Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Takvâ ile İhsan Arasında Allah ile Olmak

Altınoluk Dergisi, 2009 – Aralik, Sayı: 286, Sayfa: 007

İslâm’ın nihâî gâyesi insanların hem Allah ile, hem insanlarla, hem de dünyâ ile ilişkisini düzenlemektir. Bir bakıma Allah’a kulluk şuurunu insan hayâtına hâkim kılmaktır.

İnsanoğlu mayasındaki kulluk sebebiyle Allah’a, insanlara, maddeye ve dünyâya kulluk arasında zikzaklar çizmekte, Allah’a kul olabilmeyi sürekli kılmada zorluklar yaşamaktadır. Kulluktaki bu zikzaklar çoğu zaman insanın dünyâ hayâtını da, ukbâsını da zindan etmektedir.

İslâm olmakla başlayan îmân yolculuğu, amel-i sâlih ve takvâ ile beslendiği zaman “ihsân” kıvâmına doğru yol alır. Îmândaki kıvâm ihsândır; yâni kulluğu Allah’ı görür gibi yaşamaktır. Nitekim Allah Teâlâ: “Sâbikûn-i evvelûn” diye tavsif ettiği önde gelen müminlerin ilk grubunun muhâcir ve ensâr olduğunu, ardından gelenlerin ise ihsân kıvâmında bir îmânla onlara tâbi olanlar bulunduğunu haber vermektedir.1

Îmânın mârifet/bilgi ve muhabbet/sevgi gibi iki ayağı vardır. Îmân tasdîk ve kabûlü ifâde eden ikrârla başlar, tasdîkin icmâlîden tafsîliye doğru bütün ayrıntıları kuşatması ve kişinin Kur’an ve sünnetin haber verdiği bütün ilâhî hakîkatleri yürekten onaylaması gerekir. Allah’ın yasak kıldığı şeylere yönelmeye cesâret eden kimselerin tasdîkinde problem var demektir. Îmânda tasdîkin kemâli, icmâlî ve tafsîlî tasdîki cem etmeye bağlıdır.

Kur’an’da en çok vurgu yapılan takvâ olgusu îmânı ihsâna taşır. Takvâ, korumak anlamına gelen “vikâye” kökünden türetilmiştir. Kur’an’da bu kökten türetilmiş kelimeler 270 defa geçmektedir. Bu sayı bile Kur’an’ın takvâya, kalbi korumaya ne kadar önem verdiğinin göstergesidir. Kur’an bizzat kendisinin takvâ ehli müttakî müminler için rehber olduğunu belirtir. Bakara sûresinin ilk âyetlerinde ve başka pek çok yerde bu konuya vurgu yapılır.

Kur’an takvâ sâhipleri için hazırlanan genişliği gökler ve yer kadar olan cennete dâvet ederken takvâ ehliyle ihsân sâhiplerini aynı ahlâkî sıfatlarda buluşturmaktadır. Âdetâ takvâ duygusuna sâhip olanlar beşerî münâsebetlerdeki ahlâkî vasıfları ile Allah’ın sevdiği ihsân ehli muhsinlerden olurlar. Bu âyet-i kerîmede Allah Teâlâ takvâ ehli kişilerin kalblerini koruma kaygısı taşıyarak dünyâya aldanmamak için genişlikte de darlıkta da infâk ettiklerini belirtir. Nifâk ile infâk aynı kökten olduğundan aralarında bir münâsebet vardır. İnfâk edebilen nifâktan/münâfıklıktan kurtulur. İnfâkta zaaf gösteren nifâka düşer. Çünkü infâk bir îmân göstergesidir.

Âyetin devâmında takvâ ehli insanların öfke kontrolünü başaran ve gadab gibi nefsânî bir duyguyu yutmasını bilen insanlar olduğuna dikkat çekildiği gibi, beşerî zaafları sebebiyle yanlış yapan insanları hoşgörüp bağışlamanın da önemli bir erdem olduğuna vurgu yapılır.

Müteakip âyette ise takvâ sâhiplerinin önce “fahşâ” denilen ve başkalarının hukukuna da taalluk eden günahlardan sakınarak tevbe ettikleri belirtilir. Sonra da insanın kendisi ile Rabb’ı arasında kalan ve fakat kişinin kendisine yazık etmesi anlamına gelen zulüm ve günahın ardından tevbe ve istiğfârla hem kalblerini, hem davranışlarını düzelttikleri ifâde edilir. Bu dört âyet-i kerîme Allah katında ebedî cennet nîmetlerine nâiliyyetle mükâfatlandırılacak takvâya esâs alınması gereken husûsiyetlerden bahsetmektedir.2

Îmânın sıhhatinin şartlarından biri de havf ve recâ arasında bulunma özelliğidir. Bu, îmânın korku ve ümid dengesi taşıması demektir. Bilindiği gibi insan davranışlarını ümid ve korku duyguları etkiler. Korku ümidden öncedir. İnsan korktuklarından emîn, umduklarına nâil olmak ister. Nitekim mecelle kâidesine göre de: “Def-i mefsedet, celb-i maslahattan akdemdir.” Kalb tasfiyesinde kalbi tahliye; yâni kötü duygulardan temizlemek de güzel duygularla bezemekten önce gelir.

Kur’an-ı Kerîm’de ümid ve recâ karşılığı korku anlamına gelen havftan başka kaygı mânâsı taşıyan kelimeler de vardır. Havf, haşyet, heybet ve rehbet bunların başlıcalarıdır. Havf, sözüne güvenilen bir insanın verdiği haberleri tasdîk ve kabûlden sonra insanda meydana gelen korkudur. Nitekim hekîmlik bilmeyen bir adamın uzmanlığına güvendiği ve sözüne inandığı bir doktorun söylediklerinden etkilenerek yüreğine korku düşmesinin adı havftır.

Haşyet, sonucu zararlı ve hoşlanılmayan bir şeyden çekinmek demektir. Bilgi haşyet anlamındaki bu tür korkuyu doğurur. Yiyecek ve içeceklerin fayda ve zararını bilen bir doktorun zararlı şeylerden bilerek sakınması da haşyettir. Bu yüzden Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’inde kulları içinde kendisinden en iyi şekilde sakınanların/haşyet duyanların âlimler olduğunu belirtir.3

Heybet, korku ve saygı duygularının bir arada bulunması, rehbet ise teşvik anlamında bir korkudur. Bilgi, duygu ve kaygının insan davranışlarını etkileyici özelliği bilinmektedir. Kur’an ve sünnetin haber verdiklerini zihinde canlandırma anlamına gelen istihzâr, insanı takvâya hazırlayan böyle bir vasıftır. Amellere Allah’ın vereceği mükâfât ve mücâzâta inanan kimsenin bu duyguları zihninde ve kalbinde canlı tutması onun îmânını ve kalbini korumasına yardımcı olur. Allah’ın yasak kıldığı bir fiili işlemeye kalkışan, o fiile konulan cezâyı bir şekilde kalbinde canlandırabilse böyle bir şey yapmaya teşebbüs edemez. Belki bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.): “Zinâ eden kimse mümin olduğu hâlde zinâ etmez” buyurmuştur.4 Bu hadîste kalbde suça âid cezânın canlandırılmasının önem ve etkisine vurgu yapılmaktadır. Hakk’ın bu suç için vereceği cezâ ve kişiyi küçülteceği durum, zihinde canlı olarak tutulabilse insan böyle bir şen’î davranışa cesâret edemez.

Aslında takvâ böyle bir şeydir. Kalbe yerleşen îmânın korunabilmesi ve ona âid kaygıların canlı tutulabilmesi ve bunun davranışlara yansımasıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) Hârise’ye (r.a.): “Nasıl sabahladın?” deyince o da: “Hakîki mümin olarak” demişti. Hz. Peygamber de: “Her Hakkın bir hakîkati vardır. Senin îmânının hakîkati nedir? diye sordu. Bunun üzerine Hârise dedi ki: “Benim nefsim dünyâyı tanıdı. Nezdimde dünyânın altını, taşı ve toprağı müsâvî hâle geldi. Ben sanki Rabbımın arşını görür gibiyim. Cennet ehlini, cennette nîmetler içinde, cehennem ehlini de cehennemde azâb hâlinde görüyorum.” Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: “Sen işi kavramışsın iyi sarıl.”5 Cennet ve cehennem ile ilgili tasvirlerin zihinde canlı tutulması ve kulun Arş-ı Rahmân’ı görür olması onun gönül dünyâsının îmârına ve basîret gözünün açılmasına vesîle olmaktadır. Bu yüzden İmâm Ali hazretleri: “Şâyet gözümdeki perde kalkacak olsa yakînim artmazdı” buyurmuştur.

Kur’an-ı Kerîm hacca gidecek müminlere ihrâm yasaklarını saydıktan sonra dünyâ ve âhiret için azık edinmelerini emretmekte, en hayırlı azığın “takvâ libâsı” olduğunu belirtmektedir.6 Çünkü takvâ azık ve libâsı, insanı koruyan en saygın libâs ve en değerli azıktır. Nitekim Hüseyin el-Kâşî şöyle demiştir:

Elbisesiz, çıplak dışarı çıkan kimseye

Hemen delilik damgasını vuruverirler.

Dış elbisesi olmadığından ötürü bunu söyleyip

İnsanlar arasında seni rezil ve mahcûb ederler.

Düşün ki yarın takvâ ve verâ elbisen olmazsa

O korku ve dehşet gününde acaba ne yaparsın?

Kendini takvâ libâsı içinde tutmaya bak.

Ta ki iki dünyâda makbûl ve mûteber olasın.7

Allah Teâlâ îmân ehline takvâyı ve mümin olarak ölünceye kadar ona devamı emretmektedir. Hayâtın anlamı mümin olarak yaşamak ve o îmânla ölmektir. Îmânı korumada ve son nefese kadar Müslüman olarak kalabilmede takvânın etkisinden dolayıdır ki Allah Teâlâ: “Allah’tan nasıl sakınmak; O’na karşı nasıl takvâlı olmak gerekiyorsa öyle sakının; takvâ üzere olun ve Müslüman olarak ölmeye bakın”8 buyurmaktadır.

Takvâ nefsi, âhirette kendisine zarar verecek şeylerden korumak demek olup muhtelif dereceleri vardır:

1- Şirkten uzak durarak ebedî azabdan korunmaktır. “Allah onları takvâ sözü üzerinde durdurdu”9 âyet-i celîlesi bu mânâdadır.

2- Bütün günahlardan kaçınmaktır. “Eğer kasabaların halkı inanmış ve bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı…”10 âyet-i kerîmesindeki takvâ bu anlamadır.

3- Kendini Allah ile olmaktan engelleyen her şeyden el etek çekmektir. “Allah’tan hakkıyla korkun”11 âyetinde istenen gerçek takvâ da budur. Rivâyete göre bir vezir Zünnûn’un yanına gelir. Sultandan korktuğunu belirterek ondan himmet ister. Zünnûn Mısrî: “Ben, senin sultandan korktuğun kadar Allah’tan korkabilsem, sıddîklardan olurdum” der. Nitekim bir şâir de bunu şöyle nazmetmiştir:

Olmasaydı cennet ümidi ve cehennem korkusu

Dervîşin ayağı feleğin üstünde olurdu doğrusu

Korkar olsaydı vezir eğer Allah’tan

Melek olurdu, korktuğu kadar pâdişahtan.12

Takvâ îmânı koruyan bir zırh gibidir. Bu yüzden takvâ ehli kimseler takvâyı fetvâya, azîmeti ruhsata tercih ederek hayâtı dikenli bir yolda yürüyen insanın hassâsiyet ve titizliği ile yaşarlar. Takvâdan fetvâya; azîmetten ruhsata düşmek ve hele bunu alışkanlık hâline getirmek onların dînî hassâsiyetlerini zaafa uğratır.

Îmân bir ışık şûlesi gibi insan kalbini aydınlatan bir nûrdur. Ancak dış tesirlerle bu nûr her an sönmeye mahkûm olabilir. Onun korunması kalbin Allah ile olmasına, kalbin Allah ile olması zihnin inanç esâslarını, özellikle âhiret kaygısını sürekli canlı tutmasına bağlıdır. Zihinde canlı tutulan, kalbde duyguya dönüşen organlarla amel ile beslenen îmân, takvâ sâyesinde ihsâna erer. Sonuçta dünyâ ve âhiretin maksûdu hâsıl olur.

Dipnotlar: 1) et-Tevbe, 9/100. 2) Bkz. Âli İmrân, 3/133-136. 3) Fâtır, 35/28. 4) İbn Mâce, Fiten, 3. 5) Hindî, Kenzu’l-ummâl, XIII, 351. 6) el-Bakara, 2/197. 7) Rûhu’l-beyân, I, 451. 8) Bkz. Âl-i İmrân, 3/102-103. 9)  el-Feth, 48/26. 10) el-A’râf 7/96. 11) Âl-i İmrân, 3/102. 12) Rûhu’l-beyân, II, 196-197. g