Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Sulhü Olmayan Bir Cenk

Altınoluk Dergisi, 1990 – Haziran, Sayı: 052, Sayfa: 031

EBÛ MUHAMMED EL-CERÎRİ (k.s.)

Adı Ahmed b. Muhammed;Künyesi Ebû Muhammed; nisbesi el-Ceriri, ya da el-Cüreyri’dir. Cerir, Kufe yakınlarında bir yerin adı. Cüreyr ise Mekke yakınlarında bir yerin ve Kufe civarında yaşayan bir kabilenin adı. Ebû Muhammed’in nisbesi bunlardan hangisiyle ilgilidir kesinlikle bilinmediğinden, bazı kaynaklarda Ceriri, bazılarında ise Cüreyri olarak geçmektedir. Ebû Muhammed, Cüneyd’in yetiştirdiklerindendir. Sehi b. Abdullah et-Tüsteri’den feyz aldı. Fıkıh ve usul ilimlerinde üstaddı. ilminin sağlamlığı, halinin kemali sebebiyle vefatından sonra Cüneyd’in makamına geçirildi. Cüneyd’in, daha sağlığında O’na hitaben: “Ceriri, müridlerime edeb öğret! Riyazatlarına nezaret et!” diye vasiyette bulunduğu bilinmektedir. Bir yıl kadar Mekke’de mücavir olarak bulundu. Mücavereti sırasında riyazat ve edeb konusunda titizliği devam etti. Sırtını yere koymadığı, ayaklarını uzatmadığı rivayet edilir. Hübeyr senesi diye bilinen, Karmatilerin halkı kırıp geçirdiği yıl, yaşı yüzü aşkın iken vefat etti.(Hicri 321 / Miladi 933)

Tasavvuf konusunda şöyle konuşurdu:

“Tasavvuf, sulhu olmayan bir cenktir.” Yani; tasavvuf, talep, ve sulh ile ele geçmez. Ancak nefs île cenk suretiyle gerçekleşir. Çünkü tasavvuf, kahreden öldürücü bir yıldırım gibi yukarıdan aşağıya iner ve insanı olgunlaştırır.

Bir defasında: “Tasavvuf nedir?” diye sordular. Şu karşılığı verdi:

-“Tasavvuf, tahallî ve tehallî’dir.” “Yani; çirkin ve aşağı her türlü kötü huydan uzaklaşmak, güzel ve yüksek her türlü huyu benimsemektir.

Tasavvuf: “Kalb huzuru, murakabe ve dağınık olmayan bir zihinle Allah’ı zikretmen, sema’ ile vecd ve sünnete uygun amel etmendir.”

Tasavvuf: “Halleri murakabe ile edebe sarılmaktır. Çünkü zahid amelini, arif de halini murakabe eder.”Ama ikisinin de yaptığı murakabedir.

Tasavvuf ehlinin halini ve yolunu:

“Bizim işimiz, murakabe ile kalbe sahip olmak, zahiren de ilmin gerektirdiği ile kaim ve amil olmak” diye özetlerdi.

Cerîrî, Kur’an’daki: “Rabbani alimler olun!” (Al-i İmran. (3), 79) ayetini “Allah ile söyleyen, Allah’tan dinleyenler olunuz.” şeklinde yorumlayarak “sözünüz, özünüz ve kulak verdiğiniz Allah kelamı olsun. O’nunla duyun, O’nunla dinleyin, O’nunla söyleyin” demek isterdi.

ÜÇ ESAS

İmanın devamını, dinin kıvamını, bedenin salahını üç şeye bağlardı: İktifaa, ittika ve ihtima. İktifa; Allah’ı kendisi için yeterli görmekti. Allah’ı kendine kafî görenin içi durulur, iktifa sonucu marifet-i ilahiyyeye varılır, ittika; Allah’ın yasaklarından sakınmaktır. Allah’ın yasaklarından sakınanın sîreti ve yaşayışı düzelir, ittika’nın sonu ise güzel ahlaktır. İhtima; nefsi perhizkarlığa, az yemeğe alıştırmaktı. Kendisine uygun düşmeyen gıdalara dikkat eden, nefsini riyazat üzere bulundurur. İhtimanın sonucu, tabiatın itidal üzere olmasıdır.

Nefsin istilasına uğrayanın şehvetin esiri, heva ve heves zindanlarının mahkumu olacağını söylerdi. Kul nefse esir olunca, kalp manevi feyizlerden mahrum kalırdı. Dil, Hakk kelamı ile meşgul olsa da kalbi ondan haz ve lezzet almazdı.

Dinin aslî hükümleri yanında fer’î ahkam ve adaba riayetin önemine işaret ederdi. Müşahede makamına ulaşmanın, fer’î mes’elelerde ve adabta Allah’ın önem verdiği hususlara saygılı olmaktan geçtiğini söylerdi.

VECD VE SEMA

Vecd ve sema’ konusunda Cüneyd ile aralarında geçen bir hikayeyi şöyle anlatırdı:”Birgün İbn Mesrûk ve diğer bazı kimselerle Cüneyd’in huzurunda bulunuyordum. Mecliste bir de kavval, yani ilahi okuyan vardı. Kavval okumaya başlayınca İbn Mesrûk ve diğer bazıları vecdlerini artırmak maksadıyla (tevacüd) ayağa kalktılar. Cüneyd ise sakin bir şekilde oturuyordu. Cüneyd’e “Sema yapmak istemez misiniz?” diye sordum. O:

“Dağları yerinde hareketsiz olarak görürsün, halbuki onlar, bulut gibi gelip gitmede ve dönmededir.” (en-Neml, (27), 88) ayetiyle cevap verdi. Ve bana:”pekiyi sen sema’ yapmaz mısın?” diye sordu. Ben de: “Eğer sema’ meclisinde saygı duyulan, haya edilen bir muhterem zat varsa vecdimi tutar, kendime hakim olmaya çalışırım. Kimsenin bulunmadığı yerde ise, vecd ve heyecanımı salıverir, sema ederim” diye karşılık verdi.

Uzleti, halktan uzaklaşmak olarak görmez, Hakk’a yakınlaşmak olarak anlardı. O’na göre uzlet; kalabalık arasına girmek,Hakk’ı bırakıp halk ile meşgul olmasın diye sırrı korkmak, nefsi günahdan uzaklaştırmaktı, kalbi yalnız Allah’a bağlamaktı. Çünkü uzlet ve yalnızlığı, halk ile ülfet ve ihtilata tercih edenler izzete ererlerdi.

Sabrı şöyle tanımlardı: “Kalbin sükunetle nimet ve mihneti aynı görmesidir. Tasabbur ise, yani zorlanarak sabretmekse, mihnet yükünün ağırlığını kalbinde hissetmekle beraber, musibetleri sükunetle karşılamaktır.”

İnsan ile ihsan, nimetle kulluk arasında ilgi kurar, halkın çoğunun nimetin kulu olduğunu, Mun’im’in yani nimeti verenin kulu olma bahtiyarlığına erenlerin ender bulunduğunu anlatırdı.

İlk asrın yani saadet çağının insanlarının muamelesinin din üzerine bina edildiğini, daha sonra dinin za’fa uğradığını, ikinci asırda vefa duygusunun ön plana çıktığını, üçüncü asırda vefanın da kaybolup onun yerini mürüvvetin aldığını, dördüncü asırda mürüvvetin de zayî olup muamelenin temeli olarak hayanın devreye girdiğini ve hayası olmayanın da imanı olmayacağını söylerdi.

Cerîrî, hacc için Mekke’ye gitti. Dönüşte üstadı Cüneyd, kendisini ziyaret etmek suretiyle bir zahmete girmesin diye acele davranarak şeyhinin ziyaretine vardı. Ziyaretinin ertesi günü, sabah namazında Cüneyd, Cerîrî’ nin namaz kıldığı camiye O’nu ziyaret maksadıyla gelmişti. Cerîrî şeyhini görünce: “Efendim siz zahmete girmeyesiniz diye dün ben sizin ziyaretinize gelmiştim” dedi. Cüneyd şu karşılığı verdi: “Dünkü yaptığınız sizin fazilet ve lütfunuzdu. Bu ise hakkınız”

KUR’AN OKUMAK

Kur’an okumaya çok düşkündü. Kur’an’ı, Rabbi’nin yüceliğini bilmek ve O’nun hitabındaki manayı candan kavramak için okumak gerektiğini söylerdi. Cennette derecesini yükseltmek kasdıyla Kur’an okuyanın çoğun yerine aza razı olduğunu anlatırdı. Çünkü cennet mahluk, Kur’an ise ezeli ve ebedidir, derdi. Kur’an’ı dünyalık ve fani şeylere alet edenlerin ise O’nun hayrını büsbütün yitirdiklerini ifade ederdi.

Hikmet ehlindendi ve hikmetin kadrini bilenlerdendi. Derdi ki: “Allah indinde herşeyin bir hakkı vardır Nezd-i ilahideki hakların en yücesi, hikmetin hakkıdır. Kim hikmeti, ehli olmayana bırakırsa Allah Teala, ondan hikmetin hakkını ister ve böyleleri Allah Teala’ya karşı husumete düşerdi.

Bir gün bir adam geldi ve Ebû Muhammed Cerîrî’ye şöyle dert yandı:

– Ben üns makamına ulaşmıştım ve bana bast yolu açılarak bazı keşifler armağan edilmişti. Fakat bu keşfler sonunda birden ayağım kaydı ve o makamın perdesi bana kapandı. Geriledim. Tekrar o makama ulaşmam nasıl mümkün olur?

Ebu Muhammed’in gözlerinden yaşlar boşandı ve şöyle konuştu:

– Herşey yaptığın o hatanın kahrıyla yanmış. Sen nefsinin aldatmasına kapılmışsın. Ona bu halinden pay çıkarmışsın. Düşünceni tashih edip, tevbe ederek hiçliğe dön.

DİNİN SERMAYESİ

Demiştir ki, Yirmi yıl süre ile halvette bulundum. Asla ayaklarımı uzatmadım Çünkü Allah Teala, kendisiyle hüsn-i edebe başkalarından daha layıktır. Madem ki başkalarına edeb gözetiyorum, öyle ise Allah’ın huzurunda edebten nasıl uzak bulunabilirim. Ebû Muhammed Cerîrî şöyle konuşurdu: “Arifler dinin sermayesinin batınî, ve zahirî olmak üzere şu esaslar olduğunda icma’ etmişlerdir. Bunların batıni olanları: Allah sevgisi, O’ndan uzak kalma korkusu, O’nu görememe endişesi ve O’na ulaşma ümididir. Zahirî olanlar ise: Doğru sözlülük, cömertlik, alçak gönüllülük, başkasına eziyet vermemek, nefsin isteklerine sabırdır.O’nun ibadet anlayışı farklıydı. O’na göre ibadet; emrolunan şeyi yapmak, kifayet miktarından fazla dünyevî meşguliyetleri bırakmaktı.

Kişinin ameline aldanmaması gerektiğini söyler ve şunları öğütlerdi. Kim amelinin kendisini umduğuna ulaştıracağını zannederse yolunu sapıtırdı. Çünkü Peygamber Aleyhisselam: “Sizden hiçbirinizi ameli kurtaramaz.” (Buhari, Rikak; Müslim, Münafıkun) buyurmuştur. İnsanı korktuğundan kurtarmayan şey umduğuna nasıl ulaştırır? Kimin Allah’ın fazl ü ihsanına güveni tamsa, onun korktuğundan emin, umduğuna nail olacağı beklenir.

“Alim kimdir?” diye sordular, şu karşılığı verdi:

– Ahireti isteyen ve mesaisini ona hasreden, dünyadan ve dünyevî meşguliyetlerden yüz çeviren kimsedir.

Süfilerin “fena fi’l-mezkür” dedikleri zikr-i ilahi sayesinde Hakk’ta fani olma olayını şöyle anlatırdı: “Senin zikrin O’nun zikriyle bir oluncaya kadar sana bağlıdır. Senin gibi fani ve sonradan olmadır. O’nun zikri ise, çok yüce ve her türlü illetten uzaktır. Kadim ile hadis mukayese edilemez. Ancak hadis olan kadîm içinde kaybolur, “Asıl’ yani kadim olan baki kalır, teferruat ise biter ve sanki hiç yokmuş mesabesine döner. Böylece fena fi’l-mezkür ortaya çıkar.”

Avamın himmetinin soru sormaya, havassın gayretinin dua etmeye, ariflerin düşkünlüğünün ise zikre olduğunu anlatırdı. Gerçek fakir, herşeye sahip fakat hiçbir şeyin kendisine sahip olamadığı kimsedir. Fütüvveti ise;

“İnsanların faziletlerini kendinin noksanlarını görmek” olarak tanımlardı.

-rahmetullahi aleyh-

Kaynaklar: Tabakatü’s-sufiyye, s. 259-264; Hılyetü’l-evliya, X 347-348; er-Risaletü’l-Kuşeyriyye, l, 144-145; Keş-fü’l-mahcub, l, 360-361; Sıfatü’s-safve, II, 447-448; Tezkiret’l evliya (trc, Süleyman Uludağ), 612-615; Nefehatü’l-üns, (trc. Lamii Çelebi), s.189-190; ibnü’l-Mülakkin, Tabakatü’l-evliya, s.70-76; el-Ke-vakibü’d-dürriyye, II, 9-10; eş-Şa’rani, et Tabakatü’-kübra, l, 80; Mu’cemu’l-buldan.II,131.