Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

SOMUNCU BABA

23.09.2011 / AKSARAY

İnsanlık tarihinin en önemli problemlerinden biri, belki de birincisi insanoğlunun diğerini ötekileştirmesidir. Ötekileştirme ile başlayan bu problem, ötekiyle birlikte yaşayamama ve nihayet onu yok etmeye kadar varan sonuçlar doğurmaktadır. Ötekini yok etme problemi, neticede medeniyetler savaşlarına kadar varmaktadır. İnsanlık tarihi bunun acı örnekleriyle doludur.

Üzerinde yaşadığımız coğrafya bu tür medeniyetler savaşının en çarpıcı örneklerini on üç ve on dördüncü asırlarda en derin şekilde yaşamıştır. O günkü tabiriyle Frenkler denilen Haçlıların öteki saydıkları Müslümanlara hayat hakkı tanımayan ve yok etmeyi hedefleyen mücadeleleri, Ortadoğu ve Anadolu’yu kan gölüne çevirmişti. Aynı yüzyıllarda Anadolumuz doğudan gelen bir başka öteki belası ile sarsılmıştı. O da gittikleri yerlerde taş taş üstünde bırakmayan Moğollardı.
Bu topraklarda Müslüman ve Türk varlığını hazmedemeyen bu güçler, halkın ve devletin başına bir ateş gibi düştü. Bu ateş Anadolu Selçuklu ağacını yakıp kuruttu. O ağacın dibinden yeni bir fidanın boy atması için himmet ve gayretlere ihtiyaç vardı. İşte bu süreçte kuruyan Selçuklu çınarının dibinden filiz yeşertme çabasına soyunanların başında gönül dünyamızın mimarları mânâ erleri olan Alperenler gelmektedir. Onların çaba ve gayretleri sayesinde yeni bir fidan filiz verdi. Daha sonra çınar olacak bu filiz, Osmanlı ağacıydı.
Osmanlı fidanını yetiştirenler insanları ötekileştirmekten çok, beraber yaşamaya odaklanmış ve bu toprakların herkese yetebileceğine inanan insanlardı. Onlar gıdasını dini ve dünyevi ilimlerin talim edildiği medreseden, ısı ve hararetini ise İslami hoşgörünün öğretildiği tekke ve tasavvuf muhitlerinden alıyor ve kuşandıkları izzet kılıcıyla milleti koruyorlardı.
Medrese, tekke ve ordu üçlüsü parçalanan ve dağılan Türk boyları ile diğer Anadolu halklarını gönül birlikteliği içinde yeni bir oluşuma hazırlamaktaydı. Aynı yüzyıllarda Anadolu’ya doğudan; Türkistan ve Mâverâünnehir bölgesinden Yesevi dervişleri, Bâbâiler, Ahîler ve Alperenler gelmeye devam ediyordu. Endülüs’ten gelen İbn Arabi ile Orta Asya Belh’ten gelen Mevlânâ âilesinin Anadolu’daki varlıkları aynı yüzyıllara rastlamaktadır.
İşte bu yüzyıllarda Türkistan’dan gelen mânâ ve gönül erlerinden birisi de Somuncu Baba ailesidir. Memleketi, yaşadığı ve vefat ettiği yer ile ilgili bilgiler çok net olmayan ve bugünkü toplantıda ilim adamlarımızca tartışılacak olan “Somuncu Baba”, Diyanet İslam Ansiklopedisi’ndeki ilgili maddede verilen bilgilere göre Aksaray’da doğmuş ve orada vefât etmiştir.  Bu yüzden Hamîdüddin Aksarâyî diye anılır.
Somuncu Baba renkli kişiliği ve farklı özellikleriyle bugün için de çok önemli model bir şahsiyettir. İyi bir medrese eğitimi ve tasavvuf terbiyesi gördüğü anlaşılan Somuncu Baba, yaşadığı dönemin şartlarının gereği zıd ve karşıt gibi görünen düşünceleri telif etmiş, farklı özellikleri kendinde birleştirmiştir. Bu özelliğiyle farklılıkların bir arada, hatta bir insanda cem’ olabileceğini göstermiştir.
Somuncu Baba bir yandan Şam’da intisab ettiği Bâyezid zaviyesinden aldığı Sünnî/Bâyezîdî ve Nakşî geleneği temsil ederken, diğer yandan Erdebil tekkesinden aldığı Safevî ve Alevi geleneği temsil etmekteydi. Hatta o bu özellikleri sebebiyle câmiu’t-turuk ya da mecmau’t-turuk; yâni “yolların birleşme noktası” olarak anılır.
Somuncu Baba’nın bir başka özelliği ahîliğin bir gereği olarak bir meslek sâhibi olması, el emeği ile geçinmek için fırıncılık yapmasıdır. Somuncu Baba fırıncılık mesleği yaparak pişirdiği ekmekleri halka satmak suretiyle mütevâzî bir hayat yaşamıştı. Onun ilmine, engin irfanına rağmen kendini bir fırıncı gibi gizlemesi, meşrebindeki melâmettendir. O bu tercihi ile kendini sıradanlaştırmış ve kendisi için toplumda bir statü elde etme kaygısına düşmemiştir. Zira gerçek melâmet, Hakk’a yakınlığını belli bir davranış ve özel kıyâfetle sergilemeyi düşünmeden herkesle beraber ve herkes gibi iş-güç peşinde olmaktır. Kulluğunu sessiz sedasız yerine getirmektir. Görünürde halkla, gönülde Hakk’la beraber bulunmaktır. Çalışma, gayret ve üretmenin ısrarlı takipçisi olmaktır.
“Ticâret, alışveriş ve dünyevi herhangi bir meşguliyetin Allah’tan alıkoymadığı insan”  tipi ancak bu neşve ile gerçekleştirilir. Halka örnek olmada en etkili yol, bu şekilde halkın arasına girerek onlardan biriymiş gibi davranıp model olmaktır. Somuncu Baba’nın fırıncılıktan maksadı da para kazanmak değil, kendi kemâlini gizleyerek onlara yaklaşmak ve örnek davranışlarıyla onları eğitmekti.
Somuncu Baba diğer yandan halka: “Müminler somunlar” diye dağıttığı ekmeklerle fütüvvet ve diğergamlık örneği sunmuş ve bu sayede halk arasında sıcak bir sevgi ve saygı hâlesi oluşturmuştur. İnsanlar onun dağıttığı ekmeklerden teberrüken alabilmek ve ona yakın olabilmek için âdeta yarışır olmuştur. Böylece o hem halkın, hem de ulemânın nazarında zamanın kutbu unvanını kazanarak gönüllerde taht kurmuştur.
Onun yetiştirdiği Hacı Bayram-ı Velî’nin gönle girmeyi, bir gönül hakketmeyi, kitap telifinden daha değerli gören anlayışı ile etrafındaki talebelerini burçak ekip ziraat yapmaya yönlendiren tavrı, Somuncu Baba’nın düşünce ve anlayış tohumlarının meyvesidir. Anadolu, Kafkas ve Balkan coğrafyasına yayılan bu anlayış Osmanlı toplum yapısına üretken, ötekine saygılı ve başkasının gönlünü kazanmayı ibadet sayan bir seviye kazandırmıştır.
İnsanlığın ötekileştirme ve ötekisine hayat hakkı tanımayan bencil tavrından kurtulabilmesi için Somuncu Baba gibi tarihi şahsiyetlerden öğreneceği çok şeyler olduğuna inanıyorum. Bu yüzden biz hem kendi milletimize, hem de topyekün insanlığa bu tür değerlerimizi çok iyi tanıtmalıyız ki tarihte büyük başarıyla gerçekleştirdiğimiz farklılıklarla birlikte yaşama tecrübemizi başkalarına da aktarabilelim. Bugün bu modellere her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu açıktır.