Altınoluk Dergisi, 2004 – Aralik, Sayı: 226, Sayfa: 007
Secde, kendini yok farzediş veya hiçliktir. Kur’an’da ibâdetin özü, nihaî noktası olarak görülmüştür. Bu yüzden ibâdet yerleri olan câmilere “secdegâh” ve secde mekânı anlamına “mescid” adı verilmiştir. Kur’an’da iki tür secde vardır. Biri ihtiyarî, öbürü teshîrî ya da ıztırârî.
İhtiyârî secde insan ve melek gibi akıl sâhibi varlıkların yaptığıdır. Nitekim şu iki âyetteki secde ifâdesi ihtiyarî ve iradî secdeyi anlatmaktadır:
1-“Rabbının nezdinde bulunanlar O’na ibâdet etmekten geri durmazlar. Onlar Allah’ı tesbih ederler, sâdece Allah’a secde ederler.”1
2-“Onlara Rahman’ın âyetleri okununca ağlamaklı olarak secdeye kapanırlar.” 2
Şu üç âyet de ıztırârî ve teshîri denilen zoraki secdeyi anlatmaktadır:
1-“Göklerde ve yerde ne varsa isteyerek veya istemeyerek Allah’a secde eder. Yer ve gökler de gölgeleriyle sabah akşam Allah’a secde etmektedirler.” 3
2-“Görmüyor musun ki göklerde ve yerde ne varsa güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların pek çoğu Allah’a secde ediyorlar.” 4
3-“Göklerde ve yerde canlı ve melekler türünden ne varsa hepsi Allah’a secde eder.” 5
Secde, bir bakıma Allah’ın mutlak hâkimiyetini, rubûbiyet ve otoritesini kabûl ile O’nun hükmüne boyun eğmek demektir. İnsan bu otoriteyi kabûlde zorlanmaktadır. Çünkü insan nefsinin insana kurduğu tuzakların en büyüğü varlık iddiâsı ve “benlik” duygusudur. İnsanoğlu şeytan gibi “ben ben” dedikçe, kendisinde varlık gördükçe Allah’a yakın olmaktan uzaktır. Alemlerin yüce Rabbi, yüceliği kendine hâs kıldığı için yaratıklarındaki varlık ve benlik iddiâsına rahmet nazarıyla bakmaz. Nitekim şeytanın ebediyyen divân-ı ilâhîden kovulmasının sebebi benliktir, secdeden kaçınmaktır. Âdem’e secde etmeyi kendi varlık şuuruna, benlik idrâkine yakıştıramayan iblis, ebedî bir mahrûmiyetle cezâlandırıldı. Yani varlık ve benlik iddiâsı onu secdesizliğe götürdü. Secdeden mahrûmiyet de ebedî kovulmuşluğa. Kur’an’da pek çok âyette geçen bu hâdise aslında insanlık için bir ibret levhası niteliğindedir.
Kul olmanın, hür olmanın; nefsin kulluğundan kurtulmanın yolu Hakk’a secdeden geçmektedir. Çünkü insan secdede Allah’a yakınlığı en yukarı seviyede hissetmekte ve derin bir duygu yoğunluğu ile kurbiyet yaşamaktadır. Nitekim Allah Teâlâ “okumayı emrettiği” ilk sûrede insanın önce kendisini okuyarak Rabbını tanımasını, ona bilmediğini öğreten kerem sahibi Rabbıyla ilişki içinde bulunmasını emretmektedir. Ancak insanoğlu Rabbının verdiği nimetlerle kendisini müstağnî görmeye görsün, hemen azgınlığa düşer, yolunu şaşırır, Rabbını unutur, kulluktan uzaklaşır. Dönüşünün Allah’a olduğunu düşünmez olur. Bununla da yetinmez başkalarının kulluğundan da rahatsız olur ve onları ibâdet ve tâattan uzaklaştırmaya kalkar. Oysa doğru yolda giden; takvâ üzre yaşayıp kulluk bilinci üzre olandır. Allah’ı ve âhireti yalanlayarak doğruluktan uzaklaşan ve Hakk’a sırt çeviren değil. Ama ne yazık ki insanoğlu Allah’ın, yaptıklarını gördüğünü düşünmeden böyle taşkınlık ve şaşkınlıklar yapar. Allah Teâlâ böylelerine meydan okuyarak buyuruyor ki: “Eğer böyle taşkınlık üzre olan yalancı ve günahkârlar vazgeçmezlerse alınlarındaki perçemlerinden yakalayıp cehenneme atarız. O gitsin taraftarlarını çağırsın. Biz de zebânileri çağırırız.”6 Böyle bir feci âkıbetle karşılaşmadan varlık, benlik iddiâsından vazgeç, tevâzuun, hiçliğin ve kulluğun en yukarı seviyesi olan secdeye kapan ve böylece Allah’a yakın olmaya bak!.
Secdede kulun gönlünde kendisine Allah’tan daha yakın hiçbir şey kalmaması secdenin edebindendir. Kulun dili ile de Allah’ı bütün mâsivâdan tenzih etmesi gerekir. Kalbinde Allah’tan daha büyük, O’ndan daha aziz hiçbir varlık bulunmamalıdır. Kulun gönlünde benliğini örtecek bir haşyet ve heybet duygusu bulunmalıdır ki bu sayede kul başka şeylerle meşguliyetten kurtularak Hakk’a rabt-ı kalb edebilsin.
Allah Rasûlü “secdeyi kulun Allah’a en yakın olduğu hâl”7 olarak tavsif etmekte ve secdede yedi organın yere temas etmesi gerektiğine işaret buyurmaktadır. 8
Alın, burun, eller, dizler ve ayakların yere kapandığı secde hâli kulun hiçliğe büründüğü, toprakla müsâvî olduğu; adetâ aslına rücû ettiği; yaratıldığı zeminle eşitlendiği bir hiçlik ânıdır. Hiçlik kulun Allah ile olması, O’nunla kâim olduğu bilincine varmasıdır. Nitekim kudsî hadiste buyurulduğu gibi “kulun Allah’a farzlardan başka nâfilelerle de yakınlaşmaya devam etmesi ve nihâyet Rabbın kulunu sevmesi, Rabbi kulunu sevince de onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olması.”9 Hakk ile kâim olduğunun farkına varması ve sonuçta kulun kendine âid fiillerden, benlik iddiâlarından soyutlanıp hiçliğe ermesi. Nitekim: “Sen çıkınca aradan, kalır seni yaradan”sözü bu mânâda söylenmiştir. Secdede senlik, benlik sona ermekte, kul kulluğun hazzına varmaktadır. Allah zâten kuluyla beraber, onun sâhibi ve Rabbi, önemli olan kulun bu bilince ermesidir. Secde hâli bu bilinci hazırlayan en güzel vesilelerden biridir.
Namaz mîrac, yani Allah ile vuslat, secde ise tam bir kurbiyyet. Bu yüzden Allah Rasûlü ne zaman mîrac heyecânı duysa, o yüksek makamın iştiyâk ve hasretiyle yansa Bilâl-i Habeşî’ye: “Yâ Bilâl bizi namazla rahatlat, huzûra erdir.”10 derdi. Mirâc ve kurbiyet heyecânını bu sâyede doruk seviyede yaşardı. Halk onu namazda görürdü. Oysa onun ruhû namazda, gönlü niyâzda, sırrı pervâzda; yani mirâc için manevî uçuşta, nefsi ise güdâzda; yânî eriyerek hiçliğe erme hâlinde olurdu.
Hz. Peygamber’in namazı nûr olarak târif eden hadisinin yorumunda Sadreddin Konevî namazdaki insanla Rabbi ve ay ile güneş arasında şöyle bir benzetme yapmaktadır. Güneş ışık kaynağı ve nûrdur. Ay ise karanlık ve ışığını ondan almaktır. Ayın güneşten ışık alıp aydınlık olması yüzünün güneşe dönüşüne göre artıp eksilmekte ve bu hilâl halinden dolunaya kadar yükselmektedir. Ay güneşle ne kadar aynı hizâda ve yönü ona tam dönükse ışığı da o kadar fazladır. Namazdaki kulun durumu da aynıdır. Allah nurdur. Karanlık cesed sâhibi kul namazda ne kadar Rabbına yönelmiş ve düşünceleri Onun rızâsı hizâsına ne kadar ulaşmışsa namazı o kadar nûr olur.11 O yüzden namazda kalbin huzûr hâlini yaşaması esastır. Nitekim erbâb-ı dil namazın zahîrî farzlarını bâtınî ve kalbî anlamlarla zenginleştirmişlerdir. Onlara göre namazda abdest tevbe yerindedir, kıraat zikirdir, rükû tevâzuu, secde hiçliği ve nefsi aşmayı sembolize eder. Teşehhüd Hak ile üns hâlinde olmaktır. Selâm dünya kaydından çıkmaktır.
Namazın şartları olarak kabul edilen hazırlık için gerekli farzların da ayrı yorumları vardır: Necasetten tahâret, zâhirde pislikten, bâtında ise şehvet ve süflî arzulardan temizlenmek ve giydiği elbisesini helâl ve meşrû yoldan temin etmektir. Hadesten taharet zâhirde gusül ya da abdest almak, bâtında ise rûhu hâdis olan şeylerin fesâdından ve günahlardan temizlemektir. Kıbleye yönelmek zâhirde Kâbe’ye, bâtında Arş’a ve gönül kıblesine teveccüh etmektir. Vakit zâhirde namaz zamanının girmesi, bâtında ise kurbet duygularıyla kâim olmaktır. Niyyet’in anlamı ıvazsız garazsız hâlis bir duygu taşımaktır. Nihâyet heybet makamında iftitah tekbiri, vuslat menzilinde kıyam, ta’zim duygusuyla kıraat, huşû ile rükû, tezellül ve hiçlik ile secde, cem’ duygusu ile teşehhüd ve fenâ hâli ile selâm. İşte bunları tamamlayarak kılınan namazın en zirve noktası secdedir. Secde ise hiçlikte mânevî yükseliştir.
1 el-A’râf, 7/206. 2 Meryem, 19/58. 3 er-Ra’d, 13/15. 4 el-Hacc, 22/18. 5 en-Nahl, 16/49. 6 el-Alak, 95/15-19. 7 Müslim, salât, 15; Nesâî, mevâkît,35; Tirmizi, deavât, 118; İbn Hanbel, Müsned, II, 121. 8 bk. Tecrîd-i sarîh Terc. II, 849. 9 Buhârî, Rikak, 38. 10İbn Hanbel, Müsned, V, 364, 371. 11 Şerh Hadis-i Erbaîn, nşr. H. Kâmil YILMAZ, İstanbul, 1990 s. 48-49.