Sufiler “Bizim yolumuz cedel değil, muhabbet ve sevgi yoludur” genel prensibinden hareket ederek başkaları ile kavga ve mücadele yerine nefs ile mücahede ve gönüller fethini şiar edinmişlerdir. Bir Batılı mütefefekkirin: “Kazanılmış her münakaşa kaybedilmiş bir dosttur” anlayışı mutasavvıfların bu tavırlarındaki haklılığını göstermektedir.
Bu anlayış ve telakkileri sebebiyle sufiler tarih boyunca kendilerine; ilim ve sistemlerine yöneltilen eleştirilere genellikle cevap vermemeyi yeğlemişlerdir. Yapılacak tartışmalarda çoğu zaman nefs öne çıkacağından gerek kendileri; gerekse karşılarındaki kişileri böyle bir tuzağa düşürmemek için bundan kaçınmışlardır. Çünkü “cedel ve münazara” adı verilen tartışma ortamları, gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacak fikri platformlardan çok, tarafların birbirlerini iskat savaşı verdikleri alanlar haline gelmektedir. Bu itibarla sufiler, aleyhlerinde yapılan konuşmalara ve eleştiri için yazılan eserlere genellikle cevap vermeme yolunu tercih etmişlerdir.
İlmiyye sınıfından olan kimseler içinde tasavvufa karşı tavırlı olanlar vardır. Ancak ilim adamları tasavvufa karşı tavırlarında iki gruptur:
1- İlim erbabından bir grup, tasavvufun ihtiva ve telkin ettiği hususları kabul etmekle birlikte tasavvuf gruplarının bir kısmında gördükleri hatalar ve farklı uygulamalar sebebiyle tasavvufa karşı çıkmaktadırlar. Bazan bu yanlışlıklar genelleştirilerek bütün tasavvuf camiası hedef haline getirilmektedir.
2- Diğer bir grup ise ilmin insana verdiği güven, kendini beğenme ve kıskançlık duygusu ile tasavvuf ve tarikatlara karşı çıkmaktadır. Böyleleri: “Benim bu kadar ilmim ve şu kadar te’lifim var, halk niçin benim değil de falan şeyh efendinin arkasından gitmektedir?” diye düşünerek böyle bir tavır sergilemektedir.
Bir kurumun hata ve kusurlarını eksik ve fazla yanlarını görmek başka, onu hata ve kusurları sebebiyle reddetmek başkadır. Görebildiğim kadarıyla Tasavvuf ve tarikat aleyhdarı düşünceleri seslendirmek ve anafikir olarak aynı temayı işlemek günümüz şartlarında oldukça yaygınlık arzetmeye başlamış bulunmaktadır. Çağdaş İbn Teymiye muakkıbleri tasavvufun bütününe karşı çıkmaktadırlar. Oysaki İbn Teymiye sufileri gerçek sufiler, yal sufileri ve suret (şekil) sufileri olarak tasnif etmekte; birini tamamen kabul etmekte, birine kısmen karşı çıkıp kısmen benimsemekte, diğerine ise tamamen karşı olduğunu belirtmekteydi. (bk. Mecmu-ı Fetava İbn Teymiye, XI, 18 vd.)
İslâmi telakkide insanın nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi zarureti açıktır. Allah Tealâ peygamberini tezkiye görevi ile görevlendirmiş, nefslerini tezkiye edenlerin ancak, kurtuluşa erebileceklerini belirtmiştir. Tezkiye, insan fıtratına uygun düşen model şahsiyetlerle oluşmaktadır. Bu yüzden Kur’an Hz. Peygamber’i ve peygamberleri model şahsiyet anlamına gelen “üsve-i hasene” tabiri ile takdim etmektedir. Bu bakımdan tasavvufta şeyhin “örnek ve model şahsiyet” olarak görülmesi elbetteki İslâmi telakkilere ters değildir. Ayrıca Hz. Peygamber kendisini ümmetinin babası olarak takdim etmiş, Kur’an onun eşlerini ümmetin anneleri, ümmet ferdlerini de birbirinin kardeşleri olarak görmüştür. Böyle bir eğitim kurumunda sıcak bir aile ortamı ortaya çıkmıştır. Tarikatlarda da şeyhle müridin birbirlerine karşı olan durumu, baba-oğul ilişkisi gibidir.
Tasavvuf çevrelerinde varlığı öne sürülen bir takım bid’at ve hurafeler aslında geneli itibarıyla İslâm toplumunun problemidir. Çünkü İslâm toplumlarında bilgi seviyesi düştükçe sünnetten uzaklaşma artmış, onun yerini bir takım bid’atler almıştır. Bunu sadece tasavvuf ve tarikat çevrelerine münhasır bir tavır gibi görmek yanlış olur. Cehalet, hangi kesimde bulunursa bulunsun orada mutlaka bir takım bozuklukların meydana gelmesine etki eder. Manevi hayatımız, içine iman ve ahlâk tohumunun ekildiği bir tarla gibidir. Bu tarlanın mutlaka ilim ve irfan çapası ile çapalanması; ibadet ve taat suyu ile sulanması gerekir. İlim ve irfan çapası ile çapalanmayan manevi hayat, kısa zamanda bid’at ve hurafe gibi yoz ayrık otlarıyla bozulacağından şüphe yoktur. Yoz otların kendini göstermeye başladığı bir tarlanın nasıl bütün fidanlarıyla köklenmesi gerekmiyor, aksine görülen yabani ve yoz otların temizlenmesi yeterli oluyorsa manevi hayatımız da böyledir. Zaman zaman bid’atlerle yozlaşan manevi hayatın ilim ve irfan çapasıyla çapalanıp bid’at yozluklarından kurtarılması gerekir. Bu iş zaten tasavvufun içinden insanlar tarafından hep yapılmış, görülen bid’atler atılmış, bozukluklar düzeltilmeye çalışılmıştır. Nitekim İmam-ı Rabbani gibi “Müceddid” unvanı ile anılan büyükler, bu özellikleri sebebiyle bu adla anılmışlardır.
Tasavvuf ve tarikatlar, bugünün modern pedagojisinin “rehberlik” adıyla sunduğu hizmetleri yıllar yılı gerçekleştirmiş kurumlardır. Bugün “Rehberlik”: “Eğitimin ferdileştirilmesi olayıdır” diye tanımlanmaktadır. Yani rehberlik, her genel kuralın her şahsa göre uygulanışında farklı boyutlar bulunabileceğini nazar-ı itibara alma işidir. Bu da kişilerin karakter yapılarını çok iyi biçimde tanımayı gerekli kılmaktadır.
Her toplumda her türden insan vardır. Herkese uygulanacak rehberlik birbirinden farklıdır. Hz. Peygamber’in etrafında bulunan büyük sahabileri bile ele aldığımız zaman her birinin ayrı bir yapıda olduğunu görüyoruz. Meselâ hulefa-i raşidin olarak bilinen Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali bile birbirinden farklı özelliklere sahiptiler. Hz. Ebu Bekir teslimiyetle “sıddikıyet” makamına ererken Hz. Ömer açıksözlülük ve adalet sayesinde “farukıyyet” makamına erişmiştir. Herbiri tek tek çok güzel insanlar olan bu abide şahsiyetler, birbirinin kopyası gibi aynileşmiş kimseler değillerdi. Aksine herbiri kendi karakter yapısı istikametinde Allah Rasulü’nden istifade etmişlerdi.
Tasavvuf, teslimiyet boyutu öne çıkan ve sevgi esası üzere insanları eğiten bir sistem olduğu takdirde orada Hz. Ebu Bekir meşreblilerin bulunması gayet doğal. Ayrıca tasavvuf ve tarikata intisab işi, herkes için olmazsa olmaz bir şart değil. Şeyh-mürid ilişkilerini sevgiye dayalı bir baba-oğul ilişkisine benzetmek mümkün. Nasıl sahabiler kendilerini şirk bataklığından kurtarıp iman iklimine taşıyan peygambere karşı güçlü bir sevgi duyuyorlar ve bunu “Anam babam sana feda olsun!” tabirleri ile seslendiriyorlarsa aynı şekilde müridin de gönlüne iman ve zikir lezzeti zerkeden mürşidini böyle görmesi ve ona bu anlamda sevgiyle bağlanması doğal karşılanmalıdır. Şeyhlerini tanrı gibi gören kişiler mürid değil, ancak mülhid olabilirler.
Şeyhi, Allah ile kul arasında “aracı” olarak görmek meselesine gelince bu da yanlış bir yargıdır. Çünkü şeyh, bir mürşid, bir mürebbî ve bir örnek şahsiyettir. Şeyhe yapılan râbıta eğer şeyhi aracı gibi görmeyi gerekli kılıyorsa bu da râbıtayı tam anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Râbıta bir sevgi olayıdır, “sevgi ile aynîleşme” demektir. İnsanda beğendiklerine benzeme arzusunun eğitim aracı olarak kullanılmasıdır. Psikolojideki ifâdesiyle “identification” (aynîleşme)’dir. Tasavvufta şeyh bir aracı değil, olsa olsa bir modeldir.
Bugün sufilerin en çok ithama maruz kaldıkları konulardan birisi “keramet” mes’elesidir. Keramet konusunda “Rabbın senden istikamet istiyor, sen ise keramet peşinde koşuyorsun” ifadeleri ile Sûfiler, kerametin asla bir amaç gibi değerlendirilemiyeceğini ifade ettikleri halde her nedense daima keramet taraftarı gibi bir ithama maruz kalmışlardır.
Eserlerinde keramet ve menkıbe türü bir takım olağanüstülüklere fazla yer verdiklerinden eleştirilmişlerdir sufiler. Bugünün modern pozitivist dünyasında süpermen filmlerini ilgi ile izleyen çağdaş insanların bu ilgisini görmezden gelip sufilerin eserlerindeki menkıbelerin gündeme gelmesi ilginçtir. İnsanın kahramanlık duygularının geliştirilmesi için bu tür kitap, film ve gösterilerle eğitilmesi gereği açıktır. Tasavvufi menakıb kitaplarındaki bu tür ifadeleri böyle bir ihtiyaçtan doğmuş şeyler olarak düşünmelidir.
Tasavvuf ricalinin uygulamalarındaki bir takım tasarrufları belli gerekçelerle tenkid edilebilir. Şu veya bu prensibe, şu veya bu gerekçe ile karşı çıkılabilir. Ama bir de oturup bu müesseselerin bugüne kadar neler yaptıklarına bakmak gerekir. İslâm’ın ihsan boyutunda yaşanmasını sağlamak ve İslam’daki zühd telakkisini hayatın mihveri haline getirmek üzere kurulmuş olan bu kurumlar gerek ferd planında, gerekse toplumsal planda çok önemli hizmetler ifa ve icra etmişlerdir. İnsanlar için en zor şey, yazılı kuralları örneksiz uygulamaktır. İnsanlar ahlaki erdemleri kitaplardan okuyup öğrenip uygulamaktan çok, onları uygulayan insanların yanında ve yöresinde o güzellikleri görüp meftun olarak algılamaktan hoşlanırlar. Tasavvuf ve tekke muhitlerinde insanlar gerek mürşidlerinden, gerekse birbirlerinden gördükleri güzel davranışları özümseyerek algılarlar. Sehavet ve cömerdliğin güzelliğini anlatmak üzere yazılacak cildler dolusu kitaptan, sehavet anlayışını uygulayan bir insanın davranışı insanlar üzerinde daha etkili olmaktadır.
Tarikatlar dini hayatın belli bir canlılıkta yaşanmasını sağlayan bir cemâat oluşturmaktadır. Özellikle çağdaş toplumlarda çağdaş etkinliklerin yıpratıp bunalttığı insanlar, tasavvuf çevrelerinde bir yürek enginliğine erişmekte, sosyal ve toplumsal bir takım baskı ve etkileri bu cemâat gücüyle savuşturabilmektedir.
Kitlelerin İslâm’la tanışması her topluma göre değişik şekillerde olmuştur. Arap olmayan milletlerin İslâm’la tanışması daha çok tasavvuf aracılığı ile olduğundan bu bölgelerin insanlarının tasavvuf ve tarikatlara ilgisi çok daha farklıdır.
Geçen sayımızda Dağıstan Gezi Notlarını okuyanlar oradaki dini hayata tasavvuf ve tarikatların katkısını görmüşlerdir. Bugün Kafkaslar’da Dağıstan ve Çeçenistan bölgesinde halkın yetmiş yıllık Komünist diktasına rağmen dini canlılığını koruması tasavvufun böyle zamanlarda nasıl bir koruyucu özelliği gördüğünü göstermektedir. Aslında tasavvuf ve tarikatlar, dar ve zor zamanlarda çok daha önem kazanmakta halkın vicdanlarında din heyecanının korunmasını sağlamaktadır.
Topluma fedakârlık ve feragat duygularını en güçlü biçimde telkin eden mekanizma, toplu yaşanılan yerlerde başkalarını kendine tercih anlamına gelen isar anlayışıdır. Tekke ortamında önce şahsi eşyasından ve mülkiyet duygusunun esaretinden kurtulan insanlar, Hakk için birer halk fedaisi haline gelmektedir. Toplumsal sevginin ve insanları Allah için sevme duygusuyla paylaşım anlayışının en iyi biçimde verildiği yer de tekke ortamları olmuştur tarih boyunca. İbadetlerin kuru ve şekli bir takım hareketlerden ibaret kalmasını önlemek gönül enginliğine, kalbdeki huşu duygusuna bağlıdır. Bunu en iyi biçimde sağlayacak olan hususlardan biri ise tasavvufi eğitimdir.