Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Şeb-i Arûs Ya da Ölüm Sevinci

Altınoluk Dergisi, 2007 – Aralik, Sayı: 262, Sayfa: 042

17 Aralık 1273 Mevlânâ’nın Hakk’a vuslat günü, kendi ifâdesiyle “şeb-i arûs/gerdek gecesi”. Biz onun şeb-i arûsunun sene-i devriyesi münâsebetiyle bu sayıda (Aralık 2007) biraz da onun gözüyle ölüm sevincini irdeleyelim istedik.

Tasavvufta varlık ve varlığın mertebeleri “devr nazariyesi” ile açıklanmaktadır. “Devr” varlığın latîf olan Allah katından kesâfetle yoğunlaşması ve zûhura gelmesi ile başlayan, tekrar mânevî yükseliş ile Allah’a dönmesi şeklinde gerçekleşen oluşun adıdır. Allah’tan varlığa, zuhûra doğru geçiş nüzûl, varlık ve eşyadan tekrar Hakk’a yükseliş urûc adı ile anılır. Biri inişi, diğeri yükselişi temsil eden iki yarım dâire, tam bir dâireyi oluşturur. Bu yüzden varlığın bu tür yorum tarzına “devr” ya da “devriye” denmiştir. Yani her şeyin başı ve sonu Allah’tır. İnsanlar ve yaratıklar Allah’ın kendilerine tayin ettiği bir süre için görevlerini yerine getirmek üzere zuhûra gelirler ve ardından tekrar O’na dönerler.

Mevlânâ’nın hayât ve ölüm anlayışı “devr” nazariyesine göre mutlak varlıktan zuhûra geliş ve tekrar O’na dönüş şeklindedir. Bu yüzden onun anlayışında ölüm yokluk, tükeniş ve bitiş değil, aksine bu dünyada rûhun bedene mahkûm hapis hayâtının sona ermesi ve hürriyet ile gerçek Sevgiliye kavuşmasıdır. Nitekim o Dîvân’ında şöyle der: “Benim ölüm günüm Sevgili’ye kavuşma günümdür (şeb-i arûs), eğlence ve mutluluk günümdür. O gün benim için çeşitli nîmetleri yeme, şikâyetlerden kurtulma ve Allah’tan râzı olma günüdür.”1

Aslına bakılırsa bu dünyada insanları en çok korkutan şey ölümdür. Ölümün soğukluğu insanları ürkütmekte, ellerini kollarını bağlamakta ve hatta bazen insanlara hayâtı anlamsız göstermektedir. Bu durum ölümün zâhirine bakanlar içindir. Oysa ki işin özüne bakıp bâtını görenlere göre ölüm, Allah’tan gelen rûhun yine O’na yükselmesidir. Çünkü insan rûhu bedende olduğu sürece geldiği ve döneceği âleme göre zindandadır. Nasıl zindanda olan insan hapishânenin yıkılmasından incinmez ve yıkanlara: “bu binayı niye yıkıyorsunuz?” diye karşı çıkmazsa, aynı şekilde insan da ölümle beden mülkünün vîrân olmasından incinmez, aksine sevinir. Nitekim Mevlânâ şöyle der: “Sen yaşıyorum sanırsın. Aslında beden zindanında mahbûssun. Zindandan kurtulur, beden kuyusundan çıkabilirsen Yûsuf gibi Mısır’a sultan olursun.”2

Aslında bu dünya her ne kadar var gibi görünse de önü ve sonu yokluk olduğuna göre, yok hükmündedir. Bu sebeple insana yakışan sonsuzluk âlemine kanat açmaktır. Ölüm insanoğlunun dünyaya gelişiyle birlikte başlamaktadır. Her an insanın bir cüz’ü ölüm halindedir. İnsan her an can vermede; canından bir miktarı yokluğa göndermededir. Allah’ın “Muhyî”/dirilten ve “Mümît”/öldüren sıfatları sürekli tecellî hâlindedir. Bu sıfatların gereği olarak da insanda her an on binlerce hücre ölmekte ve on binlerce hücre yeniden yaratılmaktadır. Ancak bu olma ve yok olma o kadar hızlı gerçekleşmektedir ki biz hayâtı devam ediyor zannediyoruz. Nitekim ucunda ateş bulunan bir çubuğu hızla çevirdiğimiz zaman ışıktan oluşan bir dâire görürüz. Aslında ortada dâire yoktur, bu bir algı yanılmasıdır. Hayât da böyledir. Bir tarafta hızlı bir oluş, öbür tarafta hızlı bir yok oluş. Bütün bunlar bizi, “hayat devam ediyor” algı yanılmasına sevk etmektedir.

Bize ölüm gibi görünen hakîkatte ölümsüzlüktür. Bu dünyada maddî rızkın kesilmesi ya da azalması, öteki dünyanın rızkının artmasına vesîleyse ne güzel! İnsanlara soğuk ve korkutucu gelen ölümün dış görünüşü, can vermenin şeklidir. Yoksa ölümün iç yüzü diriliktir, yaşayıştır. Görünüşte her ne kadar bir tükenme gibi algılansa da hakîkatte ölüm, hayât ve ebedî hayâta geçiştir. Mevlânâ’ya göre insanların zorlandığı alan, dünya ilgileridir. İnsanlar dünyaya, ebediymiş gibi, ne kadar dört elle sarılırsa ölüm o kadar zorlaşır.

Herkesin ölümü kendi rengindedir. Allah’a kavuştuğunu düşünmeden ölümden nefret edenler, ölümü düşman gibi görür. Ölüme dost olanlarsa onu candan bir dost olarak karşılarlar. Ölümü Yûsuf gibi görenle kurt gibi gören arasında elbette fark vardır. Ölümü Yûsuf gibi gören, canını fedâya hazırdır. Ama gözüne ölüm kurt gibi görünen, ölümle karşılaşınca sapıtır, yolunu şaşırır, hattâ yoldan çıkar. Aslında ölümü bir ayna gibi görmek lazımdır. Nasıl ayna güzeli güzel, çirkini çirkin, beyazı beyaz, zenciyi siyah gösterirse, ölüm aynası da insanlara gerçek kimlik ve kişiliklerini gösterir.3 Ölümü bilen ve ölümden sonrasına hazırlananın gözünde ölüm sıcak bir dosttur, Mevlânâ’nın ifâdesiyle şeb-i arûs, yani Sevgili’ye kavuşmadır. Çünkü nazarında ölüm hakîkat kapısının açılmasına sebep olana âdetâ “haydi çabuk ol!” denir. Ama ölümü ölüm olarak görenler ondan kaçar. Ölümü haşir ve dirilme olarak görenler ise ölüme ve Sevgili’ye koşar.

Mevlânâ, hayatın fânîliğini, ölümün ebediyete açılan boyutunu İbrahim (a.s.) gibi ülü’l-azm peygamberler ile Hz. Hamza gibi şehîd sahâbîlerden örnekler vererek anlatır: Nerede bir Halil İbrahim ki, mağaradan çıkıp da yıldıza, aya, güneşe; “Bu benim Rabbim!” demişken, onların battığını görünce kendine gelerek; “Ben batanları sevmem; nerede kâinatı yaratan Allah?” desin ve kâdir-i mutlak olanı bulsun.4 Ya da Hz. Hamza gibi: “Ben genç iken, ölümü bu dünyaya veda etmek gibi görürdüm. Ama Hz. Muhammed’in hidâyet nûru sâyesinde dünya esâretinden kurtuldum. Ölüme ve rabbime gülerek gidiyorum” diyebilsin.5

Ölüm konusunda Mevlânâ dünya gerçeklerinden uzak, ham hayal peşinde değildir. Ölümün dehşetini bir vâkıa olarak görmekte ve şunları söylemektedir: “Ölüme doğru kim isteyerek gider? Ejderhanın önüne kim çıplak çıkar?” Ölümün dehşeti, ona hazırlıksız yakalanmaktadır. Gecelerini ibâdetle geçirenler, Hak korkusuyla uyumayanlar, ölüm zamanı gelince korkusuz rahatça ölürler. Böylesi Hakk âşıklarının ölüm sırasında gönül gözleri açılır da öteleri; gayb âlemini görürler.

Mevlânâ’ya göre ölüm korkusundan kurtuluş reçetesi: “Hz. Muhammed’in nûru sâyesinde fânî dünyaya bağlanmamak ve ona boyun eğmemektir.” Böylece ölümün korkunçluğu zâil olur. Çünkü böyleleri gerçek hayatını ölümünde görür. Dünyada kalmayı yerinden, yurdundan ayrı kalma olarak değerlendirir. Bu dünyada bulunuş bir ayrılık olduğundandır ki biri ölünce: “Hiç şüphe yok ki, biz Allah’a âidiz, yine dönüp O’na varanlarız.”6 diye ilticâ edilmektedir.

Bu mânâya göre gerçek sevgili; tek olan, benzeri bulunmayandır. Bu dünyaya geliş O’ndandır, gidiş O’nadır. O’ndan geldik, O’na gideceğiz. İnsan O’nu bulunca, başkasını beklemez. O hem apaçık / zâhir meydandadır, hem de bâtındır / gizlidir, görünmez.7 Artık anlamak gerek ki insan bedenden ibaret değildir. İnsan bedenin ötesinde Allah ile yaşamaktadır. Bu gerçeği kavrayan ölümden niye kaçsın ve korksun? Aksine insan O’ndan ayrı düşmenin ıstırabıyla acı acı feryâd etmeli, yanıp yakılmalıdır. Böyle bir halde Allah aşkıyla gözlerden dökülen yaşları, halk göz yaşı sansa da onlar inci mesâbesindedir.

Ölümden korkulmaz, çünkü ölümle insan şu kirli topraktan kurtulmakta, göklere ve ötelere yükselmektedir. Yine ölüm sâyesinde insan, ruhlar âleminden bu dünyaya geliş rövanşını, daha doğrusu gerçek âlemine doğru ikinci bir doğumu yaşamaktadır.8 İnsanoğlu bu âlem için süreli bir kandil yakmıştır. Bu yüzden insanoğlu ömür kandili sönmeden aklını başına almalı, fitilini düzeltmeli, yağını koymalı;9 yâni gönül kandilini uyandırmalıdır. Gönül kandilinin ışığı, ölüm karanlıklarını da, küfür karanlıklarını da ışıtır, yollarını aydınlatır, insanı Hakk’a götürür.

Ölümden korkanlar âşık olmayanlardır. Onlar ömürlerinin uzaması için mühlet isterlerken âşıklar bir an önce ölümle O’na kavuşmak dilerler. Çünkü âşıklar ölmez.10 Onların mezârı âriflerin gönülleridir.11

Dipnotlar: 1) Şefik Can, Dîvân-ı Kebîr Seçmeler, I, 144. 2) Şefik Can, Mesnevî Tercümesi, c. V, s. 141, dipnot: 184. 3) Mesnevî, c. III, b. 3437-3438. 4) Mesnevî, c. II, b. 3063 vd. 5) Mesnevî, c. III, b. 3428-3430. 6) el-Bakara, 2/156. 7) Mesnevî, c. III, b. 1417-1418. 8) Dîvân-ı Kebîr Seçmeler, I, 457. 9) Mesnevî, c. II, b. 1263. 10) Dîvân-ı Kebîr Seçmeler, I, 331. 11) Dîvân-ı Kebîr Seçmeler, I, 181.