Altınoluk Dergisi, 1999 – Haziran, Sayı: 160, Sayfa: 020
İnsan hayatının temel problemlerinden biri de “Öncelikler” meselesidir. İnsan sosyal bir varlık olduğu için önceliklerin belirlenmesinde ferdi psikoloji kadar toplum yapısının ve sosyal çevrenin etkisi de oldukça önemlidir. Fıtrat gereği bir takım tabii yönelişler, zaman zaman sosyal etkilerle yön değiştirmekte; toplum yargılarının tesiriyle farklı tezahürler olarak ortaya çıkmaktadır.
Yaratılış hikmeti, Kur’an ifadesiyle “kulluk” olarak belirlenen insanoğlunun fıtratına uygun biçimde vaz’edilen ilahi din İslam’ın: “Allah’ın emirlerine ta’zim ve Hakk’ın yarattıklarına şefkat ve merhamet olarak” özetlenen temel ilkesi, aslında bir müslümanın önceliklerini de ortaya koymaktadır. İslam’ın doğuşu ve Kur’an’ın iniş süreci incelendiğinde oradaki sıralama da, öncelikler konusunda ipuçları vermektedir. Kur’an ayetlerinin onüç yıllık Mekke döneminde ilk nazil olanları tevhid inancı ile ahlak ilkelerinde yoğunlaşmaktadır. Tevhid ilkesi ve ahlakın ardından Mekke döneminin son yıllarında namaz gibi ibadet ahkamı öncelikler sırasına katılmış; ardından Medine’de oruç ve zekat gibi diğer ibadet emirleri ile gündelik hayatın hukuki temelleri ve muamelat ahkamı, ardından hukuk düzeninin temellerini korumaya yönelik ukubat hükümleri inerek sistem tamamlanmıştır.
Aslında bu geliş sırası, insan fıtratının kabulüne ve toplumun sistem olarak uygulamasına uygun bir yapıdır. İnsanın Allah ile ilişkilerinin tevhid temeline dayalı olarak düzene sokulması, İslami hayatın temelidir. Bunun yolu da eğitimden geçmektedir. Tevhid inancı ve teslimiyet ile gönül dünyası aydınlanmış kimselerden oluşan toplumlarda sosyal hayatın temeli, başkalarına faydalı olan, eliyle ve diliyle topluma zarar vermeyen bir yapıya ulaşmaktadır.
İslam tarihinde her biri bir meslek sahibi olarak yetiştirilen “ahi dervişleri” ve fütüvvet teşkilatı mensuplarının fütüvvetin esası olarak belirledikleri, “Eline, diline, beline sahip ol!” anlayışı sosyal hayattaki duyarlılığı ifade etmektedir. Bu ölçüler, Rasulullah’ın “Gerçek müslüman elinden ve dilinden başkalarının selamette kaldığı kimsedir.” (Buhari, Rikak, 26; Müslim, İman, 64) hadisiyle, nefsin hevasına tabi olup onu tanrılaştırmayı kınayan (el-Furkan, 25/43; el-Casiye, 45/23) ayetlerin hükmüdür.
Bu ilkeler Yunusumuz’un dilinde şöyle ifadesini bulmuştur:
Sövene dilsiz gerek-Dövene elsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek-Sen derviş olamazsın.
“Gönül eri-alperen” anlamına gelen “derviş”, gerek Hakk ile ilişkilerinde, gerekse halk ile münasebetlerinde böyle bir gönül duyarlılığına ermiş olmalıdır.
Başkalarının derdini paylaşmak, kardeşinin acısını ve sancısını yüreğinin derinliklerinde hissetmek, bugün âdetâ bir fantezi ve lüks gibi algıladığımız ve tarihteki uygulamalarını efsane ve mitoloji sandığımız güzelliklerdir.
Saadet çağının altın sayfalarında çok farklı örneklerini gördüğümüz bu güzelliklerin gönül erlerinin hayatında da ibretli nümuneleri pek çoktur. Seriyy-i Sakati’nin dükkanı yanan diğer kardeşlerinin acısını düşünmeden, kendi dükkanının kurtulmuş olmasının ardından “elhamdülillah” demesinden dolayı kırk yıldır tevbe ettiğini ifade etmesi, bunun örneğidir. Arkadaşlarıyla birlikte idama mahkum edilen Ebu’l-Hüseyn Nuri’nin idam için “Hanginizden başlayalım?” sorusuna: “Benden” demesi üzerine celladın: “Kılıç öyle koşarak gidilecek bir şey değil! Neden önce boynunun vurulmasını istiyorsun?” sorusuna: “Kardeşlerimin benden bir dakika daha fazla yaşamalarını istiyorum da ondan” cevabı ile yargıyı şaşkına çevirmesi ve ardından kurulan yeni bir mahkeme ile hem kendinin, hem de arkadaşlarının başını kurtarması bu konuya bir başka örnektir.
İnsanlara; bilhassa dertli ve hastalıklı insanlara hizmeti bir ibadet görüp, vecd içinde hareket eden gönül erbabı, kemalin yolunun buradan geçtiğini söylemişlerdir. Tasavvufu başkalarının yükünü taşımak, başkalarına kendi yükünü taşıtmamak olarak görmüşlerdir. Nitekim Ubeydullah Ahrar: ” Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından okuyarak değil, halka hizmetle elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler, bizi de hizmet yolundan götürdüler.” derdi. Mevlana Kutbeddin medresesinde yatalak birkaç hastanın bakımını üstlenmişti. Her gün belli zamanlarda bu hastaların altlarını temizler, karınlarını doyururdu. Nihayet bu hastaların mikrobu kendisine de geçti. Fakat sıtmalı haliyle yine bu hastaların hizmetini aralıksız sürdürdü. Altlarını temizledi, sularını getirdi, karınlarını doyurdu.
İnsanın sosyal çevreden olduğu kadar fizik çevreden de etkilenip tesir aldığı bilinmektedir. Tavır ve davranışların sari oluşu gibi psikolojik haller de ?geçici’ ve birbirini etkileyicidir. İnsanların yaşadıkları fizik çevrenin insan davranışlarına etkisi kadar yenilen gıdaların helal ve haram oluşu ile türlerinin de tesiri bulunmaktadır. Helal lokma ile beslenen vücudlarda helal ve meşru davranışlarla iyilik, güzellik ve muhabbet tezahür eder, haram ile beslenen vücuddan ise daha çok yasak davranışlar ve hoşa gitmeyen tavırlar zahir olur. Tasavvuf ehlinin ” helal lokma azaldıkça marifet ve hak mefhumu azalır ve kaybolur” telakkisi bu açıdan önem arzetmektedir.
Helal lokma konusunda yasaklanan şeyleri yemek kadar, kul hakkı da son derece önemlidir. Hatta belki daha da mühimdir. Dün ineği komşusunun çayırında izinsiz otladı diye akşam sağdığı sütü komşusuna gönderen hak duyarlılığındaki insanımız, hristiyan komşusunun müslüman olmasına vesile olacak bir incelik örneği sergilemişti. Bugün bunları pek çok örneği tarihimizde kalmış güzellikler olarak algılamak yerine, günümüze taşımanın kaygısında olmalıyız.
İnsanın hak konusundaki titizliği onun toplumdaki güvenilirliğini artıran bir husustur. Sadece şahsi çıkarlarını önde tutan pragmatist ve ferdiyetçi yaklaşım aslında insanın fıtratında vardır. Ama insan bu zaafını aldığı irade eğitimi ile frenlemesini bilmeli ve herkesin güvenini kazanmalıdır. İnsanın hak konusunda titizliğinin sınanacağı en önemli nokta menfaat ve çıkar ilişkileridir. Hz. Ömer’in insanları tanıma ölçüsü olarak seslendirdiği “komşuluk, yolculuk ve alışveriş” herkesin menfaatleriyle hak sınırı arasındaki o hassas ve ince hareket alanıdır. Ayrıca elde ettikleri mansıb; yani dünyevi makam ile maddi varlık da insanların zaaflarını ortaya koyduğu alanlardır.
Günümüzde müslümanlar ekonomik durumları düzelip belli mansıplar elde ettikçe acaba bunları büyük bir olgunlukla hazmedebiliyorlar mı, yoksa mansıb ve dünyalığın cazibesi onları öğütüyor mu? Yaptıkları yanlışlara ve irtikap ettikleri haramlara “N’apalım herkes böyle yapıyor” diye kılıf mı buluyorlar? Biz olması gerekenle olanı birbirine karıştırıp titizliğimizi mi kaybettik? Belki de duyarsızlığımız: “Günah ve haramların yaygınlaşmasının bunların meşruiyetine zemin hazırladığını” sanmaktan kaynaklanıyor. Bugün bunları sorgulamamız lazım: Devlet malına bakış, kul hakkı, insani ilişkileri noktasında hangi konumdayız. Çıkınını açtığı yerde torbasına giren karıncayı yerinden etmemek için birkaç günlük yol kat’etmeyi vazife sayan bir anlayıştan, alacaklısı bulunduğu kimsenin ev ve ağacının gölgesi altında gölgelenmeyi faiz sayan telakkiden ve izinsiz girdiği bağdan kopardığı üzüm salkımının parasını üzüm dalına asan düşünceden bugün hangi noktalara geldik?
“Başkaları deveyi hamuduyla yutuyor”, “Elin doğrusu biz miyiz” anlayışı bizim hayat ölçümüz mü olmuş yoksa?
İnsan olan yerde mutlaka haram ve günah bulunabilir. Günah ve kusurdan arınmış insan bulunmaz ama günaha batmış haline çıkış; perişanlığına mazeret ve haksızlığa meşruiyet arayarak halinden memnun bir görüntü vermek de herhalde uygun olmaz.
Bu yüzden müslümanın önceliklerini yeniden gözden geçirmesi gerekir. Onlar da iman, ahlak, ibadet ve muamelat sırasına göredir. Küçülen bir köy haline gelen dünyamızda medya, bilgisayar ve internetle yeni nesillere bu öncelikleri kendi hayatımızdan örneklerle en iyi biçimde aktarmalıyız.
Mekteplerin tatile hazırlandığı şu günlerde bu öncelikler sıralamasını da gözönüne alarak çocuklarımızın Kur’an’ı öğrenmeleri için bir seferberlik başlatılarak yaz tatili bu amaçla değerlendirilmelidir.
Ayrıca sekiz yıllık temel eğitim okullarını bitiren yavrularımızın İslami bilgilerini artırmak üzere bir yıl süre ile Kur’an Kurslarına yönlendirilmesi önem arz etmektedir. Bu durumdaki yavrularımızın bir yıl süreyle Kur’an eğitim merkezlerinde bilgisayar, yabancı dil eğitimi ve her tür spor imkanı içinde eğitim almalarını sağlayacak bir altyapı hazırlığı yapılmalıdır. Temel eğitimin sekiz yıla çıkarılmasıyla Kur’an eğitimi sekiz yıllık eğitim sonrasına taşınması zorunlu bir hal almış bulunmaktadır. Büluğ çağına ermiş bu yavruları pedagojik şartlara uygun biçimde eğitim sunan Kur’an merkezlerinde eğitirsek; geçmişin yanlışlarını bırakıp oyunu kuralına göre oynarsak çok hayırlı bir hizmete ön ayak olmuş oluruz.
Bu bakımdan Kur’an Kurslarının fiziki ve sosyal şartları gözden geçirilerek mutlaka emsali eğitim kurumlarının seviyesine çıkarılmalıdır. Bu kurumlara devam eden çocuklar eziklik hissetmeden, kendilerinin bu kurumların öğrencisi bulunduklarını söyleyebilmelidir. Bu da bu müesseselerin standardının yükseltilmesine bağlıdır. Bu yüzden bu yıl hiç olmazsa her vilayette bir tane olmak üzere yüz ağartacak Kur’an merkezleri açılmalı veya var olan kursların seviyesi bu konuma getirilmelidir.