Altınoluk Dergisi, 1999 – Mayis, Sayı: 159, Sayfa: 039
Fetih, bir Kur’ân kavramıdır. Kur’ân’da değişik anlamlarda pekçok yerde geçmektedir. Değişik anlamlardaki bu âyetler şöyle maddeleştirilebilir:
1. Kapalı olan birşeyin açılması anlamına: Nitekim: “Onlara gökkapıları açılmayacak” (el-Enfâl, 7/40) âyeti bu anlamdadır.
2. Hüküm vermek manâsına: Nitekim: “De ki: Rabb’imiz kıyâmet günü hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile (fetih) hükmedecektir. En âdil hüküm veren, herşeyi bilen O’dur”. (Sebe, 34/26) âyetteki “fetih” bu mânâyadır.
3. Vermek ve göndermek anlamına: “Allah insanlara bir rahmet gönderdi mi (fetih), onu tutan olmaz”. (Fâtır, 35/2) âyetinde fetih bu anlamadır.
4. Açıklamak mânâsına: “Allah’ın size açıkladığını (fetih) onlara söylüyorsunuz ki, onu Rabb’iniz katında sizin aleyhinizde delîl olarak mı kullansınlar?” (el-Bakara, 2/76) âyetinde olduğu gibi.
5. Zafer, başarı ve üstünlük anlamına: “Eğer fetih ve zafer istiyorsanız ey kâfirler, işte sizin üzerinize üstünlük (fetih) geldi, yenelim derken yenildiniz”. (el-Enfâl, 8,19) âyetinde başarı ve üstünlük anlamınadır.
6. Ayrışmak anlamına: “De ki: Fetih; yâni kıyâmet gelince de inkâr edenlere îmanları bir fayda vermez, kendilerine mühlet de verilmez.” (es-Secde, 32/29) âyetinde fetih, iyinin kötüden, hayrın şerden, îmanın küfürden ayrıştığı kıyâmet günü anlamınadır.
7. Belde ve ülkelerin İslâm’a açılması anlamına: “Seveceğiniz bir şey daha var: Allah’dan yardım ve yakın bir fetih… Müminleri müjdele” (es-Saff 61/13) ayetiyle Mekke’nin fethine işaret eden: “Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman.” (en-Nasr, 110/1) âyetindeki fetih bu anlamdadır.
Ünlü Kur’ân dilbilimcisi Râgıb el-Isfahânî Kur’ân’da geçen ve başlıca anlamlarını sunduğumuz bu âyetlerdeki “fethi”, basar ve bâsirete âid olmak üzere iki ana grupta toplanmaktadır.
Basar’a âid, gözle görülebilen fetih, kilid, kapı ve eşyânın açılması; ya da beldelerin İslâm’a açılması gibi, zâhirî ve maddî olan fetihtir. “Onlara gökten bir kapı açsak da oraya çıkacak olsalardı, herhâlde gözlerimiz döndürüldü, biz büyülenmiş bir topluluğuz, derlerdi” (el-Hıcr, 15/14-15) âyetindeki fetih böyle zâhirî bir fetihdir.
Basîret’e, iç dünyâmıza âid fetih, gönüllerdeki kilidin çözülmesi, ya da gam ve hüznün zâil olması sûrtiyle insanın içinin açılmasıdır. Onun da çeşitleri vardır:
1. Sona eren bir üzüntü ve biten bir fakirlik gibi dünyevî şeylere âid “fetih” yâni gönül genişliğidir. Nitekim şu âyetlerde geçen fetih bu anlamdadır:
a) “O ülkelerin halkı inanıp korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık.” (el-A’râf, /96).
b) “Kendilerine yapılan uyarıları unutunca üzerlerine herşeyin kapılarını açıverdik”. (el-en’âm, 6/44)
2. İlim, irfan ve hikmet kapısının açılması sûretiyle meydana gelen fetih. Kur’ân’ın fetih sûresinin ilk âyetinde belirtitği “feth-i mübîn” bu ma’nâdaki derûnî fethi anlatır. Vâkıa bu âyeti Mekke’nin fethi ile alâkalı görenler varsa da buradaki fetih, zâhirî fetihten çok, bâtınî ve kalbî bir fetihtir. Çünkü devamındaki âyetler de bunu te’yid ediyor. “Allah bu “feth-i mübîn” sâyesinde senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan ni’metini tamamlar ve seni doğru yola (hidâyet) iletir”. (el-Feth, 48/2)
Hz. Peygamber’e ve mü’minlere verilen ilim ve hidâyet gibi şeyler, basîretin fethidir. Nitekim “Ey Rabb’imiz, bizimle kavmimiz arasındaki işi açığa çıkar. Muhakkak ki sen, gerçekleri açığa çıkaranların en iyisisin”. (el-A’râf, 7/89) âyetindeki duâ, bu mânâda bir mazhariyet talebidir.
İbn Arâbî, fethi, “irfânî ve îcâdî” olmak üzere iki gurupta inceler. İrfânî fethi kendinden önceki sûfîlerin kullanmadığı ibârelerle anlatır. Ancak o, bu anlatımında yine de önceki sûfîlerin tecrübelerine atıflarda bulunur. Bu tür fethi, mânevî zevk ve halâvet, ibârelerin müşkilinin açılması şeklinde ilmî ve insânî bir olay olarak görür.
Îcâdî fetih ise vücûdî tecellîyi çağrıştıran, tecellî ve feyz nazariyesine sıkısıkıya bağlı bir fetih türüdür. Bu fetih türünde mahlûka kıdem izâfesi söz konusu değildir. Çünkü bu fetih, feth-i halk ve feth-i îcâdîdir.
İbn Arabî’ye göre halk, tecellî fütûhâtının bir silsilesidir ve onun son halkası insandır. Onun düşüncesinde feth-i îcâdî ile feth-i irfânî aynı şeye dönüşür. Hakk’tan halka gelen herşeye îcâdî fetih, kulun irâdesiyle Allah’a urûc ettiği herşeye de irfânî fetih der. (bk. el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, IV, 220-221)
Gerek Isfahânî’nin beyânlarından, gerekse İbn Arabî’nin görüşlerinden Kur’ân’da ve İslâm’da iki tür fetih olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden İslâm târihi boyunca bu iki fethi gerçekleştirecek iki ordu dâimâ var olagelmiştir: Leşker-i gazâ ve leşker-i duâ.
Bunlardan leşker-i gazâ mücâhid askerlerdir ve beldelerin fethine (fütûhu’l-buldân) me’mûrdur. Bazan önde gidip beldeleri İslâm’a açarak leşker-i duâ’ya; yâni dâvet ve tebliğ işine me’mûr gönül erlerine ön hazırlık yapmışlardır. Bazan da leşker-i duâ dediğimiz gönül erleri önden giderek önce gönülleri fethetmiş (fütûhu’l-kulûb) ardından leşker-i gazâ işi tamamlamıştır. İslâmî fetihlerde bu iki unsur, birbirinin bütünleyicisi olarak dâimâ vardır.
İstanbul’un fethi gündeme geldiğinde önce fethi gerçekleştiren Fâtih ve onun gönlündeki fetih hatıra gelir. Fâtih’in gönlünü fetih ülküsüne açan ve onu fethe hazırlayan nasıl bir fetihtir?
Çünkü gerçek fetih, insanın gönlündeki fetihtir. Yâni insanın Hakk’a, hakîkata, doğruya güzele kapalı ve nefse esâret kelepçesiyle bağlı vicdânının ve gönlünün bu esâret kilidinden kurtarılmasıdır. Akşemseddîn’in Fâtih’te yaptığı fetih budur. Onu, nefse esâretten Hakk’a kulluk hürriyetine kavuşturmuştur. Çünkü bir mutasavvıf için gerçek hürriyet, Hakk’ın vücûdunu, herşeyin başı, esâsı ve sonu olduğunu bilmek, ferdî ve beşerî zaaflarını ilâhî irâdede eritmektir. Tasavvuf bir nazariye ve teori değil, bir aksiyon ve hayat biçimidir.
Fâtih, Osmanlı hânedânının genel karakteristik yapısında olduğu gibi mistik özelliklere sâhipti. Tasavvuf erbâbı olan gönül sultanlarına sevgiyle bağlıydı. Gerek babası, gerekse Fâtih mistik yapıları gereği saltanata karşı bir riyâset sevdâsıyla bağlı değillerdi. Fâtih de babası II. Murâd da halvet ve uzlete meyilli, halka hizmetin Hâlik’a kulluğa engel olmamasına kâni idi. Onları dünyevî makam ve mansıplar tatmin etmiyordu. Nitekim II. Murad, çocuk yaştaki oğlu Mehmed’i (Fâtih) yerine bırakıp inzivâyı tercih ettiği zaman: “Bunca demdir ibâdullah için çalışıp İslâm’ı fitnelerden pâk ve düşmanın hayatın çâk edip din u devlet uğruna elden geleni sarfeyledik. Bir müddet dahî hükümetten el çekip kûşe-i inzivâda pür-huzûr ve âsûde-hâl olmak hâtırdan geçer.” (Solakzâde tarihi, s. 173)
Eğer Fâtih, fikirde ve fiilde tasavvufun sağladığı fetih şuuru ile bezenmiş olmasaydı yine de dünyânın diğer cihângirleriyle boy ölçüşebilirdi, fakat Fâtih olmazdı. Çünkü fâtihlik, fethi gönlünde gerçekleştirmiş bir gönül sâfiyeti ister. Böyle bir gönül sâfiyeti ve irâde eğitimi almamış insanın belki de isminin başına hiç de hoş olmayan pekçok sıfat eklenirdi. Aslında Akşemseddîn, ona çok fazla birşey yapmadı. Onu kendisinde bulunan kudret ve isti’dâdlardan haberdâr etti. Yanılıp sürçtüğünde ona hizâya gelmesini söyleyerek öğütlerini eksik etmedi.
Fikir ve siyâset alanında düşüncelerini kabûl ettirmiş bulunan Fâtih ve diğer Osmanlı sultanlarının belki de en büyük tâlihi, ellerini öpeceği bir üstadlarının; yerine göre kendilerine “Hizâya gel!” diyebilecek bir mürşidlerinin bulunmasıdır.
Fâtih’te sistemli bir seyr u sülûk eğitiminden ve onun nizâmî bir dervişlik eğitimi aldığından bahsedilemez. Onun hayâtında tasavvufun hazırlık safhası sayılan kısmî bir irâde eğitimi ile coşkunluk dikkat çekmektedir.
Fâtih’te tasavvuf, nazarî bir doktrin ya da hayâli bir idealizm değil, ferdî ve ictimaî hayatın icrâ noktasının ağırlık merkeziydi Vâkıa Fâtih’in nizâmi bir derviş olma arzûsu taşıdığını hatta bir ara halvete girmek üzere Akşemseddin hazretlerine başvurduğunu eş-Şakaiku’n-Nu’mâniyye müellifi belirtmektedir. Böyle bir niyetle Akşemseddin’e gelen sultan, şeyhin elini öpüp der ki: “Sana bu hâcet için geldim ki, birkaç gün beni halvete koyup irşâd eyleyesün”. Şeyh Akşemseddin bu sözü pek duymak istemedi. Fâtih murâdını birkaç defa daha tekrarlayıp: “Elbette umup beklediğim hâsıl olacak ve istediğim yerine gelecektir”. dedi ise de Şeyh yine aldırmadı. Bu sefer pâdişâh: “Bir Türk bir kere söylese kabul edip halvete idhâl edersin. Ben sana nice kez söylemişken sözümü kabûl etmezsin.” deyince Şeyh Akşemseddin hazretleri şu karşılığı verdi: “Meşâyıh-ı ızâmın halvetinde bir lezzet vardır ki ona dâhil olsan, emr-i saltanat gözünde olmayıp dünya nazarından silinip saltanat geçip gitmek mukarrerdir. Bu sebepten ahvâl bozulup herbirimiz bu hâle sebep olmakla Allah’ın gazabına uğrayarak günahkâr olmak lâzım gelir.” Akşemseddin pâdişâh’ın: “Sâlik (derviş) değil, mâlik (melik ve yönetici) olması gerektiği” düşüncesiyle ona halvetten uzaklaştırmış, adl ü insâfa, doğruluk, istikâmet ve hakkâniyete çağırmıştır.
Akşemseddîn Fâtih’in bu tür taleplerine rağmen asıl mücâhede ve savaşın insanın kendi kendisiyle olan tezkiye ve tasfiye muhârebesi olduğunu bilerek onu önce iç kuvvetleriyle vuruşturup muzaffer ve gâlip gördükten sonra cihân mülküne salıvermiş, sâlik olma yerine mâlik olmaya yönlendirmiştir.
Dünyâya kafa tutan zâlim, çelimsiz ve zayıf insanlar genellikle gerçek yüzlerini şiddet maskesiyle örtmeye çalışırlar. Böyleleri görünüşte güçlü ama hakîkatta zavallıdırlar. Gerçek güçlü insan, hiç bükülmeyen, zaaf tanımayan değil, belki sığınmanın, yalvarmanın ve kul olmanın tadına varmış, gerçek gönül aydınlığına ermiş bahtiyârlardır. Bu yüzden maddî zafer ve fetihlerden çok, ma’nevî fetih önem arzeder. Kalplerin kilitli ve mühürlü olduğu toplumda islâmî fütûhât nasıl gerçekleşsin. Öyleyse önce gönüller fethi.