Altınoluk Dergisi, 1997 – Subat, Sayı: 132, Sayfa: 005
Ortalık toz duman. Bir bardak suda fırtına koparmak isteyenler, bulanık suda balık avlama heveslileri, meğer hep bugünleri bekliyorlarmış!.. Medyanın ortaya çıkardığı bir iki olay, Türkiye’de tarîkat, tasavvuf ve şeyh gibi kavramların yeniden tartışma zeminine çekilmesini sağladı. Birileri çıkıp bütün tasavvuf ve tarîkat kurumlarını itham ederken: “Benim kavgam filan ve filan değil, tasavvuf ve tarîkatlerin tümüdür!” diyerek hem ağızlarındaki baklayı çıkarıyor, hem de asıl amacın üzüm yemek değil, bağcı dövmek olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Kurt kuzuya demiş ki: “Suyumu bulandırıyorsun! Bak seni yerim!” Kuzu: “Ben senin nasıl suyunu bulandırabilirim ki, ben aşağıdayım sen yukarı taraftasın?!.” karşılığını vermiş. Kurt bütün kararlılığı ile: “Benim niyetim seni yemek; şimdi bahane arıyorum!” demiş.
Genelde İslâm’ın ve özelde tasavvuf ve tarîkatlerin ülkemizde ve bütün dünyada giderek ilgi odağı haline gelmesinin, kimilerini uzunca bir süreden beri rahatsız ettiği muhakkaktır. Özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinde insanların dînî bir arayış içerisine girdiği dikkat çekici konulardan biri. İşte bu gelişmeler, birtakım çevreleri tedirgin etmekte.
“Bugün tarikat muhitleri acaba tarihte olanla aynı noktada mı, yoksa farklı birtakım özellikler mi arzetmektedir?”
Evet, tekke ve zaviyelerin açık olduğu, tarîkat faaliyetlerinin serbest bulunduğu dönemlerde bu müesseseler, kendileri için bir “kiler” fonksiyonu gören vakıflar ile bir yaygın eğitim kurumu olarak hizmet görmekte ve sivil hizmet kurumları görevi ifa etmekteydi. Medrese ve ordu gibi diğer sosyal müesseselerdeki bir gerileme dönemi, bu kurumlarda da yaşandı. Cumhuriyetin ilk yıllarında kapatılarak resmen sosyal hayatın dışına itildi. Ancak toplumsal zemini bulunan bir müessese, öyle sadece yasaklamakla ortadan kalkmadı. O yüzden tekkeler kapanmakla birlikte tarikat faaliyetleri büsbütün durmadı. Belki gönül dergahlarına çekildi. Dînî hayatın canlanmasıyla birlikte de yeniden gelişim sürecine girildi.
Aslında tarîkat, ruhî yükselişin gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir seyr u sülûk ve ahlak mektebidir. Burada insanlar, bir aile ortamı sıcaklığında paylaşım ve sevgi ile eğitilirler. Amaç ve hedef, insanları dünyaya dalmaktan kurtarıp ahiret kaygısı ile Mevla’ya erdirmektir. Dünyanın bir gaye olmadığını öğretmektir. Kulluğu gerçekleştirmektir. Hayatı, ilahî bir murakabe ve ihsan kıvamında yaşamayı sağlamaktır. Bu da ancak bir model şahsiyetin etrafında halka olarak gerçekleşir. İlahî emir ve yasakların tebliğ ve uygulayıcısı olan Peygamberimiz’e “üsve-i hasene” (örnek şahsiyet) sıfatının verilmiş olması bundandır. O, bu özelliği sayesinde “altın nesil” olarak bilinen sahabe topluluğunu yetiştirmiştir. Allah Rasûlû’nün bu model şahsiyet özelliği, tasavvuf kurumundaki “mürşid” unvanıyla özdeşleşerek sürüp gitmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bu yüzden mürşid olan şahısta aranan şartlar, genelde nebevî hasletlerdir. Onlar da “sıdk, emanet, fetanet, teblîğ ve ismettir.
Sıdk, mürşidin söyledikleri ile yaşadıkları arasında bir uyum olması demektir. Sözü başka, uygulaması farklı kimselerin nebevi mîrasa varis olamayacağı, dolayısıyla irşad makamını ihraz edemiyeceği açıktır.
Emanet, “güvenilir” olmak demektir. İnsanın güvenilirliği en çok menfaat ilişkilerinin söz konusu olduğu zamanlarda gündeme gelir. Güvenilir insan, şahsî çıkarlarını asla başkalarının çıkarları üstünde görmez ve dünya malına değer vermez. Dünya, insanları aldatan ve ayaklarını kaydıran tuzaklardan biridir. Bu yüzden Rûhu’l-beyan müellifi Bursalı İsmail Hakkı, “Şeyh olacak zat, hubb-i dünya ile müttehem olmamalıdır.” derken aslında dünya sayılan kadın, para ve makam konularından uzak kalmayı gündeme getirmiştir. Ya da başka ifade ile “servet, şehvet ve şöhret” üçlüsünden uzak durmayı tavsiye etmiştir.
Öteyandan şeyhlerin kadınlarla ilişkilerinin şer’î düzeyde olması gerekir. Yani şeyh, hanım müridleri ile fıkhî olarak “halvet-i sahîha” sayılan bir biçimde başbaşa kalamaz! Yalnız başına veya mahremsiz görüşemez! Bu şartlar uygulansa, herhalde bugün medyaya yansıyan boyutuyla yanlışlık ve sapmalar meydana gelmezdi.
Şeyhlerin özellikle kaçındıkları konulardan biri de, şöhret tutkusu olmuştur. “Şöhret afettir” ilkesinden hareketle şeyhler, makam sevgisinden, itibar ve iltifat tutkusundan geçmişler şöhret ve alkış hatırına yanlış yapmamaya özen göstermişlerdir.
Peygamberlerde ve dolayısıyla onların izinde irşat hizmeti gören mürşidlerde bulunması gereken bir başka özellik, fetanet; yani zekî ve becerikli olmaktır. Nerede ne söyleneceğini bilecek bir incelik ve zeka, elbette zarurîdir. Fetanet sahibi bir şeyh, ufku geniş ve kuşatıcıdır.
Nasıl peygamberlerin görevi teblîğ ise, mürşidlerin görevi de irşad ve davettir. Halkı Hakk’a çağırmaktır ve bunun için en uygun yolu bulmaktır. İrşad üslubunda yumuşak, kucaklayıcı olmak gerekir. Allah Rasûlü hakkında Kur’an-ı Kerîm’deki: “Allah’ın sana olan rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer sen onlara karşı kaba ve katı yürekli olsaydın, etrafından dağılırlardı.” (Al-i imran, 3/159) ayeti teblîğ ve irşad üslubunun yumuşaklık olduğunu anlatıyor.
Peygamberlerdeki ismet sıfatı, sadece onlara has bir özelliktir. Ancak velî-sıfat mürşidlerde “hıfz” adı verilen, kendini haramlara düşmekten korumak ve farzları yerine getirmede samîmî bir kaygı içinde olmak, onların Cenab-ı Hakk’ın hıfz ve emanına girmelerine vesiledir. Yani ibadetlerin îfasında titizlik, kabahatlardan kaçınmada dikkat, şeyhlerin vazgeçilmez vasfıdır.
Şeyh olacak kişilerin, bunlardan başka bir de “usta-çırak” ilişkisi içinde bir mürşid-i kamil yanında seyr u süluk görerek liyakatinin sabit görüldüğünün icazetle tescîl edilmiş olması gerekir. İnsanların kendiliğinden “Ben şeyhim” diye ortaya çıkmalarını önlemek ve sahtesi ile gerçeğini birbirinden ayırmak için böyle bir usûl geliştirilmiştir. Nitekim tekkelerin açık olduğu Osmanlılar döneminde bir kimsenin şeyh olarak tayin edilebilmesi için böyle bir icazet şartı aranırdı. Bu tür bir icazet, liyakatin yazılı olarak tescîli demek olduğundan, problemi önemli ölçüde çözmekte idi. Ayrıca böyle bir icazet, manevî silsilenin Hazret-i Peygamber’e kadar ulaşmasını sağlamaktaydı. Çünkü böyle bir silsile, manevî feyzin teselsülünü sağladığı gibi “müteşeyyih” denilen şeyh taslaklarının önünü kesmekteydi.
Bugün Çeçenistan ve Bosna direniş harekatının öncülerinin belli ölçüde sufîlerden olması, İslâmî hayatın ruhî kıvamıyla yaşandığı yerlerin genellikle tarîkat çevreleri olması ve Batı’da insanların İslam’la buluşmasında tasavvuf ve tarîkatlerin etkili bulunması, bu müesseseleri müslümanların gündemine taşımıştır. Bu güzelliklerine rağmen her alanda olduğu gibi tasavvuf ve tarîkatler alanında da istismara açık alanların bulunması, insanların bu konuda dikkatli davranmalarını ve bilgilenmelerini zaruri kılmaktadır. Tasavvufun teslîmiyyet ilkesi, eğitim noktai nazarından önemli olmakla birlikte birtakım istismarcıların rahatlıkla kullanabilecekleri bir boyuttur. Bu itibarla halkın dîne ve tasavvufa ilgisinin bilgi ile beslenmesi kaçınılmaz bir zarurettir. Bilgi seviyesi yükseldikçe halkımız, bu işin istismarcılarını daha kolay tanıyacak ve sahtelerin eline düşmeyecektir.