Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

ŞAHSİYET GELİŞİMİNDE KALB TERBİYESİNİN ROLÜ VE EHEMMİYETİ

TAKDİM: İBRAHİM BAZ

Muhterem Hocam, çok kıymetli Selim Efendi, muhterem Alican abi, Aziz Zaqatalalılar, sevgili müellim arkadaşlarım ve talebelerimiz! Hepiniz hoş geldiniz.

İnsanoğlu, hızla gelişen ve değişen dünyada konumunu bir kez sorgulamaktadır. Değişim ve gelişim o denli hızlı, makineleşme ve maddîleşme o derece yoğun ki, insan fizyolojisi ve psikolojisi onu algılamakta ve içselleştirmekte bir takım zorluklar çekmektedir. Bu nedenle de insana, kendini anlatma ve onu değişen şartlara göre, insânî değerler üzerine yeniden yapılandırma konusunda bir çok yeni usuller aranmaktadır. Günümüzde birçok isimle anılmakla birlikte, bunları genel olarak “Kişisel Gelişim” başlığı altında toplayabiliriz. Bunlar incelendiğinde görülmektedir ki, bizim özellikle tasavvuf kültürümüz karşısında oldukça sığ kalmakta, insana gösterilen gayede eksiklik bulunmaktadır. İslam tasavvuf kültürümüzün bu usullere vereceği çok büyük katkılar bulunmaktadır. Biz de bu münasebetle bir konferans tertip ettik. Bu gün burada inşallah çok güzel bir konferans dinleyeceğiz. Konferansın konusu: “Şahsiyet Gelişiminde Kalbin Ehemmiyeti ve Önemi”. Kalbimizin keyfiyeti ve kalitesi bizim için hakikaten çok önemli. Zira “kem âlât ile kemâlât olmaz.” Yani kötü alet ile iyi iş yapılmaz; Kör bir bıçakla düzgün iş yapamazsınız. Unutmamalıyız ki yer yüzünün en kıymetli aleti, insandır. İnsanın en kıymetli âleti ise kalptir. Bu sebepledir  ki, kalp eğitimi, kalp tasfiyesi, kalp tezkiyesi, kalp gelişimi bizim için ehem olan meseledir. Emmâre olan nefislerimizin, kâmile nefislere sahip olan peygamberlerin eteklerinden tutması ve onların ayaklarının altına layık olabilecekleri kıvama ulaşması için, kâmillerin sözlerine kulak asmamız gerekir, onların nasihatlerine kulak vermemiz gerekir.

Bu denli önemli olan kalp eğitimi konusunda, kendisinden konferans talep ettiğimiz muhterem hocamız da sağ olsun bizleri kırmadılar, buraya kadar geldiler. İnşallah bu konuda bizleri aydınlatacaklar ve bu konferans hayatımızın kalan kısmını daha şuurlu, bilinçli yaşamamamıza; kalplerimizin “kalb-i selim” kıvamına ulaşmasına vesile olacaktır. İstanbul’dan buraya kadar gelen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Tarihi öğretim üyesi ve Aziz Mahmut Hüdâyî Vakfı başkanı Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz hocamıza fakültemiz adına en kalbî şükranlarımı sunuyorum. Hocamızın buraya gelmesindeki katkılarından dolayı Gençliğe Yardım Fondu adına başkan Ahmet Tecim Bey’e teşekkür ediyorum. Muhterem hocam, müellimlerimiz, talebelerimiz ve misafirlerimiz sabırsızlıkla beklemekteler. Söz sizlerin. Buyrun hocam.

KONUŞMACI: PROF. DR. HASAN KAMİL YILMAZ

Bismillhirrahmânirrahim!

Elhamdülillâhirabbilâlemin. Ve’s-salâtü, ves-selâmü alâ rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Hepinizi Allah’ın selâmı ile selamlamak istiyorum ve Türkiye’den sizlere getirdiğim selamları tevcih ederek sözlerime başlamak istiyorum. Türkiye’den sizlere sevdiklerinizden gönüller dolusu selamlar getirdik. Başta muhterem hocamız Osman Nuri Topbaş Bey olmak üzere. Önce onu tebliğ edelim. Sonra inşallah konferansımıza başlayalım.

Kişisel gelişim, malum son yıllarda NLP diye de anılan, psikolojinin ve pedagojinin şahsiyet eğitiminde oynadığı rolün yeni bir yorumu olarak dikkat çekiyor. Pek çok bilim adamının, pek çok sosyal bilimcinin ilgisini çeken bir ilim dalı oldu son yıllarda. Şüphesiz, yeni yorumları, farklı üslupları ile pedagoji ve sosyolojiye katkıları var. Ama bununla birlikte beraberinde getirdiği tartışmalar da var. Özellikle kişisel gelişimcilerin kullandığı bir takım argümanların Doğu felsefelerinden, Doğu dinlerinden, Hinduizm, Taoizm, Budizm ve benzeri düşüncelerden alınmış olmasının yanı sıra bunlarda insanları eğitme amacıyla kullanılan yogaya benzer bazı figürler kafa karıştırmaktadır. Zaman zaman bazı yerlerde ve yorumlarda, Hint felsefesine, doğu felsefesine yakın yorumlarla bir şekilde buluşturmaları, hassasiyeti bulunan insanlar acısından acaba kantarın topuzu kaçıyor ve biz farkında olmadan kendi kişilik eğitimimizi, şahsiyet terbiyemizi bir taraflara doğru ihale mi ediyoruz kaygısını da beraberinde getirmektedir. Bu iki dengeyi çok iyi görmek ve kurmak gerekiyor.

KİŞİSEL GELİŞİM VE TASAVVUF

Kişisel gelişimin bir çok faydalı tarafları var elbette, ama kullandığı argümanların başka kültürlere doğru insanları yönlendiriyor olması, kullandığı bazı argümanları onlardan alıyor olması İslamî muhitlerde ister-istemez insanları endişelendirmektedir. Bu tür yaklaşımlar ve tartışmalar Türkiye’de ve birçok İslam ülkesinde devam etmektedir. Bu bakımdan konuyu biraz nezaket çerçevesinde irdelemek ve incelemek gerekir. Tabii bizim kendi öz kaynaklarımızın; Kitab-ı Kerîmimizin, sünnet-i Rasûuillahın Efendimiz (s.a.v) uygulamalarının ve dini birikimimizin, gelenek halinde birikimimizin bu konuda neler söylediği, tasavvuf kültürünün insan eğitiminde özellikle 1400 yıllık süreçte çok ciddi eserler ortaya koymuş ve müesseseler kurmuş olan tasavvuf kültürümüzün neler söyledikleri oldukça önemlidir. Bunlarla karşılaştırdığımızda şahsiyet eğitimi, kişisel gelişim nereye oturuyor, bunlar arasında ne tür bir alış-veriş var, bunu ifade ve tespit etmek gerekiyor. Biz konuşmamızda elimizin erdiği, dilimizin döndüğü kadar bunları görmeğe ve göstermeğe çalışacağız, inşallah.

Tabii özellikle insan gerçeği ile uğraşan, insanı tanımayı, insanın gerek ruh dünyasını, gönül dünyasını ve gerekse beden dünyasını, ama özellikle görülmeyen gönül ve ruh dünyasını inceleyenler farklı kültürlerden olsalar da, zaman-zaman yollarında, söylemlerinde, ifadelerinde birliktelik olduğu görünmekte ve bilinmektedir. Çünkü hareket noktası insan olan düşünceler, sistemler ister-istemez yolları da birbirleriyle kesişiyor ve buluşuyor. Bu bakımdan kişisel gelişimin kaynağı kabul edilen Taoizm’de de, Hint felsefelerinde de, İslam’daki tasavvuf felsefesinin, tasavvufi düşüncenin benzerlerini bulmak, benzer izah ve yorumlarını bulmak elbette doğaldır diye düşünüyorum. Bunların birinin bir diğerinden alınmış olduğu şeklindeki bir mütalaadan çok, bunların insanları nereye götürmek istedikleri önemlidir. Yani bu felsefeler ve düşünceler insanı nereye taşımak istiyorlar, insanı nereye çıkarmak ve nasıl bir insan kişiliği inşa etmek istiyorlar. İşin bu tarafı önemli.

İslam’ın, İslam düşüncesinin ve İslam tasavvufunun bu tür eğitimde ana hedefi bellidir. Halkı Hakk’a kulluğa götürmek, onların gönüllerini ve kalplerini Allah ile buluşturmaktır. İnsanoğlunun Elest Bezmi’nden itibaren yabancılaştığı, uzaklaştığı ilahî âleme bu dünyada iken irtibat sağlayacak, bu âlemde o âlemi yaşayacak argümanlarla insanı buluşturmak ve bu dünyada vuslat tadını tattırarak, bu dünyanın faniliğini, geçiciliğini insanoğluna göstermektir. Tasavvufun gayesi budur. Kullandığı bütün argümanlar da bu amaca yöneliktir. Yani insanları Hak ile buluşturmak, Allah ile buluşturmak, geldiği âlemle irtibata geçirmek ve Allah’a verdiği sözü bu dünyada icrâ ve ifâ eden, O’na bağlı kalan bir yapıda yaşamasını sağlamaktır.

Cüneyd-i Bağdadî hazretleri diyor ki, tasavvuf literatüründeki semâ ve zikir; iki kavram çok önemli. Bunlardan zikir hatırlamak, unutmamak demektir, sema da işitmek demektir. Zikir, yani hatırlanan şey Allah ile yapılan muâmeledir, Allah ile yapılan sözleşmedir. Bu dünyada Allah ile yaptığımız sözleşmeyi veya muâmeleyi hatırlar ve ona bağlı kalmaya çalışırsak bu zikirdir. Bu sözleşmeyi yaptığımız sırada Rabbimizin bize “Elestü bi Rabbiküm -Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusunu, bu dünyada duyduğun her sesin arkasından duyarsak bu da semâdır. Çünkü semâ, işitmek demektir. Allah’ın “Elestü bi Rabbiküm” hitabı dünde kalmadı, yani Elest Bezmi’nde söylendi orada kalmadı, bu gün de Allah Tealâ, ‘elestü bi rabbiküm’ demeye devam ediyor. İşte insanlar, bu sesi duyacak bir kulağa, daha doğrusu gönle ve kalbe sahiplerse, semâ etmeye devam ederler. Bu dünyada zikirden ve semadan maksat budur. Elest bezmi’ni hatırlamak zikirdir, elest bezmindeki ‘Elestü bi Rabbiküm’ü duymak semâdır. Tasavvufun amacı ve gayesi de budur. Bu amaç ve gaye istikametinde onun kullandığı bir takım unsurlar vardır; insanı eğitmek, insanı Allah ile buluşturmak ve bu dünyada zâkir bir kalbe, selîm bir kalbe ulaştırıp yarın yüzakı ile Cenab-ı Hak ile buluşabileceği bir gönül aydınlığına ulaşmak için kullandığı usuller ve yöntemler vardır. Ancak bu usul ve yöntemleri, bu gün kişisel gelişim denilen metotlar arasında da bulunduğunu görmek hem sevindirici, hem de düşündürücüdür.

Sevindiricidir, tasavvuf erbabının, tasavvuf ehlinin Kur’an’dan ve sünnetten alarak hayatımıza uyguladığı bu gerçeklerin âlem şümul olduğunu gösterir ve insan gerçeğini  gerçekten yakalamış olduklarını gösterir.

Düşündürücüdür, birileri bu argümanları kullanmak suretiyle acaba bir iltibasla, bir tedâhülle aynı düşünceye hizmet ediyoruz ifadeleriyle insanımızın kafasını ve gönlünü başka kültürlere yönlendirip çalabilir mi? Böyle bir tehlike de gündemdedir. Bu bakımdan da üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur.

Biz geçtiğimiz yıllarda, ALTINOLUK dergisinde kişisel gelişimle ilgili bir sayı yapmıştık. Hatırlarsınız belki, 3-4 sene kadar daha önce. Türkiye’de kişisel gelişim denince akla gelen insanlarla mülakatlar yapıldı o zaman. Bunlardan birisi de Doğan CÜCELOĞLU’ dur. Türkiye’de kişisel gelişim uzmanlarının önde gelenlerinden birisidir Doğan CÜCELOĞLU. Onun kişisel gelişim için öngördüğü şartları izah etmeğe çalıştığı 6 önemli unsur var ki, bu unsurların hepsi aslında tasavvuf kültürünün, bir müridin, bir sâlikin, bir insanın kalbi eğitiminde kullandığı argümanlardır. Bu bir tesadüf değil, her halde bir tevâfuktur. Altı şey, hatta buna yedincisini de ilave ediyor Doğan CÜCELOĞLU. Onları şimdi size kısaca izah edeceğim.

Bunlardan ilki, canı bilmek; ikincisi âidiyet, mensubiyet duygusu; üçüncüsü hiçlik ve mahviyyet duygusu; dördüncüsü muhâsebe; beşincisi ölüm düşüncesi; altıncısı sevgi motifidir. Kişisel gelişimde şahsiyet teşekkülü ve inşasının temel motifleri olarak gördüğü, bir de tarihi kahramanlara ait her gün akşam ve sabah olmak üzere 15 dakika kitap okumayı ilave ediyor. Bizim menâkıb dediğimiz şeyleri okumayı da şahsiyet inşası için önemli bir unsur olarak görüyor Doğan Cüceloğlu. Şimdi bunları tasavvufî bir perspektif ile ele alıp analiz edelim.

1- CANI BİLMEK 

Canı bilmek denilen şey, tasavvuf ehlinin “men arefe nefsehû, fekat arefe rabbehû’ yani “nefsini tanıyan rabbını tanır” sözünden yola çıkarak kişinin kendisini tanımasına ait çok önemli bir mesaj taşımaktadır. Vâkıa, Kur’an-ı Kerîm’in ilk nâzil olan ayetlerinde bu manada çok önemli ip uçları verilmektedir. Kuran-ı Kerim’deki İkra âyet-i kerîmesi biliyorsunız mefulü olmayan bir emirdir. “Oku!”[1] diyor Allah Teâlâ peygamberine. Ama neyi okuyacağını söylemiyor. Yani kitabı mı okuyacak, defteri mi okuyacak, semâyı mı okuyacak neyi okuyacak Allah Rasûlü. Allah Teâlâ, buna dair bir tabir kullanmıyor. Lâfzı mutlak olarak söylüyor. Arapça’da bir lafzın ıtlâkı, mutlak olarak kullanışı nedir? Kemâline masruftur. Yani en mükemmel ne okunursa, nasıl okunursa ve neler okunarak en mükemmel okuma gerçekleşirse, bunu yap manasına gelir. Vâkıa, âyetin devamında Allah ip uçları vermeğe devam ediyor. Diyor ki:

اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ خَلَقَ الْإِنسَانَ مِنْ عَلَقٍ

Oku! Seni yaratan Rabbının adı ile oku! O Rabbın ki, seni ana rahminde tutunan bir embriyodan yaratmıştır.

Alak, duvara asılan bir askı için kullanılan bir tabirdir. Embriyo da ana rahminin duvarına tutunduğu için alak diye tabir edilmiştir. Yani Allah, bize yaratılış sürecimizle ilgili, Elest Bezmi’nden ayrılan ruhun bedene girişi ile ilgili sürekli var oluşumuzu hatırlatarak, bizim önce kendimizi okumamız gerektiğini, kendimizi tanımamız gerektiğini, hangi âlemden gelip nereye doğru gittiğimizin, özelliklerimizin, zaaflarımızın ve kabiliyetlerimizin neler olduğunu okumamız lazım geldiğini ifade ediyor, buna dair ip uçları veriyor. Yani adeta, sen önce kendini oku, özünü oku, sen kimsin, nesin, nereden geliyorsun, zaafın ne, kabiliyetin ne? Bunların farkına var diye uyarıyor. Hülasa olarak Allah, bize önce kendimizi okumamızı emrediyor. Yunus da:

İlim İlim bilmektir,

İlim kendin bilmektir.

Sen kendin bilmezsin,

Bu nice okumaktır.

diyor. Yani gerçek ilmin, önce kendini bilmek olduğuna işaret ediyor. Ve tasavvuf düşüncesi genelde kişinin önce kendisini bilmek duygusu ve düşüncesini  merkeze oturtur. Kişilerin kabiliyetlerine ve zaaflarına göre eğitilmelerini ve yönlendirmelerini hedefler. Canı bilmek deyince de kastedilen insanın özünü, kendini, nefsini ve şahsını tanımasıdır. Farkında olmaktır, insan olduğumuzun farkında olmaktır. Yaratık olduğumuzun, Allah tarafından yaratılmış olduğumuzun farkında olmaktır. Ona kul olmak için yaratıldığımızın farkında olmaktır. İlk defa insan bunu fark edince,

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

Ben cinleri ve insanları başka maksatla değil, sadece bana kulluk etsinler diye yarattım[2]  ayetinin manası da ortaya çıkmış oluyor. Dolayısıyla, kişisel gelişimcilerin ön gördüğü birinci şart canı bilme tasavvufun da temel şartı olarak gördüğü esaslarından birsidir.

2- ÂİDİYET VE MENSUBİYET DUYGUSU

İnsanoğlu sosyal bir varlıktır. Sosyal bir varlık olmanın gereği olarak önce kendini bir aileye, ebeveyne ve kardeşlere ait olarak görmek, onlardan kuvvet almak, onlardan destek almak ve onlarla paylaşmak ister. Daha sonra bu âidiyet ve mensubiyet duygusu kavm ve kabileyle, aşiretle, milletle, ümmetle büyüyerek gelişir. Hani ağaç dalı ile gürler, derler biz de. Yaygın bir söz vardır bizde: Ağaç dalı ile gürler. İnsan mensup olduğu kabileyle, aşiretle, cemaatle, camiayla, cemiyetle ve milletle kendisini daha mutlu ve daha huzurlu hisseder.

Bu yüzden toplumda insanlar, kabiliyet ve istidatlarına göre kendilerini gerek mesleki bakımdan, gerek mânevi bakımdan, gerekse sosyal statü bakımından bir derneğe, bir camiâya, bir cemiyete ve benzeri sosyal statüdeki sınıflara mensup olarak hayatını düzenlemek isterler. Ve oradaki yürek bütünlüğü, aidiyet, kalbî alış veriş, sevgi alış verişi bir pozitif enerji meydana getirir o camiada. Sonuçta o camia insanlarının topluca daha güzel şeyler yapmasını sağlar. Nitekim tasavvufta da bir mürşidin etrafındaki insanlar, o mensubiyet duygusuyla, oradan aldıkları pozitif enerjiyle aile fertleri gibi hissederler.  Allah Teâlâ Hazretleri de aslında ümmeti, aile fertleri gibi görüyor. Nitekim Ahzab Sûresi’nde, Peygamber (s)’in hanımları ümmetin anneleri olarak bildirilmektedir.

Zemahşeri’nin el-Keşşâf isimli tefsirinde şâz bir kıraatte bu ayetin devamında şöyle bir ayetten bahsediliyor: “ve huve ebun lehüm…” Peygamberin eşleri ümmetin anneleridir, o da onların babası mesâbesindedir. Yine Peygamberimizin Ebu Davut’dan gelen bir rivayette:  “Ene bi menzileti ebîkum” ifadesi var. Ben, size babanız mesabesindeyim. Hucurât suresinde de:

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ

Mü’minler ancak kardeştirler[3] buyrulmaktadır. Dolayısıyla peygamber baba, peygamber eşleri anne ve ümmet bu ebeveynin çocukları mesabesinde koskoca bir aile; sevgiye dayalı bir aile ve bu aileye mensup olmanın huzuru ve mutluluğu ve pozitif enerjisi. İslam’da bu var, tasavvufta bu var. Kişisel gelişimciler de bu aidiyet duygusu ile insanların daha mutlu olduğunu ve bu duyguyla topluma daha kolay intibak ittiklerini söylüyor.

Gerçekten batıda ferdiyetçiliğin getirdiği bir takım yeni kabullerle insanlarda ciddi bir yalnızlaşma duygusunun büyüdüğü biliniyor. İnsanlar mecbur olmasalar, on sekiz yaşına kadar bile çocuklarına bakmayacaklar. Ebeveynlerine zaten bakmıyorlar. Sosyal devlet anlayışı. Hepsine devlet baksın. Ben hayatımı yaşarım, benim için mühim olan, önemli olan kendimdir. Kendimin dışındaki her şey; “Altta kalanın canı çıksın.” Beni ilgilendirmiyor düşüncesi egemendir bu gün batıda. Bu yüzden paylaşım yoktur, oysa ki, insanın paylaşmaya ihtiyacı vardır. Sevgiyi, üzüntüyü, tasayı, acıyı paylaşmaya ihtiyacı vardır. Bu da ancak insanın kendisini güvende hissettiği ve aidiyet duygusu duyduğu ailesidir yahut aynı statüdeki sevgiyle bağlandığı gruptur, camiadır, cemaattir.

Bu yüzden batılılardan birisi diyor ki, “aile, insanların olduğu gibi göründüğü yerdir.” Herkes ailesinin dışında ve bir başka yerde bundan farklı görünmek isteyebilir ve ya buna muhatap olabilir. Ama ailesinde, olduğundan fazla görünmesi zordur. Bu yüzden hep aile örneği verilmiştir: Hadis-i şeriflerde ve tasavvufî düşüncede camia, cemaat ve tarîkat modelleri öne çıkarılır. Kişisel gelişimciler insanda aidiyet duygusunun eğitim için önemli olduğunu ve insanları motive ettiğini söylüyor.

Nitekim insanlar insanoğlu kendini fayda gördüğü yerden çok faydalı olduğu yere mensup sayar. O yüzden insanların bir şeyler yapmalarını sağlayacak işbirliği içerisinde olmak, onlara hizmet göstermek gerekir. Hizmet gösterdiğiniz sürece o hizmetin ve camianın içerisinde bulunan insan yeşerecek ve kendini daha mutlu hissedecektir. Yardım aldığı, destek aldığı yere değil, yardım ettiği, destek verdiği yere daha gönülden bağlanacaktır. Bu açıdan baktığınız zaman çocukların, anne-babalarını sevdiklerinden daha fazla severler. Niye? Çünkü ebeveynler çocuklarına faydalıdırlar, emek verirler, onlar için terlerler, sıkıntı çekerler. Bu emek-mesai harcamaları, onlara bu şekilde mesai sarf etmiş olmaları sevgilerinin daha yüksek kalitede olmasını sağlar. Çocuklar ise ebeveynlerinden sürekli alıcıdırlar. Onların sevgilerini alırlar ve emeklerini alırlar. Çocukların ebeveynlerine olan sevgisi, ebeveynin çocuğuna olan sevgisinden daha yüksek değildir. Bu bakımdan insanlar, faydalı oldukları yere ve kişilere daha çok gönülden bağlanırlar, daha çok mensubiyet duygusu hissederler.

3-HİÇLİK VE MAHVİYET 

Hiçlik duygusu, kişinin sürekli ben ben demeyen, beni öne çıkarmayan, birlikteliği, beraberliği, biz duygusunu öne çıkaran ve birlikte yaptık, paylaşarak yaptık, biz bir takımız, biz bir grubuz duygusuyla hareket etmesidir. İnsanların toplumda kişisel gelişim açısından ve insanlar tarafından üstünlük, kabul görme bakımından daha iyi noktada bulunduğunu söylüyor ki, bu tasavvufun insanlara öğretmek istediği en önemli hususlardan birisidir. Biliyorsunuz, tasavvufî telakkimizde insan olmanın temel şartı hiçliğe razı olmaktır. O yüzden, eskiden dergâhların kapısından girdiğin zaman tam kıble istikametinde “Edeb yâ hû” yazardı. Sen mukaddes bir mekândasın, mübarek bir yerdesin. Dolayısıyla, burada bulunmanın gereği olan edebe riayet et, kendine çekidüzen ver, âdâba muvafık olmayan işler işleme şeklinde bir mesaj verilir. Oradaki görüşme bittikten sonra kişi çıkarken kapının üzerinde çok kocaman bir “hiç” yazısı görülür. Yani ben hiç’im duygusu. Yani varlık iddia etmeyen, bende iyilik adına ne varsa hepsi O’ndandır.  “La havle ve la kuvvete illa billah”. Güzellik adına ne varsa O’ndandır. Kusur varsa bana aittir. Bu da, biz insanları beşeri münasebetlerde yücelten, yükselten, değerini artıran bir özelliktir. Karşınızdaki insana ne kadar çok iltifat ederek, kendinizi kusurlu görerek muamele ederseniz o kadar çok saygı görür, o kadar çok insan muamelesi görürüz. Ayağınıza basan adama: “Kör müsün, ayağıma basıyorsun?” demek de bir haktır ve bir yoldur. O zaman alacağınız cevap farklıdır. Ama, “Özür dilerim, ayağınızın altına basmışım” demek ayrı bir güzelliktir. Alacağınız cevap farklıdır. Onun için iddiadan, varlık sahibi olmak iddiasından, benlik iddiasından uzaklaşıp “men tevâdaa fekad rafaahullah” “Kim tevazu ile hiçliye soyunursa Allah onu yüceltir” diyor Peygamberimiz.

Tevâzu ayn-i rif’attir, ânınçün sun-ı Yezdanî

Makam-ı kâkûlü belâ-yı çeşm-i izzet etmiştir

diyor bir başka şair. Yani tevazu denilen şey, yüceliktir. O yüzden Allah Teâlâ insanın en değerli uzvu olan gözünü kaşının ve saçının altında yaratmıştır. Veya göz tevazuundan, en değerli olmasına rağmen, ben kaşın üstüne çıkacağım, saçın da üstüne çıkıp tepede olacağım dememiş ve kaşın altına gizlenmiş ve değeri artmıştır diyor. Yani en değerli uzvumuz gözümüz. En değerli şeyin en yukarıda olması gerektiği felsefesiyle düşünürseniz, gözün başımızın tepesinde olması lazım. Ama şair diyor ki, göz tevazudan kaşın ve saçın altına gizlendi, ama değerinden bir şey kaybetmedi.

İrtifâ-ı kadr için tevâzu lazım Âdem’e,

Şemsi gör kim sâyesin salmış ayaklar altına.

Değerini yüceltmek istiyorsa insanoğlu, ona öncelikle tevâzu lazım. Güneşe bak diyor, gölgesi ayaklar altında, ama kendisi yukarılarda. Yani tevâzudan gölgesini ayaklarımız altına saldığı için kendisi yukarılardadır. Ne kadar ayaklar altına inmeğe, tevazu göstermeğe talipsen, o kadar yükselirsin. Ne kadar yükseklik iddia edersen, o kadar alçalırsın. Tasavvufun bize öğrettiği tevazu, budur. Bu hiçlik duygusunu kişisel gelişimciler de ön görüyorlar ve bunu özellikle de takım çalışmaları için önemsiyorlar. Ama biz de ferden-ferdâ; Ben hiçbir şeyim, bütün varlığım Allah’tandır diyebilmeliyiz.

وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّهَ رَمَى [4] buyurulur Kur’an’da. Biliyorsunuz Bedir’de müslümanlar 300 kişi, 900 kişilik küffâr ordusuna galip gelince, bazılarının içlerinde  bir tekebbür  duygusu oluşmuş olmalı ki, Allah Teâlâ onlara dedi: “Öldürdüğünüz zaman öldüren siz değilsiniz ha, öldüren Allah dır.” Ey şanlı Peygamber!  Sen de bir avuç kum aldın eline ve onları kâfirlerin yüzüne saçtın, onların gözleri dumanlandı, sizi göremez oldular ve siz galip oldunuz. O kumu atan da sen değilsin hâ! وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّهَ رَمَى Atan, Allah’tır diyor, Allah Teâlâ. Bize öğretiyor; yani iyilik, güzellik, fazilet namına ne varsa onları veren, yaratan Allah tır. Siz kendinizde varlık vehim etmeyin. Peygamberlere bile bunu söylediğine göre, biz insanlar için elbette tevazu açısından bunu daha çok pekiştirmek, çok yukarı seviyelere taşımak gerekiyor.

4-MUHÂSEBE 

Kişisel gelişimde, insan günde iki defa; sabahleyin evinden çıkmadan önce beş dakika kendine zaman ayırmalı ve bir deftere veya kağıda, o gün neler yapacağını yazmalı ve akşamleyin de geldiğinde bunları muhasebe etmeli beş dakika. Şunları yaptım, şunları yapamadım. Şunun için yapamadım. Sonra yine onları planlamalı. Bu suretle düzenli, planlı, sistemli yaşamaya ve kendini geliştirerek hayatını sürdürmeğe devam etmelidir. Yani gündelik muhasebe şartı ön görüyorlar. Tasavvufta ise muhasebe: “Hâsibû enfüsekum kable tuhasebû” hadisine göre hesaba çekilmeden, hesaba çekilmek manasında muhasebe var. Hâris bin Esed el-Muhâsibî unvanıyla anılan 243 hicri yılında vefat itmiş bir tasavvuf önderi var. III. asırda yaşamış çok önemli bir şahsiyet. İlk tasavvuf klasiklerinden er-Riâye lihukûkillâh’ın yazarı. O diyor: “Günde iki defa değil muhasebe. Her amelin başında ve sonunda olmak üzere iki defa muhasebe yapılır.”

Bir, işe başlamadan önce, yapılacak her hangi bir iş için. “Ben bu işi niçin yapıyorum. Bu işten benim dünyam ve âhiretim için ne fayda var.” Bunu tartın, bunun muhâsebesini yapın. Bir de işi yapıp bittikten sonra, “ben şimdi bundan ne kazandım. Dünyama ve ahretime ne kazandım” diye bir de sonda yapın. Her amelin önünde ve sonunda olmak üzere iki defa muhâsebe yapılmasının lazım geldiğini söylüyor. Muhasebe kişisel gelişimin ön gördüğü mühim şart olmakla birlikte, tasavvufta da günlük olarak yatağa yattığında bir derviş sağ yanı üzerine, sağ tarafına, elini sağ yanağının  altına ve yattığında “Muhammed” yazacak şekilde yatarak, yani ayaklarını karnına doğru çektiğinde yukardan kuşbaşı baktığımızda başı “mim”, omuzları “ha”, aşağıya doğru ayak kısmı “mim”, tekrar dizleri ve kıvrımları da “dal” olacak bütünü “Muhammed” yazacak şekilde yatar ve günün muhasebesini yapar. Hani Hz. Ömer’in dediği gibi, “Bu gün Allah için ne yaptın!” Kalp sorgusu; bugün kalbim neye kaydı, kayan şeyler dünyalık mıydı, ukbâlık mıydı. Ahiret düşüncesi ile kendini hesaba çeker. Eğer yaptıklarında rızâyı İlâhî’ye muhalif şeyler varsa istiğfar eder; muvafık şeyler varsa hamd eder ve bunların çoğaltılması için Cenab-ı Hakk’a  dua eder, muhaliflerinden kurtulmak için de Cenap-ı Hakk’tan destek ve tevfik bekler.

5- ÖLÜMÜ DÜŞÜNMEK

Ölümü düşünmek, kişisel gelişimcilerin ön gördüğü önemli özelliklerden birisi olarak karşımıza çıkıyor: “Mûtû kalbe en-temûtû” diye ifade edilen, “ölmeden evvel ölmek” sırrı tasavvufta son derece önemli bir hadise. İnsanın bu dünya hayatının bir bakıma âhiret için bir basamak olduğuna inanan bir insanın, ölümü bir terbiye aracı olarak görmesidir. Allah Teâlâ hazretleri Kuran-ı Kerim’de Mülk suresinde:

الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا

Sizin hanginizin daha iyi amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştı[5] buyurmaktadır. Bu ayet-i kerimede, ölümü hayattan önce anıyor. Demek ki, ölümde hayatımızı terbiye edici, şahsi gelişimimizi, kişisel gelişimimizi özendirici, anlamlandırıcı bir özellik var ki, Allah önce ölümü zikrediyor. Dolayısıyla ölüm, gerçekten hayat için terbiye edici  bir özelliğe sahiptir. Hayatı anlamlı kılar ve ölümden sonra hesap kaygısı, âhiret kaygısı, yazdığımız kitapları yeniden Allah’ın nezdinde okumak kaygısı. Bu hayatın en önemli taraflarından birisidir. Çünkü biz, hepimiz bir bakıma davranışlarımızla, amellerimizle bir kitap yazıyoruz. Veya amellerimizde kullandığımız enerjilerden bir amelî bedenimiz, enerji bedelimiz oluyor, bu beden yarın kıyamette bizim önümüze, hatta âhiret yolculuğumuz esnasında kabirde bizim karşımıza çıkacak.

Abdurrezak’ın el-Musannef’inde bir hadis-i şerifte, Peygamberimiz, (s.a.v.) kişi kabre konulduğu zaman eğer sâlih birisiyse başucunda son derece güzel yüzlü, güzel kokulu genç birisiyle karşılaşır, şaşırır, onun şaşkınlığını fark edince o gördüğü kişi der ki: “Korkma, mahzun olma, ben sana yardım etmek için buradayım, ben senin güzel amellerinim, amel-i-sâlihanım ve münker-nekirin suallerinde sana yardımcı olmak üzere buradayım ve ondan sonra kıyamete kadar seninle burada olacağım” der. Yani ameller mücessem hale geliyor adeta. Bir enerji beden oluşuyor. Kabirde insanın karşısına çıkıyor. Tersi de var: Kötü amel sahibi, kötü insansa o da ayak ucunda yüzü son derece “kerîhu’l-manzar”, çirkin görüntülü birisini görür. Ürperir, korkar ve “Sen kimsin? Ne arıyorsun?” diye sorar.  O da: “Ben senin kötü amellerinim ve kıyamete kadar seninle beraber burada olacağım” der. Bu hadîs-i şeriften, yapılan davranışların insana bir enerji kazandırdığını öğreniyoruz. Ayette de zaten:

اقْرَأْ كَتَابَكَ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا

âyeti[6] de kıyamette bizim bir enerji bedenlerimizle yazdığımız kitapların: “Oku! Bugün senin nefsin için yaptıkların bütün bu kitapta yazılanlar sana kafidir” manasında okuyacağımızdan haber veriliyor. Dolayısıyla, biz bugün yaptıklarımızın hesabı kaygısıyla eğer ölüm öncesi hazırlık yaparsak, hayat anlamlı hale gelir. Bu yüzden ölümü peygamberimiz, “Lezzetleri unutturan ölümü çokça hatırlayınız’ yani ölümü düşünün buyuruyor. Tasavvufta tefekkür-i mevt, râbıta-i-mevt, tezekkür-i mevt adıyla dervişâne,   günün belli saatlerinde ölümü düşünme vazifesi verilir. Kişisel gelişimciler diyorlar ki, ölümü düşünün ve hayatınız anlamlı hale gelsin. Öldüğünüz zaman cenazenize kaç kişi gelir; ona bakın, onu düşünün. Yani siz, kaç kişiye faydalı olmuşsunuzdur ki, insanlar sizin cenaze teşyîine gelsinler, iyi insandır desinler, hüsn-i şehâdetde bulunsunlar. Yahya Kemal’in;

Ölmek değildir hayatın en müşkil işi,

Müşkil odur ki, ölmeden evvel ölür kişi.

dediği gibi, ölmek değildir hayatın en müşkil işi, müşkil odur ki, ölmeden evvel ölür kişi. Burada Yahya Kemal, bir manaya göre diyor ki, ölmeden evvel ölmek sırrına ermek, ölmeden evvel ölmeyi tadıp hayatı anlamlı kılmak çok zor bir iştir. Ama önemli bir iştir. Diğer manaya göre ise, ölmeden evvel ölmek yani dipdiri meyyit olmak, bu dünyada canlı cenaze gibi dolaşmak ne ise, işte budur. Şâir tevriye yapıyor.

Ölmeden evvel ölmek sırrına ermek mühim mesele. Bu yüzden bizim kültürümüzde, camilerimizin kenarlarında mezarlıklar vardır. Mezarlıklar, şehrimizin ortasındadır. Ölümü unutmayalım, ölümden ibret alalım ve ölüm öncesine alışalım diye.

Hz. Mevlânâ’nın gözünde ölüm, şeb-i arûstur, gerdek gecesidir, sevgiliye kavuşmadır. Çünkü biz, o alemden yabancılaşarak buraya geldik, o âlemin hasretiyle yanıyoruz, firkatindeyiz, vuslatı arzuluyoruz ve ölümle bu vuslatı yaşayacağız. Bu bakımdan ölüm, çok önemlidir.

Ölmek korkulu bir rüya değil, aksine ölmek, Allah ile buluşmaktır. Ama onunla buluşacak bir göze ve bir yüreğe sahip olmak şarttır. Bu yüzden:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ[7]

diyor. Ey iman edenler! Siz Allah’tan nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle sakının, kalplerinizi öyle koruyun mâsivâdan. Yani Allah’ın dışındaki şeylerin sevgisine öylesine isyan edin, koruyun ve siz siz olun; müslümanlar olarak ölmeye bakın. Siz siz olun Müslüman olarak, yani son nefesinizi imân-ı kâmil ile vermeğe bakın, hayatınızı müslümanca geçirmeye bakın. “Temutûne kemâ teîşûn ve tuhşerûne kemâ temûtün” (Nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz kabirden öyle kalkarsınız) diyor Efendimiz (s.a.v.). Dolayısıyla ölümü düşünmek de bizim için, bizim hayatımız açısından, hayatımızı düzenleme acısından son derece önemlidir. Hz. Mevlânâ: “Benim öldüğümü gördüğün, naşımın tabut üzerinde mezara taşındığını gördüğün zaman üzülme, feryat etme. Benim dünyaya meylettiğimi, dünya sevgisine meylettiğimi gördüğün zaman ağla ve göz yaşı dök. Yani ben dünyaperest olursam ona üzül. Ölüyorum, gidiyorum. Ben Rabb’ıma kavuşuyorum, benim için şeb-i arûs, ama ben dünyama meyledersem dünyalık şeylere değer verir, Allah’ı unutursam, ahdimi unutursam acınacak ve yüzülecek o şeydir.” diyor. Dolayısıyla, ölümü düşünmenin kişisel gelişimcilerin kullandığı bu acımanın önemine dikkatimizi çekiyor.

6- SEVGİ 

Altıncı olarak tasavvuf erbâbının kullandığı argümanı çokça kullanıyor kişisel gelişimciler: Sevgi motifi. Herkese sevgi duymak, herkese sevgi nazarlarıyla bakmak. İşte tasavvuf erbâbı da “yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” diyor sevgili kardeşlerim. Allah’ın yarattığı her şeyi yaratandan ötürü sevmektir. Bunun en büyük üstadlarından birisi, yani bu manada en önemli söz söyleyenlerden birisi hiç şüphesiz Hz. Mevlânâ’dır. Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî’nin yaşadığı dönem, insanların dünyayı kan gölüne çevirdiği bir dönemdir. Batıdan gelen haçlıların Anadolu’yu kasıp savurduğu Orta Doğuyu, Kudüs’ü talan ettiği bir dönem. Doğudan gelen Moğolların yine aynı şekilde putperest Moğolların taş üste taş bırakmadığı bir dönem. Ve aynı dönem, Anadolu Selçuklularının taht kavgalarıyla kendi halkları ile birbirleriyle boğuştukları bir dönem. Yine pek çok iç anarşinin, iç kavgaların, mal-mülk, şöhret, devlet kavgasının olduğu bir dönem. Mevlânâ bunları görüyor ve bunlardan tiksinip, iğrenip diyor ki, bu dünyada tek sevecek şey varsa o da Hakk’ı sevmektir, Hak için halkı sevmektir.

Dolayısıyla, insanları Hak sevgisinde ve halk sevgisinde buluşturmak için nereden gelip nereye gittiğini insanlara anlatmak için “Mesnevi” sini yazıyor. Özellikle 18 beytlik bölümünü “ney”in dilinden anlatıyor. Sen, Allah’tan gelip Allah’a gidiyorsun ey insanoğlu. Bu kavgaya ne gerek, bu göz yaşı ne. Sevmek varken dövmeyi, kavga etmeyi nasıl hayatın bir noktası haline getiriyorsun demeğe getiriyor. Çünkü sülûkte hedef, kalbin eğitilmesi ve düzeltilmesidir. Dolayısıyla sevgi argümanını, sevgi motifini tasavvuf ehli insan gerçeğine uygun şekilde, hayatı anlamlı kılacak şekilde kullanmayı öğreten bir prensibe sahiptir.

Eskiden tarîkata girecek insanlara şeyhler ilk geldiklerinde sorarlarmış: “Hiç âşık oldun mu oğlum?” diye. Eğer âşık oldum derse tamam, sevmeyi öğrenmiş. Dolayısıyla oradan, Leyla sevgisinden Mevlâ sevgisine geçmek kolay. Ama hiç âşık olmamış, hiç sevgi nedir bilmiyor, böyle bir niteliği yoksa, o kişinin kalbinde Allah sevgisini uyandırmak da zor. Bu sebeple derviş adayında, bir şeyi çok sevecek, ama tek bir şeyi çok sevecek hale getirmenin önemli olduğunu düşünürlermiş.

Hatta bir derviş adayı bir gün bir şeyhe intisap etmeye gelmiş. Şeyh Efendi sormuş:

-Hiç aşık oldun mu?

–Hayır efendim, demiş.

-Peki, şunu sever misin?

-Bilmem efendim, demiş. Bir başka şey daha soruyor. Nereden yoklasa tık, tık, tık. Cevap yok. Derken o sırada yağmur yağmaya başlıyor dışarıda.

-Efendim! demiş. İzin verirseniz hayvanım, merkebim dışarıda. Yağmur yağıyor. Hayvan ıslanacak. İzin verirsen onu içeri alayım, ondan sonra konuşmaya devam ederiz.

Şeyh efendi:

-Tamam, demiş. Git al gel. Buldum ben demiş; hayvanını seviyor. Buradan girilebilir.

Yani sevdiği bir alanı var. İnsanın bir sevdiği tarafının bulunması önemli. Çünkü o sevgi motifine, sevgililer sevgisine gerçek sevgiliye ulaşmaktır esas. Yani insanın kalbini ve gönlünü sevgiyle donatmak için bir yerden girmek lazımdır. Biliyorsunuz, “çatal-kazık yere girmez” derler. Çatal-kazık yere girmez, niye girmez, kazık çatalsa yere girmez. Birini koparmanız lazım ki, diğeri yere girsin. Ama gereği gibi bir tek şeyi seven adamın o sevgiden Allah sevgisine yücelmesi çok daha kolaydır. O yüzden her şeyi seven, her şeye gönül veren değil, bir şeyi ama adam kimi seven bir sevgi, ilâhî sevgiye açılışta önemli bir şeydir.

Dolayısıyla bu kalp dediğimiz, kalp eğitimi dediğimiz şey, sevgiyle başlıyor. Kalbin iradesi yok. Bu yüzden, dış eğitimlerle, sevgi zeminine çekmek ve dua ile bunu desteklemek gerekiyor. Kalp, ismi üstünde sürekli altı üstüne gelen değişen demektir. Bu değişken kalbi eğitmenin bir yolu da, onu iyi ortamlarda bulundurmak ve ona iyi modeller sunmak gerektir. Bu yüzden de işte, Doğan Cüceloğlu. “İnsan günde 15 dakika sabah ve akşam kahramanlara ait, kendine ait modern kahramanlardan birinin hayatından ve menkıbelerinden 15 dakika okumalıdır” diyor. Rasûlüllah Efendimizin hayatını okumalıdır diyoruz bizde. Yahut evliyâullahın menkıbelerinden okumalıdır ki, oradan kendisine şu modelden bana uygun düşen, şu hakikaten çok önemliymiş deyip onun gibi olmak kaygısı taşısın. Çünkü insanoğlu somut şeyleri, müşahhas şeyleri daha kolay idrak ediyor. Anlatıyorsunuz güzellikleri anlaması zor. Ama böyle yaparsan, böyle olur diye bire-bir tarihi kahramanların hayatlarından örnekler gösterdiğiniz zaman daha kolay kabul ediyor ve kalp eğitimi daha kolaylaşıyor.

Bu bakımdan tasavvufî eğitimde bir menâkıb kültürü vardır. Menâkıb kültürünün temel sebebi, insanları o menkıbelerle, peygamber menkıbeleriyle, sahâbe menkıbeleriyle, ehlibeyt menkıbeleriyle, imam Ali kıssalarıyla, Hasan ve Hüseyin efendimizin hikayeleriyle veya diğer evliyaullahın hikayeleriyle onların gözleri önünde bir Allah dostu nasıl olur onu müşahhas hale getirmek ve bu suretle de kişiliğini onun kişiliyi ile aynileştirmektir. Buna şimdi kişisel gelişimde idendification diyorlar. Onun gibi olma, aynileşme, davranışlarını ve sâiresini, onun gibi yapmak.

Biliyorsunuz, sevgide, yukarı seviye kendini aradan çıkarıp sevdiği ile aynileşmektir. Mecnûn’un kolunda çıban çıkmış, doktora götürmüşler tedavi etmek üzere. Doktor demiş ki, bir operasyon yapmamız lazım. Hemen bıçağı falan getirmiş, hazırlamış. Bıçağı hazırladıktan sonra doktor:

Mecnûn hemen: “Dur!” demiş.

Doktor: “Bir dakika sürmez operasyon” demiş.

Yok demiş, dokunma demiş.

Niye?

Leylayı incitirsin, demiş. Mecnûn kendisini Leylâ görüyor. Leylâ’yı incitirsin. Bu sevgi zeminine ve seviyesine  ulaşabilmek çok önemli. Onun için:

Sanman talebi devletü cah etmeğe geldik,

Biz aleme bir yar için âh etmeye geldik.  diyor Yenişehirli Avni Bey.

“Âh” biliyorsunuz, Allah isminin iki tane lamını çıkarıyorsunuz geriye âh kalır. O “âh” da, Allah’tır. Ne diyor şâir: “Biz aleme bir yar için ah etmeye geldik.” Bizim bu dünyaya gelişimimiz, bir sevgili için. O da sevgililer sevgilisidir. Onun için âh ediyoruz, Allah diyoruz.  Bektâşiye demişler ki,

“Gömleğin kirlenmiş, niye yıkamıyorsun.”

“Niye yıkayayım, nasıl olsa yine kirlenmeyecek mi?!” demiş Bektâşî.

Yine yıkarsın demişler.

Ama yine kirlenir?

Yine yıkarsın demişler.

Yine kirlenir. Ve en son Bektaşi dayanamamış:

Yahu, biz bu dünyaya gömlek yıkamaya mı geldik Allah aşkına demiş.

Bu şiirin bir başka varyantında bir başka şâirimiz diyor ki: “Biz bu aleme ekmek yemeğe gelmedik, güzel sevmeğe geldik.” O güzel de, güzeller güzeli olan Allah Teâlâ hazretleridir. فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِين     [8] O, yaratıcıların en güzelidir. Güzel olanlara güzelliğini en güzel bahşeden O’dur. O, âlemde neye bakarsan, neyi seyredersen, neyi dinlersen onda O’nun güzelliğini görmek, Onun güzelliğini duyacak bir kalbe sahip olmaktır.

Bir kitâbullah-ı azamdır serâser kâinât.

Hangi harfini yoklasan, manası hep Allah çıkar.

Kainat baştan başa bir koca kitaptır. Ama hangi harfini yoklasan manası hep Allah çıkar. Manasının hep Allah çıkması için diri bir kalple okunması lazımdır. Öyle ise önce kalplerin ihyası, kalplerin imarı lazımdır. Kalplerin ihyası da:

أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ [9] âyetini tatbik ile olur. Yani, gözünüzü açın, dikkat edin, kulak verin, kalpler ancak ve ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur, itminana erer diyor Allah Teâlâ hazretleri. Zikir de Allah ile yapılan muâhedeyi hatırda tutmaktır. Zâkir olanlar, Allah’a verdikleri muâhededen asla geri dönmezler, sıdktan, doğruluktan ayrılmazlar. Allah’a verdikleri, o Elest Bezmi’nde verdikleri sözü, bu dünyada tutarlar.

SONUÇ

Kişisel gelişimcilerin insanları taşımak istedikleri nokta insanın kendini gerçekleştirmesidir. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, kendisini bilip kendisine ait kabiliyetleri ortaya koyması ve gerçekleştirmesidir. Ama tasavvufta bu argümanları kullanma sonucunda insanın varacağı yer, kendini aşmadır. İnsanın kendini aşması, Müteâl olana, yüce olana, kendini yaratana varmasıdır. Kişisel gelişimci bizi kendimize bırakıyorsa, orda kalsın o. Biz, bizi Yaratan’la buluşturana talibiz. Dolayısıyla biz kendimizi aşmak ve Müteâl olan ile buluşmak istiyoruz. Cenab-ı Hak hepimizi buluştursun, inşallah. Teşekkür ederim.


[1] el-Alak, 96/1.

[2] ez-Zâriyat, 51/56.

[3] el-Hucurât, 49/10.

[4] el-Enfâl, 8/17.

[5] el-Mülk, 67/2.

[6] el-İsra, 17/14.

[7] Al-ii İmrân, 3/102.

[8] el-Mü’minûn, 23/14.

[9] er-Râd, 13/28.