Altınoluk Dergisi, 1997 – Agustos, Sayı: 138, Sayfa: 017
Varolduğu günden beri insanoğlunun en büyük problemi, dünya ve eşya ile ilişki konusundadır. Dünya nimetlerinden istifade ederken sınır ne olacak? İnsanoğlu dünyayı âbâd ederek kendini berbad mı edecek? Yoksa kendini âbâd edip dünyayı ihmâl mi edecek? Yaratanına karşı görevini îfâ ederken ve insanlarla ilişkilerinde ölçüsü ne olacak? Bütün dinlerin ve felsefî sistemlerin cevabını aradığı soru genellikle bu noktalarda düğümlenmektedir. İlâhî menşe’li dinler insanın Allah ile, insanlar ile ve eşyâ ile ilişkisinin i’tidâl çizgisi üzere olmasını istemiştir. Ama insanoğlu bu i’tidâl çizgisini çoğu zaman yakalayamamış, ifrât ve tefrîte düşmekten kurtulamamıştır.
Dünya tarihine “Asr-ı saâdet” olarak geçen Allah Rasûlü’nün örnekleyerek yaşayıp yaşattığı kutlu çağda bu i’tidâl ve dengenin en üstün bir biçimde yaşandığını görüyoruz. Bu çağın insanları, dînin tarif ettiği biçimde dünyaya ancak onda kalacakları ve kulluklarına lâzım olan kadar değer vermişler, hayatlarını manevî değerler uğrunda Allah ve peygamber için âbideleştirmişlerdir. Çünkü bu dînin peygamberi kendi hayatında dünyanın nihâî bir gaye olmadığını, aksine onun ebedî mutluluğa giden yolda bir araç olduğunu belirtmiştir. Onun nezih hayatını gören insanlar, i’tidâl çizgisi üzere ruh ve beden, madde ve mânâ, dünya ve âhiret dengesini düzgün bir biçimde yürütmüşlerdir.
Dînin tamamlanıp Hz. Peygamber’in bedeniyle aralarından ayrılmasından sonra insanlar, bu i’tidâli ancak çok kısa bir süre koruyabilmişlerdir. İlk devir müslümanlarının İslâm’ı özümsemiş hâlleriyle dünya nimetlerine karşı müstağnî tavırları ve bu nimetleri kardeşleriyle paylaşan anlayışları aynı duyarlılıkta sürdürülememiş, yeni ortaya çıkan zenginlik ve maddî refah insanları bencilleştirmiş ve insanlar o paylaşım ortamını unutup terketmeye başlamışlardır. Özellikle “Hulefâ-i râsidîn” devrinin ardından gelen Emevîler dönemi bu tür sosyal sınıf farklarının bâriz bir biçimde ortaya çıktığı, maddî ihtiraslarla siyâsî hırsların birbirine karıştığı bir dönemdir. “Herşeyin değeri yokluğunda daha iyi anlaşılır.” kelâm-ı kibârının ifâde ettiği gerçek ortaya çıkmış ve insanlar kaybettiklerini aramaya başlamışlardır. Asr-ı saâdetteki gönül zenginliğini, ibâdetlerdeki derinliği, insânî ilişkilerdeki ahlâkî erdemi arar olmuşlardır. Elbette bu güzellikler büsbütün silinip gitmiş değildi İslâm toplumundan. Ama belli bölgelerde insanların gözlerini bürümüş siyâsî ve maddî ihtiraslar, kaygılı ve dertli kimseleri böyle bir arayışa, böyle bir özleme sevketmişti. Din ve ilim muhitlerindeki yeni oluşumlar, yeni yeni ilimlerin ve bu ilimlerle birlikte ilmî ve felsefî bir takım tartışmaların ortaya çıkması, onları daha da kaygılandırıyor, özlemlerini daha da artırıyordu.
İman tarif edilirken “kalb ile tasdik, dil ile ikrar” ifâdeleri kullanıldığı halde; kalbin yerini aklın alması, ibâdetlerde zâhir ve bâtın ayırımının yapılıp işin özden çok zâhirî şekillere münhasır kalması, ilimlerde yol ayrımının habercisi olmuştu. İmân ve i’tikad konularınınilm-i kelâm ve akaidin, ibâdet, amel ve muâmelâtın fıkıh ve İslâm hukukunun alanına girmesi, ihsân, takvâ, zühd ve ahlâk konularının da tasavvufun konuları arasında yer alması sonucunu doğurmuştur. İslâmî hayatın gönül zenginliği içinde yaşanması demek olduğu için zaman zaman ilim mi, hâl mi olduğu tartışılan tasavvuf, aslında hem ilim, hem de hâldir. Hâldir; çünkü zühd, takvâ, ihsân ve rabbânîlik gibi kalbî fazîlet ve ahlâkî erdemleri yaşamaktır. İlimdir; çünkü bunların nasıl ve hangi usûl ve yöntemlerle elde edilip yaşanabileceğinin kurallarını öğretmektedir.
Önceleri toplumsal dejenerasyona ferdî bir tepki biçiminde ortaya çıkan zühdî tavırlar, zamanla toplumsal hâle gelmiş ve tasavvufî hayat, ferdî olarak yaşanılan ama toplum içinde de paylaşılan bir yapıya kavuşmuştur. Özellikle tasavvufî hayatın kurumlaşması sürecinin başlamasından sonra bu durumun daha da yaygınlık kazandığı gözlenmektedir. Kurumlaşarak fizikî yapıda tekke ve zâviye, sosyal hayatta tarîkat, fütüvvet ya da ahîlik adıyla yaygınlık kazanan tasavvuf, toplum düzeni içinde özellikle yaygın eğitimde son derece fonksiyonel olmuştur. Toplum hayatında insanlar meslek ve yaş gruplarına, rûhî eğilim ve kültür düzeylerine göre bu kurumlardan istifâde etmişlerdir.
Tasavvufî kurumlar, başlangıçtan itibaren gerek ferdî, gerekse ictimâî planda son derece önemli hizmetlere imzâ atarak kültürümüzün ve hayatımızın bir parçası olmuştur. Ferdî ve ictimâî alanda yaptıklarının biri, diğerinden geri değildir. Özellikle Arap olmayan milletler ve halklar arasında İslâm’ın yayılıp öğrenilmesi genellikle tarikat ve tekke gibi tasavvufî kurumlar aracılığı ile olmuştur. Tarih içinde bu kurumların yaygınlaştığı ve bugün de canlılığını koruduğu bölgelere şöyle bir göz attığımız zaman bu tespitin doğruluğunu kolayca görmek mümkündür. Arabistan’da ve Mısır hâriç diğer İslâm ülkelerinde bugün de tasavvufun yaygınlık arzetmemesi, daha çok Arap olmayan muhîtlerde ilgi odağı olması bunu doğrular.
Tasavvufî kurumlar, İslâmî tebliğde -ta’bîr câizse- birer misyoner kuruluşu gibi faaliyet göstererek İslâm’ın yayılmasında etkili olmuşlardır. Fethedilen ülke halklarının islâmlaştırılması ve fethedilen bölgelerde İslâm’ın hayatiyetini koruması, neredeyse bu kurumların görevi gibidir. Özellikle işgale uğrayan toprakların yeniden düşman elinden kurtulmasında tarikatlar birer milis güç olarak da hizmet görmüşlerdir. Cezâyir ve Tunus’un Fransız ve İtalyanlar’a karşı savunulmasında tasavvuf ve tarikat gruplarının hizmeti herkesçe bilinen bir husustur. Çok yakın bir geçmişte Bosna-Hersek’te Sırplara karşı savaşan mücâhidlerin mayasını o bölgedeki derviş gruplarının teşkil ettiğini; hele hele Çeçenistan’da Ruslar’a karşı destan yazan kahraman Çeçen ordusunun Kadirî ve Nakşî dervişlerinden oluştuğunu bilmeyen kalmadı.
Kendi tarihimize dönecek olursak Millî Mücâdele’de tarikat ve tasavvuf gruplarının hizmet ve katkıları bilinen hususlardandır. Nitekim 1920 yılında Ankara’da ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığında Meclis Başkanı M. Kemâl Paşa’nın iki yardımcısının ikisi de tarîkat şeyhi idi. Birisi Konya Mevlânâ dergâhı şeyhi Abdülhalim Efendi, diğeri ise Hacıbektaş dergâhı şeyhi Celâleddin Efendi. M. Kemâl Paşa aslında bütün tarikat şeyhlerine mektup yazarak Millî Mücâdele’de desteklerini istemişti.
Tasavvuf kurumlarının hizmet ve fonksiyonu sadece tebliğ ve savunmadan ibâret değildi şüphesiz. Ferdlerin eğitimi, ma’nevî hayatın yükseltilmesi, edebiyat-şiir, mûsikî, mi’mârî ve hüsn-i hat eserleriyle san’at hayatının canlanması tasavvufun ilgi alanına giren konulardandı. Gerek Fars ve gerekse Türk edebiyatının ölümsüz şâirleri hep tarikat, tekke ve tasavvuf muhitlerinde yetişmiş insanlardır. Hatta tasavvuf yok farz edilecek olsa Türk edebiyatında ne dîvân şiiri, ne de halk edebiyatı kalır. Daha doğrusu Türk edebiyatı diye birşey kalmaz. Çünkü bizim edebiyatımız bin yıla yakın bir süredir tasavvuf ile yoğrulmuş ve onunla bütünleşerek ölümsüzleşmiştir. Aynı şey mûsikî, hat ve folklorumuz için de geçerlidir. Türk tarihinde belki çok büyük filozof ve kelâmcı yetişmemiştir ama, çok büyük mutasavvıf ve şâirler yetişmiştir. Bu bakımdan bizim kültür varlığımız tasavvufla bu kadar bütünleşerek ölümsüzleşmiştir, diyebiliriz.
Tekkelerimize gelince onlar mektep, mescid, kütüphâne, meşveret ve imâret özelliği taşımaktaydı. Mektep özelliği ile dînî ve millî bilgilerin öğretildiği bir mekân; mescid özelliğiyle ibâdethâne; imâret özelliğiyle fakirlerin ve imkânı kıt dervişlerin karınlarının doyurulduğu sofra; meşveret özelliği ile sosyal hayatta karşılaşılan problemlere çözümler aranan bir danışma yeri; melce özelliği ile siyâsî ve ma’nevî problemleri olanların sığındığı ve sıkıntıların izâleye çalışıldığı bir dayanışma yeriydi. Seyr u sülûkün tamamlanması için “Yaratan’a kulluk bilinciyle yaratılana hizmet” anlayışından hareketle hastaların bakıldığı bir şifâhane konumundaydı buraları. Memleketin her yanına yayılan bu kurumlar devlet açısından da birer değer ifâde ediyordu. Devlet halkın nabzını bu kurumlar aracılığı ile tutuyordu. Buralardan gelecek şikâyet ve temennîler halkın görüşlerini yansıttığı için kale alınıyor, devletin bir takım taleb ve istekleri onlar vâsıtasıyla halka ulaştırılıyordu.
Selçuklular döneminde pek çok tekke ve tarikat şeyhinin Abbâsî halîfeleri tarafından kabileler arası kavgaları önlemede diplomatik görevlerle görevlendirildiği bilinmektedir. Pek çok tekke ve tarikat şeyhi Osmanlılar döneminde bizzat padişah tarafından savaşlara katılmak üzere davet edilmiş ve bu savaşlarda mürîdânıyla askerlerle birlikte mücâdele etmişlerdir. Aslında Osmanlı’nın kuruluşunda itibar ettiği üç önemli kurum vardır. Medrese, tekke ve ordu. Medrese ilim ve fikir adamlarıyla yöneticileri yetiştirmiş, tekke halkı teşkîlatlandırıp medresenin eksik bıraktığı ma’nevi eğitimi tamamlamış, ordu devlet savunması için gerekli güvenlik hizmetlerini görmüştür. Üstelik bu kurumlar arasında başlangıçtan beri gözle görülen bir âhenk ve uyum vardır. Hattâ denilebilir ki bu üç kurum arasındaki âhengin derecesi devletin yükseliş, duraklama ve gerilemesinin de sinyalleri olmuştur. Tekke ile medresenin birbirine destek olup köstek olmadığı dönemler, ilim ve irfân ehlinin hizmetlerini paylaştıkları dönemlerdir. Medrese tekkeyi, tekke medreseyi dışlayıp birbirlerine hor bakmaya başlayınca problem çıkmaya başlamış ve devlet yara almıştır. Oysa Osmanlı âilesi kuruluşta hem medreseye, hem tekkeye, hem de orduya ayrı bir değer vermişti. Dursun Fakîh ve Dâvud Kayserî ile medreseyi, Şeyh Edebâli ile tekkeyi, H. Bektâş Velî ile Yeniçeri ocağı ve orduyu bütünleştirerek kudsiyet kazandırmıştır.
III. Murad’ın, oğlu Mehmed için düzenlediği sünnet merâsiminde kendisini memnun eden hokkabaz ve düzenbaz takımını teâmülleri bozarak Yeniçeri ocağına kaydetmesi, ordu nizâmını bozmuş ve böylece bu üç kurumdan ilk bozulma saltanatın yanlış bir müdâhalesiyle orduda baş göstermiş oldu.
Hemen onu takip eden yıllarda medrese menşe’li Kadızâde Mehmed isimli bir zâtın IV. Murâd zamanında tekke ve tarîkat çevrelerine karşı savaş açması bu tartışmayı ilginç boyutlara taşıdı. Kadızâdeliler IV. Murad’ın vefâtından sonra işi, fiilî mücâdeleye kadar vardırmışlardır. Bunların telkinleri sonucu halkın bir kısmı Halvetî ve Mevlevî tekkelerine saldırmaya, tekke mensuplarını da tecdîd-i îmâna çağırmaya başlamışlardı.
Halk arasında meydana gelen bu fitne, idârecileri de kaygılandırmaya başlamış, dolayısıyla fiilî bir müdâhale zorunluluğu ortaya çıkmıştı. Durumun vahâmetini kavrayan Vezîr-i a’zam Köprülü Mehmed Paşa devrin mu’teber ilim ve irfan ehli ile de istişâre edip görüşlerini aldıktan sonra bu fitneyi çıkaranlar hakkında katl fermanı çıkarmış ise de katlettirmeyerek elebaşılarını sürgüne gönderdi ve Kadızâdeliler hareketini 1656 yılında fiilen sona erdirmiş oldu.
Kadızâdelilerden sonra o boyutta olmasa bile, tekke ve tarikatlara yönelik eleştiri ve mücâdeleler pek eksik olmamıştır. Bununla birlikte Osmanlı tarihi boyunca devlet tarafından tarikat ve tekkelerin bütününe yönelik bir tavrın varlığına rastlamak mümkün değildir. Hatta Yeniçeri ocağı kaldırılıp 1826 yılında Bektâşî tekkeleri kapatıldığında devlet bu işin üstesinden gelmek için diğer tekkeleri kendi yanına almak lüzûmunu hissetmişti.
Tanzîmat fermânından sonra ülkede esen ıslâhat rüzgârının etkisine tekke ve tarîkatların da kapıldığını görüyoruz. “Meclis-i meşâyih”adıyla kurulan ve tarîkatların yönetim, denetim ve ıslâh hizmetlerini deruhte edecek olan bu kurum, şeyhliklerin ıslâhı ve tekkelerin sosyal fonksiyonlarının artırılması gibi konularda ciddî adımlar atmış, hazırlanan nizâmnamelerle tekke ve zâviyeler bir sisteme bağlanmaya çalışılmıştır. Aynı dönemde mektepler, medreselere alternatif olarak açılan, Doğu ve Batı sentezini yapmaya çalışan kurumlardı. Yeniçerilik’in yerine kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye, askerî alanda teknolojik gelişmeleri orduya taşımaya yönelik bir amaçla kurulmuştu. Sosyal sınıfların her birinde etkili bir yapısı olan tarikat ve tekke anlayışı, yeni kurulan “İttihâd ve Terakkî Fırkası”nda bile bir tarîkata bağlanma lüzûmunu gündeme getirdi. İttihâdcılar kendi konumlarına en yakın olarak Bektâşîlik’i görerek partileri için onu seçtiler. O dönemde Batı’da tahsil görmüş bir paşa ve general için bile bir tarikata bağlanmak yadırganacak bir husus değildi.
Cumhûriyet yıllarına gelindiğinde yönünü Batı’ya çevirmiş olan yeni devletin kurucuları, tekke ve zâviyeler hakkında da birşeyler düşünmek ve yapmak zorunda hissettiler kendilerini. 1925 yılına kadar yapılan düzenlemelerde tekke ve tarikatlarla ilgili herhangi bir hüküm yoktur. Hattâ bu yıllarda M.Ali Aynî tarafından kaleme alınan Şeyh- Ekber’i Niçin Severim adlı eser M. Kemal Paşa’ya ithâf edilmiş, 1924 yılında Diyânet İşleri Reisliği kurulurken mescid ve câmilerle birlikte tekke ve zâviyelerin yönetimi de bu teşkîlâta bırakılmıştı.
1908’de ilan edilen ikinci meşrûtiyetten sonra Batı’ya yönelen ve oradan gelecek değişim rüzgârlarına açılmış bulunan matbûâtımızda tekke ve tarikatlarla ilgili bir kısmı ifrâta varan; bir kısmı ise insâf ölçüleri içinde mütâlaa edilebilecek bir neşriyât furyası dikkat çekmektedir. Aşırılar İctihâd dergisi yazarı Kılıçzâde Hakkı ile Celâl Nuri‘nin başını çektiği bir gruptur. Bunlar: “Osmanlı’nın ve İslâm dünyasının çöküş sebeplerinden biri tasavvufî düşüncedir. Bu düşünce toplumu uyuşturmuştur. Dervişlerle ve tekke düşüncesiyle bir yere varılamaz.” şeklinde çok kesin ve önyargılı bir biçimde tekkelere ve tarikatlara saldırıyorlardı. Diğer grup ise biraz daha ölçülü bir biçimde şunları söylüyordu: “Tasavvufî hayattaki çöküntüyü ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu kötü durumu inkâr mümkün değildir. Ancak bunun faturasını bütünüyle tarikatlara çıkarmak insâfsızlık va haksızlık olur. Kaldı ki tasavvufî hayat bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla bu hayatın ortadan kaldırılması yanlış olur. İlga yerine ıslahı sağlanmalıdır.” Ziyâ Gökalp gibi sûfî olmayan kimselerin savunduğu bu tez, sûfîlerce de benimsenmiştir.
13 Şubat 1923’te Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde meydana gelen Şeyh Said isyânı ve bu isyânın başında tarikat mensubu bir insanın bulunması, sistemin tekke ve zâviyeler konusunu gündeme alıp bir süre sonra da kapatması sonucunu doğurdu. Ancak bu kapatma işleminin yapıldığı hükümet ve meclis tartışmalarında tekkelerin halk kültürüne katkıları sebebiyle kapatılmalarına karşı çıkanların da bulunduğu görülmektedir. Özellikle tekkelerle birlikte türbelerin de kapatılmasına ilk karşı çıkan devrin Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Bakanlar Kurulu toplantısında: “Türbelerde medfûn olanlar bizim büyüklerimiz, bizim dedelerimizdir. Gençlerin onları ziyâret etmesi ve tanıması gerekir.” diyerek konuyu M. Kemal Paşa ile tartışmıştır. (bk. M. Baydar, Hamdullah Suphi ve Anıları, İstanbul 1968, s. 170 vd)
Cumhûriyet döneminin aydınları arasında tekkelerin kapatılmasını inzibâtî bir tedbir olarak görenler de vardır. Nitekim Ord. Prof. Dr. Sıddîk Sâmî ONAR, İdare Hukukunun Umûmî Esasları adlı eserinde şunları söylemektedir: “Tekkelerin kapatılması ve bunların âmme intizâmını, maddî nizâmı ihlâl etmeyecek bir şekilde âyinlerine müsâade edilmemesi, siyâsî esaslara müstenid ve geçici bir tedbir sayılmak gerekir. Bu ancak inkılâbın icab ettirdiği ve muayyen bir zaman ve mekâna mahsus fevkalâde bir zâbıta tedbiri mâhiyetindedir.” (s.565)
Kimileri de tarikatların kapatılması olayını mistik ve metafizik kalıplar içinde donmuş ve hareket kabiliyetini kaybetmiş bir topluma, yüksek medeniyet seviyesine ulaşabilmesi için uygulanan bir şok tedâvîsi olarak görmektedir (bk. Bülent Daver, “Tekke ve Zâviyelerin Seddi, Tarikatların Men’i” Laiklik, İstanbul 1954, I,105).
Türkiye’de Şeyh Said isyânı ve tekkelerin kapatılmasından sonra basın ve medyada din ve dindarlara karşı saldırılar genellikle tarikat adıyla yapılmış ve tarikat düşmanlığı şeriat karşıtlığı ile özdeşleşerek uzunca bir süre boy hedefi haline getirilmiştir. Aynı müesseselerin yetiştirdiği Mevlânâ, Yunus Emre, H.Bektaş Velî ve Ahmed Yesevî göklere çıkarılırken diğerleri “tu kaka” edilmiştir. Ancak değişen dünya şartları içinde bütün dünyada din ve dindarlığa karşı gün geçtikçe artan bir yönelişin meydana gelmesi ülkemizde de tasavvuf ve kurumlarının değişik halk kesimlerinin ilgi odağı hâline gelmesini sağlamıştır. İbadet ve günlük hayâtında daha bir derinlik arayan, teknolojinin parıltılı dünyasından bunalan insanlar tarikatlere ilgi duymaya başlamışlardır. Acımasız bir boğuşmanın, insafsız bir bireyselliğin hâkim olduğu toplumun insanları, fıtratlarını zorlayan bu dar boğazdan bir kurtuluş iklimi bulma ümidiyle böyle bir arayış ortamına girmişlerdir. Gerçekten de medyaya yansıyan haber ve görüntülerden değişik halk kesimlerinden insanların tasavvuf muhitlerinde ayrı bir mutluluk buldukları gözlenmektedir.
Bugün başbakan yardımcısı olan Bülent Ecevit’in,1984 yılında ilk defa cesâretle “tekkelerin açılması konusunu gündeme getirmesi”, herhalde dünyada meydana gelen gelişmeler ışığında insanımızın ma’nevî ve rûhî ihtiyaçlarına yüzyıllar boyu cevap vermiş bu kurumların yeniden hizmete sokulmasının korkulacak bir şey olmadığını; aksine insanımızı rahatlatacak bir husus olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Nitekim o yıllardan sonra Alevî vatandaşlarımız tarafından açılarak yaygınlık kazanan cemevleri (cemevlerinin cami hüviyetine büründürülmesinin yanlışlığını bu arada vurgulayalım) bu düşüncenin belki de kuvveden fiile intikali idi. Bilindiği gibi cemevleri Bektâşî tekkelerinde “tevhidhâne” karşılığı kullanılan mekânlardır. Yani tekkenin bir parçasının adıdır. Cemevleri ile fiilen ortadan kalkmış bulunan kanunun sünnî tarikatların da yararlanabileceği bir düzenleme ile yeniden ele alınması demokratikleşme açısından zarûrîdir. Halkın bir kesimine sağlanan haklardan diğerlerinin de yararlanamaması çifte standart olur. Geçtiğimiz yılın sonunda ortaya çıkan Müslüm Gündüz ve Ali Kalkancı olaylarının tekrar yaşanmaması tarikatlarla ilgili baskının kalkmasına bağlıdır. Halkından ve halkının inançlarından korkan bir devletin halkı ve devleti ile bölünmez bir bütünlük arzetmesi zordur.
Din insanlık için vazgeçilmez bir vâkıa, dînin içinde tasavvufî hayat da sütun içindeki laktoz gibi vazgeçilmez bir parçadır.
İlginçtir bugün Türkiye’de tasavvuf ve kurumlarına karşı çıkan farklı çizgilerde insanlar var. Bunlardan bir grubu genelde dîne karşı olduklarından tasavvuf ve tarikatlara da karşıdırlar. Diğer bir grubu ise din ve dindarlık adına din karşıtları ile aynı çizgide buluşarak ayırım yapmadan tasavvuf ve tarikatların hepsine birden harb ilân etmiş durumdadırlar. Bunların en azından hangi çizgide ve kimlerle yollarının kesiştiğini görerek durumlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekir, diye düşünüyorum. Önümüzdeki sayıda inşâallah bu konuya dâir yazmak istiyorum.