Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

SEMPOZYUM AÇILIŞ KONFERANSI

Allah’ın adını anarak, Ona hamd, Sevgili Peygamberimiz’e salât ve selâm’ın ardından hepinizi saygıyla selamlayarak konuşmama başlamak istiyorum. Değerli dostlar hoş geldiniz, şeref verdiniz! Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerini, bu yıl bu salonlara taşıyan, büyük kitle ile buluşturan Üsküdar’ın değerli belediye başkanı Mehmet Çakır Bey’dir. Ona Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı Başkanı sıfatıyla teşekkür borçluyum. Onun gayreti, himmeti ve her türlü takdirin fevkindeki ileri görüşü olmasaydı, bu büyük kitleye ulaşma imkânı bulamayacaktık. Onun Üsküdar âşıkı, Aziz Mahmut Hüdâyî muhibbi ve hizmet sevdalısı insan olarak ortaya koyduğu çabalar bugün Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerini İstanbul genelinde gönül dostlarıyla buluşturdu. Ayrıca belediyenin değerli mensuplarına; can-siperâne gayretleri sebebiyle Hüdâyî vakfındaki değerli arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Ve tabi teşekkürün en büyüğü siz değerli İstanbullulara ve değerli Hüdâyî dostlarına. Görüyorum ki, sadece İstanbul’dan değil, İzmit’ten, Adapazarı’ndan, Düzce’den, Bursa’dan, Bolu’dan, Ankara’dan, Konya’dan, Karaman’dan koşup gelen dostlar var. Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz. Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanın eşi Nevin Gökçek Hanım Efendi sırf bu iş için geldiler, kendilerine özellikle teşekkür ediyorum. Aziz Mahmud Hüdâyî türbesine büyük hizmetleri var. Allah hizmetlerini rızâsına muvâfık buyursun.

Değerli dostlar! Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri hicrî hesaba göre 948-1038 yılları arasında (m.1541-1628) 90 yıl ömür sürmüş ve bu 90 yıllık hayatının son 40 senesini inkıtasız Üsküdar’da; 20 yılını Eminönü Küçük Ayasofya civarında geçirmiştir. Böylece 90 yıllık hayatının üçte ikisine tekabül eden altmış yılını İstanbul’da geçirdiğinden hem Üsküdarlı, hem İstanbulludur. Ömrünün geri kalan 30 yılının 15’ini kendi memleketi Koçhisar ve Sivrihisar’da, diğer kısmını ise vazife icabı Bursa’da, Edirne’de, Mısır’da, ve Balkanlar’da geçmiştir. Talebelik dönemi ise İstanbul merkezlidir.

Hüdâyî hazretleri Anadolu’nun bağrından çıkmış bir gönül sultanıdır. Koçhisar doğmuş, Sivrihisar’da büyümüş ve İstanbul’un manevî ikliminde ilim ve irfan soluklamış, medrese tahsili yapmış, kadılık, müderrislik pâyelerine nail olmuştur. Daha sonra tasavvuf yoluna; gönül imarına vakf-ı vücûd ederek gönüller sultanı olmuştur. Kendisinden önceki İmam Gazâlî ve Hacı Bayram Veli gibi. Nitekim İmam Gazzâlî Selçuklular zamanında Nizâmiye Medresesi’nde müderris iken kafasındaki bir takım fırtınalı suallere cevap ararken yaşadığı ihtilâclar sebebiyle medreseyi bırakmış ve tasavvuf yoluna sülûk etmiştir. Ankara’nın manevî sultanı Hacı Bayram Velî de – ki Aziz Mahmud Hüdâyî ile aynı manevî silsileye bağlıdır – medrese eğitimini ikmâl ettikten sonra bir süre müderrislik yapmış daha sonra her nedense müderrisliği bırakıp tasavvuf yoluna yönelerek Somuncu Baba’nın kapısına kapılanmıştır. Hüdâyî hazretleri de aynı yolu izleyenlerdendir.

Bilindiği gibi Efendimiz (s.a.)’in temsil ettiği üç büyük otorite vardı: Siyasî, ilmî ve manevî otorite. Siyasî ve ilmî otorite Peygamberimiz’den sonra müesseseleşirken tenfîzî bir yaptırım gücü ile kurumsallaştı. Manevî otorite ise tenfîzî kuvveti olmayan, yaptırım gücü bulunmayan; gönüllülük esası üzerine müesseseleşti. Bir başka ifade ile mânevî otoriteyi temsil eden tasavvuf, sadece fazilet ve irfanla gönüllere girmek suretiyle insanlara rehberlik eden bir kurumdur. Bu yüzden gönle girmek isteyen, gönülleri önemseyen insanlar müeyyide yolu ile değil, sevgi ve gönüllülük esası ile insanlara yaklaşmışlar; müderrislik ve kadılığı bırakarak Hacı Bayram Veli ve Aziz Mahmud Hüdâyî gibi önemli şahsiyetler olmuşlardır.

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin tasavvufî çizgisi geleneksel mânâda İmam Gazzâlî çizgisi ile benzeşmektedir. Vâkıa Hüdâyî, tasavvufun yıldız şahsiyetlerinden Muhyiddin İbn  Arabî’den eserlerinde sıkça alıntılar yapmış ve ona bağlılığını vurgulamıştır. Hüdâyî yolunun müdâvimlerinden Bursalı İsmail Hakkı da Muhyiddin İbn Arabî’yi en iyi okuyan, en iyi anlayan ve Türk okuyucusuna en iyi aktarandır. Rûhu’l-Beyân tefsirinde ondan çok alıntılar yapmaktadır. Rûhu’l-Beyân Türk Osmanlı döneminde çok okunmuştur, bugün de aranan eserlerden biridir.

Bilindiği gibi Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde Orta Asya kökenli “Alperen” denilen tasavvuf mensubu dervişlerin çok önemli bir yeri vardır. Yesevî,  Ahî ve Bâbâî dervişlerinden oluşan Alperenler, Malazgirt Meydan Muharebesi’yle açılan Anadolu kapılarından girerek Anadolu’nun Türkleşmesini sağladılar. Alperenler, gönüllere hulûl etmek suretiyle fütûhu’l-kulûbu (gönüllerin fethini) sağladılar.  Böylece Osmanlı devletinin kuruluş ve gelişim sürecinde tasavvuf gruplarının büyük hizmeti oldu.

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin medresede müderrisliği ve mahkemede kadılığı bırakmasına etki eden bazı önemli olaylar olmuştur. Özellikle kendisinin çok saygı duyduğu ve yanında yetiştiği hocası Nâzırzâde Ramazan Efendi’nin vefatından çok etkilenmiş ve onun vefatını müteâkip kendisini boşluğa düşmüş gibi hissetmişti. Bu süreçte gönüller sultanı Üftâde hazretlerine kapılanarak hem müderrisliği, hem de kadı nâibliğini bıraktı. Üç yıl süren bir seyr u sülûkten (mânevî eğitimden)  geçti. Ardından Sivrihisar’da, Balkanlar’da ve İstanbul’da insanların gönüllerini Allah sevgisiyle, insan sevgisiyle ve insanlık duygusuyla buluşturdu.

Bursalı İsmail Hakkı hazretlerinin Muhammediyye Şerhi’nde Aziz Mahmud Hüdâyî ile Gazneli Sultan Mahmud’u mukâyese eden çok güzel bir şiiri var. Bursalı şöyle diyor:

Ey gurûh-i Muhammedî biliniz / Geldi bu âleme iki Mahmûd

Biri Mahmûd-i Gaznevî meşhûr /Biri Mahmûd-i Ma’nevî ma’hûd

Micmer-i Üsküdar  u Gazne’de / Bu iki sultan yaktı anber u ûd

Adl ise Gaznevî’de ancak olur / Fazl ise Ma’nevîde buldu vücûd

Hüdâyî hazretlerinin kendisine biçtiği en önemli misyon, insan-ı kâmil yetiştirmektir. Yüreklerine ulaştığı, ellerinden tuttuğu, gönüllerine hitap ettiği insanları Allah sevgisi, peygamber muhabbetiyle buluşturmak ve kadim tabiriyle “gedâsından şehine” yani; en aşağı seviyedeki halktan padişahına kadar herkese ulaşmak ve sadece güzel olanı, doğru olanı, hak olanı güzel bir üslupla söylemek. Özellikle padişahlara yol göstermek ve adeta talimatlar verircesine irşad etmek her babayiğidin kârı değildir. Hele hele bir padişaha: “Şunu şöyle yapın, bunu şöyle yapın, eğer şöyle yapmazsanız adâletten sapmış olursunuz; zulme düşersiniz” diyebilmek ancak o padişahlar üzerinde kurulabilecek manevî bir otorite ile olacak hadisedir. Hüdâyî hazretlerinin 150’den fazla mektubundan oluşan Tezâkîr-i Hüdâyî adlı eserinden algıladığımız odur ki o, halkın ihtiyaçları konusunda padişahlara emirler verecek; tâlimatlar yağdıracak kadar kendisini yetkili ve etkili görmektedir. Hüdâyî hazretleri, III. Murad’a yazdığı mektupta meâlen şöyle diyor: “Sultanım! Ceddiniz Sultan Süleyman Han Istranca suyunu getirip İstanbul’un su ihtiyacını gördü. İstanbul’da halkın kış yakacağı yok. Şimdi de siz Bolu ormanlarından odun getirterek halkın ısınma sorununu çözün”. Bu ifaseler fakir mahallelerdeki insanların ısınma ihtiyacını, devletin tepesindeki insana ulaştıracak bir ganî gönüllülük ister ve padişaha etki edecek kadar gönüller sultanı olmayı gerekli kılar. Herhalde böyle bir mazhariyet, ancak Hüdâyî hazretleri gibi bir gönül sultanına sezâdır.

Evliya Çelebi, Hüdâyî’nin devrine yetişmiş, küçüklük döneminde onu görmüştür. Eserinde kendisinden bahsederken diyor ki: “Yedi padişah dest-i şerîflerin bûs etti, hamd-i Hudâ, bu hakîre şeref-i sohbetleriyle müşerref olmak nasib oldu” diyerek Hüdâyî hazretlerinden bahsediyor ve kendisinin 70.000 bağlısının bulunduğunu söylüyor. O döneme göre çok büyük bir rakam. Kendisinin sekiz padişah devrini idrak ettiği zaten tarihen mâlum bir hadise. Devrinin bazı padişahları onun ayağına gidecek, kendisine rüya tabiri için müracaat edecek, savaş kararı alacağı zaman fikrini soracak kadar kendisine bağlıydı.

Hüdâyî’nin padişahlara yaptığı rehberlik hizmeti çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Mesela I. Ahmed Han Hüdâyî’den gördüğü bir rüyasının yorumlanmasını istemiştir. Rüya şudur: “Nemsa-Avusturya kralıyla Sultan Ahmet Han güreş tutar. Güreş esnasında her nasılsa sultanın sırtı yere gelir.” Zâhirî bakımdan dehşet verici bir rüya. Sultan terler içerisinde uyanır ve rüyanın tesiriyle Avusturya’ya karşı mağlub olacağı zehâbına kapılır. Rüyanın yorumu için değişik kişilere müracaat edilir. Çok sadra şifâ bir yorum alınamaz. Sonunda rüya, Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerine yazılır. Hüdâyî, padişahın rüyasını şöyle yorumlar: “İnsan vücudunda en güçlü organ sırttır. İnsan, en ağır yükleri bile, sırtında kolayca taşır. Cemâdât yani cansız varlıklar arasında da en güçlü arz, yeryüzüdür. İnsandaki sırt ve arzın birleşmesinden daha büyük bir güç meydana gelir ve bu kuvvet sâyesinde sultanımız -bi-iznillah- Avusturya kralına karşı muzaffer olacaktır.” Bu yorum padişaha yazıldıktan sonra Sultan Ahmet Han Avusturya’ya sefer düzenler ve giden Osmanlı ordusu Estergon kalesini geri alır, bir takım itaatsiz gurupları itaat altına alır. Ve zaferle İstanbul’a geri döner.

Hüdâyî, III. Murad’a başka bir mektubunda şöyle diyor: “Sabah namazından önce seher vaktinde uyku ile uyanıklık arasında zikir ile meşgul olduğum sırada şöyle bir hitab vârid oldu: “Sultan Murad Han murâdına erdi” deyû. Kazvin aklıma geldi.” Hüdâyî’nin bu mektubu üzerine Sultan İran’a sefer düzenliyor.

Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinin padişahlara rehberlik eden, yol gösteren mektuplarda yazılı yüzlerce irşad sadedinde fikirleri var. Bunlar İstanbul Boğaziçi’ne köprü yapmaktan tutun da İstanbul’un güzelliğine ve halkın isteklerine ait muhtelif şeyler. Hatta Urfa’daki Hz. İbrahim türbesinin tamirine, asker ocağının ıslahına ve bazı tâyin ve terfîlerin gerçekleşmesine varıncaya kadar değişik konular.

Aziz Mahmud Hüdâyî camiinin kıble tarafında Sultan Ahmed camiinin mimarları tarafından yapılan Halil Paşa Türbesi vardır. Üsküdarlılar bilirler, mimarî yapısı son derece güzel bir türbedir. O türbede yatan Halil Paşa, kaptan-ı deryalık ve sadrazamlık yapmıştır. Bu zat, Aziz Mahmud Hüdâyî’nin muhiplerinden, dervişlerindendir. Azlolunduğu zaman Hüdâyî dergahına geliyor, orada Hüdâyî hazretlerinin dizinin dibinde zikir ve sohbetlere devam ediyor. İkbal devri gelince yine Hüdâyî’nin şefaatiyle yeni bir göreve nasbediliyor. Bu yakınlık ve dostluk sebebiyle Halil Paşa’nın o türbeyi Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri için yaptırdığı söylenir. Ancak Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri: “Gelmiş geçmiş nebîler ve velîler kendi camilerinin civarına defnolunmak usûldendir. Biz de oraya değil de kendi camiimizin civarına defnolunmayı arzu ederiz” diyerek o türbeye defnolunmayı kabul etmiyor. Bunun üzerine Halil Paşa o türbeye defnolunuyor.

Osmanlı Devleti’nin bir padişah kellesini vermek gibi çok acı çektiği bir dönemde Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinin ciddi çabaları olmuştur. Genç Osman nâmıyla meşhur II. Osman Avusturya mağlubiyetinden sonra kendisini Kızlarağası ile hocası Ömer Efendi hacca teşvik ediyorlar. Hacca gitmesini, orada tevbe istiğfar etmesini söylüyorlar. Kendisinin de gönlünde var. Ancak mağlubiyetin akabinde Suriye-Arabistan tarafına gidilmesi ordu tarafından padişahın o bölgeden asker devşireceği ve yeniçeri ocağını lağv edeceği şeklinde yorumlanıyor. Bu haber İstanbul’da çalkalanmaya başlıyor. Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri başta olmak üzere bazı zevât II. Osman’a nasihat ediyorlar: “Sultanım! Sizin mülkün bakâsı açısından burayı bırakıp hacca gitmeniz iktizâ etmez. Siz devletin başında olun, halkın başında bulunun.” Aziz Mahmud Hüdâyî’nin ve diğer bazı hocaların telkinleri üzerine II. Osman bir ara bu sevdâdan vazgeçiyor. Ama gelin görün ki kaderin cilvesi, mukadder olan değişmiyor. Padişah bir rüya görüyor: “Elinde Kur’an-ı Kerim. Kur’an okurken bir an Cenab-ı Peygamber (a.s) zâhir oluyor. Elinden mushafı çekip alıyor ve kayboluyor.” Sultan dehşetle uyanıyor ve hocası Ömer Efendi’ye rüyayı anlatıyor. Ömer Efendi zaten hacca gitmesini istediği için: “Efendim! Rüya açık, siz evvelden hacca gitmek için niyet ettiniz, sonra bundan vazgeçtiniz. Elinizden Mushaf’ın Peygamber Efendimiz tarafından alınması, sizin şer’î bir konuda verdiğiniz karardan vazgeçmiş olmanıza işarettir. Dolayıyla siz yeniden hacca gitmek üzere kararınızı tashih etmelisiniz” deyince bu sefer II. Osman tekrar hacca gitme sevdasına kapılıyor. Tabi bu arada Halil Paşa kaptan-ı derya sıfatıyla ve diğer bazı paşalar güvenliği sağlamak üzere Suriye ve Kızıldeniz taraflarına görevlendiriliyor. Ancak yeniçeri ocağı yapılanın kendilerine komplo olduğunu düşünerek isyan ediyor. Önce sadrazam Dilaver Paşa’yı -ki Dilaver Paşa Aziz Mahmud Hüdâyî dergahına kaçmış canını kurtarmak için-  adam gönderip geri istiyorlar. Ardından Sultan Genç Osman’ı Yedi Kule zindanlarında katlediyorlar. Tabiî Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinin ileri görüşlülüğü burada bir kez daha ortaya çıkıyor.

I. Ahmed ile çok sıcak ilişkisi var, ama zaman zaman mesafeli. Nitekim menkıbeye göre Sultan Ahmed Han bir gün Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerine bir dünyalık hediye gönderiyor. Hüdâyî hazretleri hediyeyi iade ediyor. Teşekkür ediyor, almıyor. Sultan tabiî çok bozuluyor, üzülüyor, ama niye almadığını da bilmediği için bir şey söylemiyor. Aynı hediyeyi devrin önemli gönül sultanlarından Abdülmecid Sivasî’ye gönderiyor. Abdülmecid Sivasî hediyeyi kabul ediyor, teşekkür ediyor. Arkasından padişah diyor ki: “Efendim! Size gönderdiğim hediyeyi Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerine göndermiştim, fakat o kabul buyurmamıştı”. Abdülmecid Sivasî’nin cevabı çok güzel. Diyor ki: “hazret-i Hüdâyî bir ankâdır ki lâşeye tenezzül etmez”. Sultan Ahmed Han daha sonra karşılaştığı Hüdâyî hazretlerine diyor ki: “Efendim! Sizin kabul buyurmadığınız hediyeyi Abdülmecid Efendi kabul buyurdu. Ne buyuracaksınız?” Hüdâyî’nin verdiği cevap daha da güzel. “Sultanım! Abdülmecid Sivasî bir deryadır, bir okyanustur. Deryaya bir damlacık lâşe düşmekle kirlenmez” diyor. Bakın iki gönül sultanının, aynı kulvarda yürüyen iki insanın birbirlerinin gıyabında birbirlerine gösterdiği hüsn-i muâmele ve hüsn-i zan. Bugün aynı kulvarda yürüyen insanların gönüllerine bunu taşımak isterim.

Bizim tarihimizde III. Murad renkli bir simadır. Şairliği ile tasavvufî boyutuyla önemli bir insandır. Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri III. Murad’ın vefatını müteâkip şöyle bir manzume yazıyor:

Yalancı dünyaya aldanma ya hû

Bu dernek dağılır dîvân eylenmez

İki kapılı bir virânedir bu

Bunda konan göçer, mihmân eylemez

Hüdâyî n’oldu bu denlü peygamber

Ebu Bekr u Ömer Osman u Haydar

Hani Habîbullah, Sıddîk-ı Ekber

Bunda gelen gider, bir can eylenmez.

Hüdâyî hazretlerinin 19’u Arapça, 7’si Türkçe olmak üzere tasavvuf, tefsir, fıkıh, siyer vâdilerinde nasihat ve vaaz türünde eserleri bulunmaktadır. Türkçe eserlerinde Ahmed Yesevî ve Yunus Emre tarzında hikmete dayalı ve ta’lîmî mâhiyette şiirleri vardır. Ama bunun yanında zaman zaman Fuzûlî gibi divan edebiyatı tarzında, aruz vezniyle yazılmış şiirleri vardır. Onun bir şiirini Yunus’la mukayeseli olarak okuyacağım. Ne kadar benzediğini göreceksiniz. Yunus’un şiirini okuyorum:

“Ne varlığa sevinirem / Ne yokluğa yerinirem

Aşkın ile avunurem / Bana seni gerek seni

Hüdâyî:

Neyleyeyim dünyayı / Bana Allah’ım gerek

Gerekmez mâsivâyı / Bana Allah’ım gerek.

Yunus:

Aşkın şarabından içem /Mecnun olup dağa düşem

Sensin dün ü gün endişem / Bana seni gerek seni

Hüdâyî:

Ehl-i dünya dünyada / Ehl-i  ukbâ ukbâda

Her biri bir sevdada / Bana Allah’ım gerek

Yunus:

Sufilere sohbet gerek / Ahîlere ahret gerek

Mecnunlara Leylî gerek / Bana seni gerek seni.

Hüdâyî:

Mecnun ister Leyla’yı / Vâmık özler Azrâ’yı

N’idem gayrı sevdayı / Bana Allah’ım gerek

Bakınız manası, üslubu, berraklığı aynı, Yunus tarzında güzel şiirler yazmış ve bu şiirleriyle sanatı sadece sanat için icrâ etmek gibi kaygı taşımamış, sanatı hizmet için, dâvet için insanlığın hizmetinde kullanmak için mezcetmiştir. Bu maksadla kullanmıştır. Ve o yüzden de daha samimi, daha ondan ifadeler bulmak mümkündür. Yine bizzat kendisinin besteler yaptığını ve bu besteli şiirlerin kendi zamanından itibaren dergahında ve diğer İstanbul dergahlarında besteli olarak okunduğunu biliyoruz. Üstelik Aziz Mahmud Hüdâyî’nin şiir yazma geleneği padişahlarla birbirlerine nazîre yazmak şeklinde devam etmiştir. Nitekim Aziz Mahmud Hüdâyî’nin:

Diller aceb hayrân olur

Esrâr-ı zikrullah ile

Yollar beyim âsân olur

Âsâr-ı zikrullah ile.

şiirine, I. Ahmed Han:

Dil hânesi pür-nûr olur

Envâr-ı zikrullah ile

İklîm-i dil ma’mur olur

Mimar-ı zikrullah ile

diye nazîre yazmış ve bu şiirleri karşılıklı birbirlerine göndermişlerdir. Hüdâyî’nin şiirleri bestelenmiş ve bu güne kadar gelmiştir. Hüdâyî hazretleri nağmenin, musikinin insan yüreğini titreten ve insanın asıl mesajı anlamasını sağlayan özelliğine dikkat çekerek: Keşfü’l-kınâ’ an vechi’s-semâ adında bir eser yazmıştır. Yani musiki dinleme ve bunun meşrûiyeti hakkında yazdığı risalesinde musikinin bir vasıta olduğunu, bu nağmelerle insanların gönüllerine bilginin, mârifetin ve duygunun serpilmesinin mümkün olabileceğini ifade etmiştir. O yüzden bizim tasavvuf musikisi geleneğimizde Hüdâyî hazretlerinin ve Celvetî yolunun çok ciddi bir birikimi vardır. Bugün inşallah konferansın sonunda Hüdâyî ilâhilerinden oluşan bir tasavvuf musikisi ziyafetini birlikte dinleyeceğiz. Yunus nasıl bir aşk ve duygu şairi ise, Hüdâyî hazretleri de aynı coşku ile aşkı, sevgiyi ve bizim varlık âlemine gelişimizi anlatmaktadır. Bakınız ne diyor:

Ezelden aşk ile biz yâne geldik

Hakikat şem’ine pervâne geldik.

Tenezzül eyleyip vahdet ilinden

Bu kesret âlemin seyrâne geldik.

Geçip fermân ile bunca avâlim

Gezerken âlem-i insana geldik

Fenâ buldu vücûd-i fânî mutlak

Bıraktık katreyi ummâna geldik

Nemiz ola Hüdâyâ sana lâyık

Hemân bir lütf ile ihsâna geldik

Umarız irevüz bâkî hayata

Civâr-ı Hz. Rahmân’a geldik

diyerek varlık ve aşk ile ilgili duygularını gayet güzel ifade ediyor. Vâkıa Hüdâyî hazretlerinin silsilesinden biraz önce bahsettim Hacı Bayram Veli hazretlerinden gelmektedir. Arada Üftade, Hızır Dede, Akbıyık Sultan ve nihayet Hacı Bayram Veli hazretleri vardır. Hacı Bayram Veli’nin de kendisinin bizzat besteler yaptığı ve musikiyle meşgul bulunduğu, şiirler yazdığı bilinmektedir. Onun meşhur;

N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm

Derd ü gamınla doldu bu gönlüm

ilahisi ve diğer başka ilahilerin de besteli olarak okunduğunu biliyoruz.

Aziz Mahmut Hüdâyî hazretleri kendi hayatında kendisini çoğaltmış bir insandır. İcazetle kendisini temsil yetkisi verdiği 64 halife yetiştirmiş ve bunların 25 tanesini Anadolu kasabalarına, 19 tanesini Rumeli bölgesine, Balkanlar’a, Bosna’ya, 7 tanesini İstanbul merkezine, 10 tanesini de bu gün Arap toprakları olan Suriye, Mısır ve Cezayir tarafına gönderdi. O bölgelerde kendisine ait tasavvufî düşüncenin,  yayılmasına katkı sağlamak üzere onlara bu tür görevler verdi. Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinin kendisi bizzat padişahlara seferlerle ilgili görüşler bildirirken sefere katılmaktan da geri durmamış, Ferhat Paşa komutasındaki Tebriz seferine iştirak etmiş, böylece fiilende mücadeleye şâhit olmuş bir insandır. Kendisinin bizzat inşa ettiği dergâhı sağlığında her türden insanlarla dolup taşmış ve bu insanların buradaki beklentileri daha çok Hüdâyî hazretleri’nin gönlünde yıkanmak olmuştur. Çünkü gönül sahibi insanlar gönlüleri yıkarlar. Mevlânâ şöyle diyor:

“Sen bende gönül var deme sakın. Senin gönül gönül dediğin şey tendir, bedendir. Gerçek gönül Allah dostlarının gönlüdür. Sen o gönle bir musluk bağlamaya, bir hortum bağlamaya bak. O gönülden sana gelen güzellikler senin gönlünü yıkasın, arıtsın, saflaştırsın.” İşte Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinin dergahına koşup gelen insanlar o büyük gönülden kendi gönüllerine bir musluk bağlamak ve o gönülden gönüllerine güzelliklerin akmasını sağlamak üzere oraya koşup geliyorlardı. Ve gerçekten o gün olduğu gibi bu gün de Hüdâyî hazretlerini ziyarete geliyorlar. Diri olan Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri mi biz miyiz? Bizim ziyaretçimiz günde kaç kişi, Hüdâyî hazretlerininki kaç kişi? Mevlânâ diyor ki:

“Beden, ten toprak olur; Ama gönüller ölmez.”

Hüdâyî hazretleri erbâb-ı gönül olduğu için, gönüller sultanı olduğu için bu gün hâlâ diridir, tasarrufu ile diridir. Bu yüzden insanlar fevc fevc onun dergahına gidiyorlar.

Hüdâyî hazretleri ilim adamı sıfatıyla da kendisi bizzat eser yazdığı gibi bir kütüphane teşkil etmiştir. Kendisinin vakfettiği kitaplar Üsküdar’da Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’nde okuyucu beklemektedir. Kendisinin önceleri cami içerisinde tesis ettiği bu kütüphane daha sonra dışarıya yapılan taş binaya nakledilmiştir. Ancak 1925 yılında tekâyâ ve zevâyânın seddine dâir 677 sayılı kânun çıkınca bu kitaplar belli merkezlerde toplanmıştır. Süleymeniye Kütüphanesi’nde bulunan kitaplar ta’dâd edildiği zaman görülecektir ki yarıya yakın kısmı tasavvufî eserlerdir. Mevlânâ gibi, Yunus gibi, Aziz Mahmud Hüdâyî gibi ve onların yolundan giden insanlar gibi fikir adamlarının, ilim adamlarının ve gönül adamlarının yazdığı eserlerdir. Bu bakımdan Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri’nin kütüphane olarak inşa ettiği bölümü, dergahının bir ilim merkezi olmasını sağlamıştır.

Aziz Mahmut Hüdâyînin “Hüdâyî Yolu” olarak bilinen meşhur bir kerametinden bahsedilmektedir. Onu da arz etmeden geçmek istemiyorum. Bir fırtınalı günde, saraya davetli olduğu bir günde kayıkçıların denize açılmaya korktuğu bir sırada Aziz Mahmut Hüdâyî hazretleri bir kayıkçının kayığına binmiş ve:

“Allahümme yâ Hâdî

Âsân eyle yolumuz

Sehhil ubûre’l-vâdî

Tiz geçir tut elimiz”

duasıyla Üsküdar’dan Sarayburnu’na âdetâ denizin süt liman olduğu bir durumda ulaşmış ve davete vaktinde varmıştır. Bu yol Hüdâyî yolu olarak bilinmektedir kayıkçılar arasında. Ve şu da gözden kaçırılmamalıdır ki, lodoslu havalarda Karaköy, Kadıköy, Haydarpaşa vapurları çalışmazken Üsküdar-Eminönü hattı sis durumu hâriç aşağı yukarı hiç iptal edilmemektedir. Her halde bu da Hüdâyî hazretleri’nin kerameti olsa gerektir veya onun keşfettiği bir yolla insanlarımızın ulaştığı bir yol olsa gerektir. Ve bu Hüdâyî yolu bu manada fizik olarak düşünülebileceği gibi, “Hüdâ” kelime itibariyle doğru yol demektir, Hüdâyî doğru yola mensup demektir. Şöyle söyleyeyim, Hüdâyî hazretleri gedâları yani insanları hüdâ yolundan (doğru yoldan) Hudâ’ya (Allah’a) götüren bir insandır.

Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinin kendi sağlığında tesis ettiği, kurduğu çok geniş bir vakıf olduğunu biliyoruz. Osmanlı döneminde Haremeyn vakfından sonra İstanbul’un en zengin vakfı idi Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı. Ancak bu vakıf, 1925 yılında kanun çıktığı zaman vakıflar genel müdürlüğü bünyesine geçmiştir ve şu anda oraya ait olan bu gayrimenkullerin bir kısmı vakıflar genel müdürlüğünce muhafaza edilmektedir, bir kısmı da maalesef el değiştirmiştir. Bugün Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı adıyla bilinen vakıf ise 1985 yılında Hüdâyî muhiplerinin, Hüdayî seven Üsküdarlıların kurduğu taze bir vakıftır. Dualarınızla, desteklerinizle, himmetlerinizle, işte bu salonda sizleri buluşturan, buluşmaya vesile olan bir vakıftır. Bu bakımdan bugünkü Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı ile kadîm (önceki) Hüdâyî Vakfı’nın karıştırılmaması lâzım geldiğini düşünüyorum.

Hüdâyî hazretleri şöyle der:

Hudâyâ cümle âlem / Sana âşık seni özler

Melek cinn ü benî Âdem / Sana âşık seni özler

Kamunun matlûbu birdir / Ya niçin bazı kâfirdir

Acep hâlet acep sırdır / Sana aşık seni özler

Kimine kapı açılmaz / Kimi geçer gider gelmez

Kimi bilir kimi bilmez / Sana âşık seni özler

Yani Hüdâyî hazretleri bütün insanların Allah’a gittiğini, farkında olarak veya olmadan onu sevdiğini bir sevgi tomurcuğu olarak önümüze koyuyor. Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri yaratılanı yaratandan ötürü sevmek ilkesini hayatımızın düsturu haline getirmemizi öngörüyor. 400 sene öncesinden bu güne Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinden kalan bu güzelliklerdir, onun şiirleridir, duygularıdır.

Ve nihayet “Sağlığında bizi, vefatımızdan sonra kabrimizi ziyaret edenler bizimdir. Bizim dostlarımız denizde boğulmasınlar, îmânlarını kurtarmadıkça göçmesinler, âhir ömürlerinde fakirlik çekmesinler, vefatlarını bilsinler ve haber versinler” diye dua ediyor. Biz de bu duaya “âmin” diyoruz ve Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerini gönüllerinizden dûr etmemeyi ve yolunuz düştükçe onu ziyaret etmenizi tavsiye ediyoruz.

Hepinizi en derin saygı ve sevgi ile selamlıyorum.