Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Şefkat ve Hoşgörü İklimi

Altınoluk Dergisi, 1998 – Nisan, Sayı: 146, Sayfa: 005

Hoşgörü son zamanlarda birdenbire oturuverdi gündemimize. Hoşgörü bizim bilmediğimiz bir kavramdı da yeni mi idhal ettik onu biryerlerden, yoksa vardı da unutulmuş, tozlu raflara mı terkedilmişti? Herhalde doğrusu ikincisi. Hoşgörü bizim toplulumuzun çok iyi tanıdığı bir kavramdı da biz onu unutmuştuk. Bugün onu yeniden gündemimize taşırken nereye oturtacağımıza bir türlü karar veremiyoruz. Kimileri onu alabildiğine geniş ölçüler içinde ele alıp âdetâ İslâm’a aykırı olan herşeye karşı takınılması gereken bir tavır olarak görürken, müslümanlara karşı aynı hassasiyeti gösterme konusunda biraz cimri davranmaktadırlar. Bir kısım insanlar da hoşgörüyü iyice daraltıp içine alacak kimse bulamamaktadırlar. Öyleyse bunun saha ve sınırlarının yeniden gözden geçirilmesi gereği açıktır.

Hoşgörüyü herşeyden önce rahmet peygamberi olarak tavsif edilen Allah Rasulü’nün bu özelliğinde aramak gerekir. Çünkü Kur’an onu rahmet ve şefkat peygamberi olarak takdim ediyor: “Habibim, biz seni âlemlere ancak rahmet olmak üzere gönderdik.” (el-Enbiya, 21/107)

İslâm âlimleri Hz. Peygamber’in rahmet özelliğini:

1- “O, alemlere rahmettir”; çünkü kendisine inanıp bağlananları dünya ve ahıret mutluluğuna taşımaktadır;

2- “O, âlemlere rahmettir”; çünkü onun gelişiyle birlikte daha önceki dönemlerde, inanmayanlar için gelen ve fakat herkesi kapsayan bu dünyadaki ilahi cezalar kaldırılmıştır.

O, âlemşümul rahmetin biricik temsilcisi olduğundan sadece bir bölgenin, bir yörenin, bir iklimin ve bir ırkın değil, topyekün insanlığın şefkat ve merhamet ocağıdır.

Yine o, kendisine bahşedilen ilahi rahmetin gereği olarak bütün insanlığa karşı yumuşak, sıcak, şefkat ve merhamet doludur. Kur’an onun bu özelliğini şöyle tanımlar: “Allah’ın sana olan rahmetinden dolayı ey Muhammed, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın şüphesiz insanlar etrafından dağılıp giderlerdi. ( Alü İmran, 3/159)

Kur’an’ın bu ifadelerle takdim ettiği Hz. Peygamber, tebliğ ettiği dini “semha” lafzıyla hoşgörü dini olarak tanımlamaktadır: “Ben kolaylık ve hoşgörü (semha) dini ile gönderildim” (İbn Hanbel, VI, 116, 223) buyurmaktadır. Yine o: “Hoşgörü ile davrananın hoşgörü ile mukabele göreceğini” (İbn Hanbel, I,248); “Dünyada Allah’ın kullarına hoşgörülü davrananlara Allah’ın kıyamette görevli meleklerine hoşgörülü davranmalarını emredeceğini” (İbn Hanbel, I,5) haber vermeketdir.

Amr b. As’ın rivayet ettiği bir hadiste kendisine “en faziletli amelin hangisi olduğunu” soran kişiye Allah Rasulü ikinci seferinde: “Yumuşak söz, yemek yedirmek, hoşgörü (semah) ve güzel huy” (İbn Hanbel, IV,204) buyurmuştur.

Yukarıda zikredilen hadislerde semha ve semah gibi lafızlarla geçen bu kelime, bugün Türkçe’de müsamaha ve hoşgörü karşılığı kulanılan ve daha çok da ticari ilişkilerde; daha doğrusu menfaat ve çıkar ilişkilerinin sözkonusu olduğu ortamlarda gündeme gelen bir konudur. Dolayısıyla insanların ortak yaşadıkları yer ve yörelerde inanç ve düşünceleri ne olursa olsun birbirlerine tahammül etmeleri, birbirlerine karşı hoşgörülü olmaları anlamınadır.

Ayet ve hadislerden yola çıkılarak yapılan İslâm tariflerinde Hz. Peygamber’in merhamet ve şefkati İslâm’ın temel esası olarak yerini almıştır: “İslâm Allah’ın emrini ta’zim; yani O’na kul olmak, Onun yaratıklarına şefkat ve merhamet.”

Bu özellik bizim gönül dünyamızı aydınlatan tasavvuf muhitlerine Yunus diliyle:

Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaradılanı severiz
Yaradanından ötürü

ifadeleriyle taşınmış ve ebedilik iklimindeki yerini almıştır.

İslâm’ın özünde bulunan Muhammedi şefkat ve merhamet umumidir. Yaratılan her varlığı, Hakk’ın kudret tecellisine mazhar her şeyi kuşatmaktadır. Çünkü Allah peygamberinin bu duyarlıkta olmasını istemiştir. Sadece kendi nefsi istek ve taleblerinin farkında olup onları putlaştıran kişi ve kimseler bu alemi imara değil, belki viran etmeye amade insanlardır.

Muhammedi şefkat ve merhamette şikayete ve derdlenmeye yer olmaz; çünkü şikayet acz ve enaniyet ürünüdür. Herşeyin kader planında cereyan ettiğini bilen insan kimi kime şikayet edebilir? Şefkatte hüzün vardır, gözyaşı vardır ama asla şikayet ve derdlenme yoktur. Kendini eksik kusurlu görmesini bilen başkasına kusur izafe etmekte acele etmez. Lütfa açık, ıstırap ve çileye kapalı bir gönül hüznün erdirici hazzını tadamaz. Hüzündeki hazzı tadamayınca da mahzun gönüllerle birşeyler paylaşamaz.

Muhammedi şefkat ve merhamet, alemdeki tecellileri cemal ve celal boyutuyla kavrayıp kuşatmayı ve bunun sonucunda acılardan burukluk duymamayı ruh haleti olarak insana bahşeder. Nitekim bir sufi şair bu gerçeği ne güzel ifade eder:

Hoştur bana senden gelen
Ya gonca-gül, yahud diken
Ya hil’at ü yahud kefen
Lutfun da hoş kahrın da hoş

İslâm ve tasavvuf budur. Muhammedi rahmet ve şefkat ikliminde insanları sevmeyi, sevgi denizinde buluşmayı öğütlemektedir. Bugün müslümanlarda ve İslâm aleminde bundan farklı bir görüntü varsa, bunun kusuru ya İslâm’ı tam olarak anlamamış olan müslümanlardadır, ya da müslümanlığın gücünden korkarak müslümanların ve müslümanlığın güzel yüzünü sıvayıp onu uzlaşmasız, terörist göstermeye çalışanlardadır. Biz her zaman şu iki vakıayı birbirinden ayrı görmek zorundayız: “Müslümanlık başka, müslümanlar başkadır.” Müslümanlarda görülen pek çok hata ve kusuru hemen İslâm’a hamletmek insaf ölçüleriyle bağdaşamaz.

Ülkemizde ve İslâm dünyasında “hoşgörü” tartışmalarının gündeme geldiği şu günlerde bu konunun yeniden konuşulması ve özellikle bu topraklarda yaşayan insanların bir ortak paydada buluşması gerekmektedir. Bütün dünyada İslâm’ın yükselişini gören bir takım yabancı güçlerin İslâm’ı terörist gösterme çabaları ortadadır. İslâm’ın önünü kesme gayretkeşliği ile en uç konuları gündeme getirerek işleyen bu mekanizma, ülkemizde zaman zaman medyanın da etkisiyle belli bir tesir alanı meydana getirmekte ve toplum katmanları arasında bir takım gerilimlerin meydana gelmesine sebeb olmaktadır. Bu tür bir gerilim bizim toplum düzenimizin ve halkımızın uzun süre kaldırabileceği bir durum değildir. Bu yüzden insanlarımızı hoşgörü ikliminde buluşturmak zarureti açıktır. Birbirinin varlığına saygı gösteren kendi fikir ve düşüncelerini bir takım güçlere yaslanarak dayatmayan bir anlayış geliştirilmelidir. Bir ortak zemin bulunduktan sonra herkesin birbirine tahammül göstermesi gerekmektedir.

İslâm bütün insanları tek tip olarak görmek yerine herkese bulunduğu durum ve konuma göre Hakk’ın tecellisine mazhar bir varlık gözüyle bakmayı öğütlemektedir. Böyle bir anlayış tarih boyunca müslümanların bütün din ve milletlerle her durum ve şartta bir uzlaşma zemini bulmasını sağlamıştır. İslâmi telakkide :

Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakikatte asidür

Her tür insana aynı gözle bakmak, onlar arasında insan olmak, ilişki ve iletişim kurmak açısından bir fark görmemek esastır. Tarih boyunca bu telakkiye sahip olan İslâm toplumlarında farklı din anlayışına sahip olanlar arasında problem yaşanmamış; aksine her din ve mezhep mensubu kendi inançlarını rahatça yaşama imkanı elde etmiştir.

Bugün müslümanların halkı inananlar ve inanmayanlar diye ikiye böldüklerini söyleyenler de, bizzat müslümanlar da böyle bir ayırımı çağrıştıracak davranışlardan azami derecede sakınarak hoşgörü ortamı içinde buluşmalıdırlar. Bunun zemini ve altyapısı tarihten ve kültürümüzden gelen bir biçimde bizim toplumumuzda mevcuddur. Yeter ki bunu sağlamak için sağlıklı iradeler oluşsun. Burada halka, devlete ve özellikle son zamnlarda telaffuz edilen derin devlete büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir.

Henüz kendi gönül ülkelerinde hoşgörü iklimini sağlayamamış insanların başkalarından hoşgörü beklemeye ne hakları olabilir. Bugün hoşgörü ortamının oluşması konusunda herkes müttefik, ama bunu herkes hep karşısından bekliyor.

Oysa hoşgörü denilen şey, insanın kendi içinde başlayıp gelişerek dışa yansıyan bir olgudur. Eskilerin deyimiyle “dıyk-ı sadr” sâhibi; göğsü ve gönlü dar insanlar olmak yerine “şerh-ı sadr” ile genişlemeye ihtiyaç var. Göğsü ve gönlü engin olanlar herkese tahammüllüdür. Herkese aynı gözle bakma erdemine ermiştir. “Dıyk-ı sadr” olanlar ise bunaldıkça karşılarındakilerinin hoşgörüsüzlüğünden yakınır ve bu yakınma sürdükçe de daralırlar.

Sonra bu hoşgörü herkese şâmil olmalıdır elbette. Ama bu hoşgörü birbirine değer veren ve birbirine saygı duyan insanların karşılıklı güvenin sonucudur. Bu yüzden bu güvenin yara almaması çok önemlidir. Bunun yolu da diyalog ve iletişimdir. Ancak bugün tesis edilmek istenen iletişim ve diyalog ortamlarında müslümanları dâimâ veren ve boyun eğen konumunda görme eğilimi de söz konusu olmamalıdır ki, bu diyalog sürekli olabilsin.