatlarını yerine getirmekle meşgul olur. Orada kalbi dünyadan sıyrılmış bir halde tek bir meşgale üzerinde kendini teksif ederek oturur. Zihnini Allah’tan başka hiçbir şey meşgul etmez. Halveti sırasında “Allah Allah” diye zikre devam eder, kalbi de bu zikre katılır.Nihayet dili oynamadan kalbiyle zikretmeye başlar. Kalbde sadece zikrin manası kalıncaya kadar zikre devama sabreder. Bu noktaya gelen süfinin iradesi sadık, azmi kavi ise ve ihtiraslarına kapılmamış, dünya alakası kendini meşgul etmemişse, o takdirde hakikat ışıkları kalbinde parlayacaktır ”
Gazzalî’den sonraki sofilerde de hakim olan görüş, genelde keşf ve ilhama dayalı bilginin (ma’rifet) esas olduğudur. İbn Arabî de “Süfîlerin bilgiyi peygamberlere vahiy getiren kaynaktan aldığını” belirtmektedir.