Altınoluk Dergisi, 2003 – Agustos, Sayı: 210, Sayfa: 007
Geçen sayımızda Kur’an’da geçen tebliğ, dâvet, irşâd gibi kavramlarla konunun genel boyutunu özetlemiştik. Bu sayımızda biraz daha özel alanda tasavvuftaki irşâd anlayışını ana çizgileriyle anlatmaya çalışacağız.
Tasavvuf, Allah Rasûlü’nün mânevî otoritesinin müesseseleşmiş bir şekli olarak değerlendirildiğinden İslâm toplumunda, mutlak mânâda olmasa bile, genel olarak irşâd hizmeti erbâb-ı tasavvufun uhdesinde görülmüştür. Vâkıa inanan her insan bir tebliğ ve irşâd sorumluluğu taşır. Ancak tebliğ ve irşâdın enfüsî ve âfâkî olmak üzere iki yönü vardır. Kişi önce içe dönük (enfüsî) bir tebliğ ve irşâd ile salâh ve reşâda ermeli ki ardından dışa dönük (âfâki) bir tebliğ ve irşâd sorumluluğu üstlenebilsin. Türkçe’deki “Salâh olmadan ıslâh, reşâd olmadan irşâd olmaz” sözü bu anlamdadır.
Tarih boyunca tebliğ ve irşâd sorumluluğu üstlenmiş insanlar, başta peygamberler olmak üzere bu tür bir salâh-ıslâh, reşâd-irşâd sürecinden geçmişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) tebliğ ve irşâd sorumluluğu üstlenmeden önce ilâhî bir tasfiye ile safha safha bu tür bir hizmete hazırlanmıştır. Çocukluğundan beri yaşadığı çileli hayatı, yetimliği, öksüzlüğü, çobanlık yapması, ticâretle meşgul olması ve nihâyet Nur dağında Hirâ mağarasındaki altı aylık inzivâ ve halvet hayatı, hep bu hazırlığın devâmıdır. “Şerh-i sadr” hâdisesiyle göğsünün açılıp içinin maddî ve mânevî olarak temizlenmesi, böylesine önemli ve yüksek bir göreve hazırlıktı. Ancak bu safhalardan geçirildikten sonra kendisine tebliğ, dâvet, irşâd ve ıslah vâzifesi verildi.
Tasavvufî irşâda liyâkat kazanmak için tahliye, tasfiye ve telciye safhalarından geçmek gerekiyor. Tasavvufî irşâdın da temelinde önce salâh vardır. Yâni kul önce kalbini mâsivâyâ âid her türlü sevgi, ilgi ve temayülden boşaltacak (tahliye); ardından oraya lâyık ve tertemiz Hak sevgisini yerleştirecek (tasfiye), nihâyet bu sevgiyi Muhammedî modele uygun ibâdetlerle parlatacak (tecliye).
İrşâd ve tebliğin enfüsî (içe dönük) olanına nefs terbiyesi ve kalb tasfiyesi de denir. Bunun gerçekleşmesi için bir takım ön şartlar lâzımdır:
1-Mürşid-rehber- veya model şahsiyet. Tasavvufi eğitimde mürşide bağlılık, yaban meyvenin meyve vermesi için aşılanması kadar önemli bir hâdisedir. İnsanlar olgun şahsiyetlerin etrafında bulunmakla onlardan alacakları müsbet aşı ve pozitif enerji sâyesinde, güneşin harâret ve ziyâsından meyvelerin farkında olmadan olgunlaşması gibi tabii olarak olgunlaşırlar. İnsanlardaki duygu ve hâller yansıma özelliğine sahiptir. Bu yüzden insanlar bulunduğu ortamdan hem etkilenir, hem de etkilerler. Bugün insânî ilişkilerde “duygusal zekâ” diye anılan duygu ile iletişim ve duygudaşlık anlayışı aslında tasavvuf kültürümüzdeki “hâllerin in’ikâsı” olayıdır.
2-Düzgün bir ibadet hayatı: İnsanları Allah’a yaklaştıran yolların en önemlilerinden biri hadis-i kudsî’de de ifâde buyrulduğu üzere farz ve nâfile ibâdetlerin şuûrî olarak ifâsıdır. Düzgün bir ibâdet hayatı insanın gönül dünyasını zenginleştirir. Allah’a tevekkül ve teslimiyetini arttırarak kalbî derinliğini ziyâdeleştirir.
3-Riyâzat ve Mücâhede: Nefse ağır gelen bir takım yöntemlerle nefsin azgınlığını frenleyebilme alışkanlığı kazanmak; az yemek, az uyumak ve az konuşmak gibi riyâzat usûlleri ile nefs engelini aşıp kalbî itminâna ermektir.
4-Halvet: Gerek halk içinde, gerekse yalnız olduğu zamanlarda sürekli Hakk ile olmak için sürekli uzlet hayatının (erbaîn) ardından “halvet der-encümen”i yaşamak. Yani halk içinde Hakk ile beraber; “el kârda gönül yarda” olmak.
5-Zikr-i dâim: Allah ile birliktelik bilincini ve kalb şuûrunu artıracak bir yoğunluk içinde yaşamaya çalışmak. Sürekli Allah ile olma şuûruna eren “ihsân” a ermiş demektir. Yâni Allah’ı görüyormuşçasına kulluk.
Enfüsî tebliğ ve irşâd faâliyeti devam ederken insan şu hususlara itinâ etmelidir :
1-İslâm’ı mes’ele edinmeli, sağlam bir inanca sahip olarak kendine güven duygusu geliştirmeli ve mahlukatı sevmelidir. Sahâbenin Allah Rasûlü’nden İslâm’ı öğrenirken gösterdiği hazâkat ve titizliği gösterip Müslümanlığı hayatının ve varoluşunun temel şartı bilmelidir.
2-İslâm’ı öğrenmede özen ve itinâ göstermelidir. İçinde yaşadığımız hayat bize çok şeyler empoze etmektedir. İslâm’ı bilmeyen insanın, çevrenin ve sosyal hayatın öğrettiklerine kapılmaması mümkün değildir. İnsan çevrenin etkisiyle bir akıntıya kapılırsa gerçek İslâm’a ulaşmakta zorlanabilir. Dolayısıyla insan İslâm’ı kendi kaynaklarından ve kendi özel çevresi içinde öğrenirse daha sağlıklı olur. Bu yüzden insan kendisini sosyal etkilerden koruyacak bir çevre kurmalı veya böyle bir çevre içinde olmalıdır ki kendisini geliştirip koruyabilsin.
3-Öğrendiklerini yaşayıp uygulamaya çaba sarfetmek. Çünkü yaşanmayan bilgi, amele dönüşmeyen iman unutulup kaybolmaya mahkûmdur. İslâm’ın yaşanması önce:
a-Ferdi hayatta tevbe ve nefs muhâsebesi içinde bir bilinç hâliyle, âdetleri ibadete çevirecek bir yaşayış, ibadetlerin âdete dönüşmesini engelleyecek bir anlayış ve kavrayış,
b-İslâm’ın güzelliklerini âile boyu kuşanarak çoluk çocuğa güzel örnek olmak,
c-İşyeri ve meslek hayatında İslâmî hoşgörü, güler yüzlülük, diğergâmlık ve iyi geçim (hüsn-i muâşeret),
d-Beşerî ilişkilerde muhâsebe ve muâhezeyi kendine, müsâmahayı karşısındakine göstermek.
Enfüsî eğitimin; tasavvufi ifadesiyle seyr u sülûkün tamamlanıp insanın irşâda ehliyetli kılınması, kişilerin etrafına adam toplama çabasına düşmesi demek değildir. Aksine böyle bir enfüsî eğitimden geçenler, kabiliyeti olan tâliplere fiilen model olarak irşâd hizmeti verirler. Böyleleri insanların kendisine intisâb etmesi için bir çağrıda bulunmaz. Hatta kendisinden böyle bir talepte bulunanları sınayıp denemek sûretiyle kararlılıklarını ölçer. Başvuranlardan kararlılığı zayıf ve istidâdı az olanları yerine göre “kısmetiniz bizden değil” diye başka tarafa yönlendirir.
Enfüsî eğitimden geçmiş insan, iç ve dış dengeyi sağlamış, diğergâmlık ve fedâkârlık erdemlerine ulaşmıştır. Böyle birinin yüzü nûrânî, sözü rabbanîdir. Hâliyle ve kâliyle etkilidir. Böyleleri toplum içinde insanların etrafında kümelendiği sevgi merkezleri gibidir. Allah Rasûlü’nün ifadesiyle “imrenilen iki sınıf insan vardır: İbâdet ehli âlim, sehâvet sâhibi zengin. ”
Enfüsi eğitim insana hem ibâdet sevinci, hem de sehâvet bilinci kazandırdığından insanı “imrenilesi” hale getirir. Bu özelliğe sâhip insanlar da her zaman câzibe merkezidir.
Hayatın akışına direnmek, sosyal etki ve baskılara rağmen kimliğini koruyabilmek, gerçekten zor bir iştir. Allah Rasûlü’nün: “Müjdeler olsun gariblere!” diye başlayan hadisinin muhtelif rivayetlerinde gariblerin kimler olduğunu açıklayan nakiller bu konuya ışık tutacak niteliktedir. Nitekim bu rivâyetlerde toplumun akışına kapılmayan ve dînî hassâsiyetlerini koruyanlara müjdeler vardır.
Allah Rasûlü: “İslâm garib başladı, başladığı gibi yine gârib olacak. Gariblere müjdeler olsun!” buyurdu. “Garibler kimlerdir?” diye soruldu: “İnsanlar bozulduğunda iyi olanlardır” diye karşılık verdi. (Tirmizi, İman. 13; İbn Mâce, Filen, 15 ; İbn Hanbel, I, 398) Bir başka rivâyette bu soruya Allah Rasûlü: “İnsanlar eksilttiği zaman artıranlardır;”(İbn Hanbel, II, 177, 222) buyurarak insanlar, iman, hayır ve tâkvayı azalttığında onların artırdığını ifade buyurmuştur. Bir başka rivayette: “Onlar dinleri uğruna koşanlardır. Onlar kıyamette Meryemoğlu Îsâ ile birliktedir. Onlar sünnetimi yaşatanlar ve insanlara öğretenlerdir. ” (Beyhaki, Zühd, s. 112)
Bir bakıma irşâd hizmeti de diyebileceğimiz bu sıfatın sâhiplerinin “garibler” olarak adlandırılması ilginçtir. Bazı yörelerde sûfilere “gurebâ” adı verilmektedir. Kur’an’da Hûd Sûresinde bulunan şu âyet toplum içindeki irşâd sorumluluğu taşıyan insanların ihmâlinin hem kendilerini, hem de toplumları helâke götüreceğine işâret etmektedir; “Sizden önceki devirlerde insanları yeryüzünde fesâd çıkarmaktan vazgeçirecek fâzilet sâhipleri bulunmalı değil miydi? O devirlerin insanları içinden vazifelerini yaptığı için kurtardığımız kimseler pek azdır”. (Hûd, 16)