Modernizm, materyalist düşüncenin dini dünya hayatının dışına iterek sistemleştirdiği bir düşünce ve hayat tarzıdır. Batı’da XVI. yüzyılda rönesans ve dinde reform hareketlerinden sonra temeli atıldı. Özellikle Spinoza, Kant, Dekart, August Comte gibi filozoflarla da iyice güçlendi. Temelinde August Comte’a aid “Allahsız kâinat, ruhsuz insan ve cevhersiz eşyâ” anlayışı vardır. XIX. yüzyılda teknoloji devrimiyle birlikte sosyal hayat ve ekonomide Karl Marks, psikolojide Sigmund Freud, biyoloji ve evrim düşüncesinde Darwin ile dini kayıtlardan tamamen uzaklaştı. Bugünkü modern hayatın dini görmezden gelen yapısında bu son üç filozofun çok derin izleri bulunmaktadır.
Materyalist düşünce XIX. yüzyılda bütün dünyayı yaygın bir biçimde etkileyince ülkemiz ve İslam dünyası da bundan nasibini aldı. Bu vesileyle ülkemizde pek çok ilim ve fikir adamı Materyalizm’i eleştiren eserler yazdılar. Filibeli Ahmed Hilmi (ö. 1914), Tırnovalı İsmail Fenni Ertuğrul (ö. 1945) ile Bediuzzaman Said Nursî (ö. 1961) bunların başında gelir. Söz konusu yazarlar, materyalist düşüncenin Türk ve İslam dünyasındaki izlerini düşünce planında asgariye indirmeye çalışmışlar ve bunda belli ölçüde muvaffak olmuşlardır.
Materyalist düşünce, XX. yüzyıldan itibaren “modernizm” veya “modernite” adıyla bir yaşam tarzı olarak gündelik hayatın içine girip modern iletişim araçlarıyla bütün insanlığa tervic edilmeye başlanınca işin şekli daha da değişti. Önceleri bir düşünce sistemiyken ve tutarsızlıklarını göstermek kolay ve insanları onun etkisinden korumak mümkün iken bir hayat tarzı olmasından sonra iş çok karmaşık hale geldi.
Modernite veya modern hayat, hiçbir kutsal ve engel tanımayan, fert merkezli nefse sınırsız bir hürriyet ortamı sunan ve insan için vaad edilen cennetin dünyada gerçekleşeceğini söyleyen bir sistem. Bu yüzden modern hayat, insanın ömrünü doğum ile ölüm arasındaki süreden ibaret görmektedir. Modernitede erkek ve kadın, gerek kendi cinsleri içinde, gerekse karşı cins arasında bir sınırlamaya muhâtab olmadan dünyanın haz ve zevklerini yaşayabilmektedir. Amaç gûyâ insanın mutluluğudur. Bunun yolu da insanın canının her istediğini yapabilmesi, hayatı başkalarına zarar vermemek şartıyla “vur patlasın, çal oynasın” düşüncesiyle yaşayabilmesidir. Başkasına zarar verileceği durumlarda hukuk devreye girmekte; kişinin kendisine ve genel manâda insan unsuruna zarar vermesi hâlinde ise hukuk devre dışı kalmakta; onun yerine kaim olması gereken ahlâk ve etiğin hiçbir fonksiyonu bulunmamaktadır.
Bu tür sınırsız nefsani bir hürriyetle ferdin sürekli mutluluğu sözkonusu olsa bile, bir süre sonra doyumsuzluklar, yeni açlıklar ve bunalımlar başgöstermektedir. Vâkıa insanların inanç, ibâdet ve ahlâk problemlerinin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Bütün dinlerde insanların imtihan gayesiyle yaratılıp iman ve amellerine göre cennete ve cehenneme gidecekleri kabul edilen bir gerçektir. Nitekim Kur’ân’daki şu ayetlerde cehennemi boylayacak olan insanların vasıflarına dikkat çekilmekte; inanç ve ibâdetten mahrûmiyet ile sosyal hayatta altta kalanların farkında olmamak bunların başında sayılmaktadır. Bir de sosyal hayatın gidişâtına kendini kaptırıp irâdesizlikle başkalarının uydukları bâtıla uymak ve içine dalmak. Nitekim ayette buyurulmuştur:
“Günahkârlara: sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir?’ diye sorarlar. Onlar da derler ki: biz namaz kılmazdık, düşkünleri doyurmazdık. Batıla dalanlarla biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık” (el-Müddessir, 74, 40-46).
İnsanın irâdesi, kendisine gösterilen iyileri yapmada, kötülerden sakınmada en önemli etkendir. Bu yüzden insan aklı ve irâdesiyle nefsine zor gelen şeyleri yaparak hem dünyada hem de ukbâda cennetin yolunu açabilir. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:
“Cehennem nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış, cennet ise nefsin istemediği şeylerle çepe çevre sarılmıştır.” (Buhâri, rikâk, 8; Müslim, cennet, 1; Ebû Dâvud, sünnet, 22; Tirmizî, 21; Nesai, eymân, 3) İnsan nefsinin hoşlandıklarına koşarsa cehennemi boylar, nefsin hoşlanmadıklarını yapabilirse cenneti hak eder.
Hz. Peygamber’in özelliklerinden biri de “cevâmiu’l-kelim” oluşudur. Cevâmiu’l-kelim, az sözle çok manâlar ifade edebilme gücüdür. Bu hadis aslında insanın sınırsız isteklerinin sonuçta kişiyi cehenneme doğru çektiğinin en güzel ifadelerinden biridir. Nefsin hoşuna giden istekler âdeta bir örümcek ağı gibi ya da insanın altından kayan toprak gibi kişiyi cehenneme alır götürür.
Bugün modern hayat hep bu tür nefsin hoşuna gidecek isteklerin tatmin yollarının önünü açmakta; hatta bunları tahrîk ve teşvîk etmektedir. Bu yüzden modern hayat, insanın irâdesini zaafa uğratma ve kendini gerçekleştirme noktasında en büyük handikapıdır. İnsan nefsi zaten kötülüğe meyyâl ve emredicidir. Bir de önü açılır ve tahrîk edilirse iyice azgınlaşır. İnsan irâde ve karakter sâyesinde kişilik kazanabilir. Karakter ise irâde ve kendini gerçekleştirme, hatta kendini aşma işidir.
Nefis Allah’a ibâdetten hoşlanmaz, başkalarına yardım etmekten hazzetmez, güçlük ve zorluklara katlanmak istemez. Oysa gerçek mutluluk nefsin isteklerini aşıp zorluklara katlanabilmektedir. Nefs engelini aşmak da burada söz konusudur. Nefis, kendi başına bırakıldığında, nereye koşacağı belli olmayan azgın bir at gibidir. İbâdet ve tâat ile iyi arkadaş çevresi, bu azgın atın ayağına geçirilen köstek gibidir. Atın dizgini en azından onun çılgınca başını alıp gitmesini engeller. Nitekim yukarıda geçen ayette, sapkınlığa düşenlerin bu duruma, tâbi oldukları batıl ehliyle birlikte düştükleri haber verilmektedir. Oysaki “Rabblarının katında durmaktan korkan; hesap kaygısı taşıyanlar için iki cennet vardır. (er-Rahman, 55/46.) Bunlardan biri dünya cenneti, diğeri ise ukbâ cennetidir.
İnsan hayatı, güzellik-çirkinlik, iyilik-kötülük, sevâp ve günah arasında âdeta mayın tarlasında yürür gibi bir duyarlılık gerektiriyor. Modernite insan nefsinin arzûlarını âdeta tahrîk ve teşvîk ediyor. Dün dağda veli olmak ile şehirde veli olmak arasındaki fark, şehir hayatının nefse sunduğu imkanlar içinde adam olmanın zorluğuna işaret ediyordu. Dağda yalnız başına tabiatla başbaşa, ibâdete devamla nefsi tahrîk edecek ortamlardan uzakta irâde imtihanı kolaydı. Ama şehirde insanların sıkıntılarına katlanmak, incinmemek ve incitmemek, nefsi tahrîk edecek ortamlardâ etkilenmemek kolay değildi.
Bugün modernitenin sunduğu modern yaşam biçimi, insanın irâdesiyle kimlik ve kişiliğiyle kendini gerçekleştirmesini daha bir zorlaştırıyor. Ortada şöyle hayatî bir soru var: Modernite dayatmalarını kabul ile melezleşen bir kişilik mi, “modernite” kaygısıyla her yeniye direnmek mi yoksa başka bir şey mi? Evet başka bir şey. İnsanın kalb âlemini ana gündemine alan bir İslâm duyarlılığı. Bu aslında tasavvufun sunduğu kalb hayatı ve gönül zenginliğidir. İnsanlığı ve müslümanlığı tac ve kisvede değil, arınmış bir nefis, itmi’nâna ermiş bir kalb ve incinmeyen ve incitmeyen bir gönülde arayan tasavvufi çizgi. Modernite’den bunalanların kendilerini mistisizme atmaları da bundan. Ancak burada söz konusu olan İslâm Peygamberi’nin rahmet ikliminde arınmış bir tasavvuftur.