Altınoluk Dergisi, 2008 – Nisan, Sayı: 266, Sayfa: 006
Mevlânâ müteşerrî bir sûfî olarak Kur’ân ve sünnete bağlılığı hayâtın merkezine koymuş ve yolunun temel esası yapmıştır. Nitekim rubâîleri arasında yer alan meşhûr dörtlüğü onun bu konudaki hassâsiyetini ortaya koymaktadır:
Bendesiyim Kur’ân’ın tende oldukça bu can
Ahmed-i Muhtâr’ın ayağının tozuyum her ân
Benden bundan başka bir söz nakleder ise her kim
Ben o sözden de onu nakledenden de incinirim1
Mevlânâ başta Mesnevî olmak üzere Dîvân-ı Kebîr ve diğer eserlerinde önder ve rehber olarak Peygamber Efendimiz’den sıklıkla bahseder. Onu safâ, safvet ve mânevî temizlik yolunun kaptanı olarak görür ve şunları söyler:
“Ey Mustafâ! Sen bu safâ denizinin kaptanı ol! Çünkü sen o denizin ikinci bir Nûh’usun. Ortalık kaptanlık iddiâsında bulunan, gemiyi batırarak vurgun vurmaya çalışan sahte rehberlerle dolu. Sen zamanın sâhibi ve vaktin hızırısın. Her geminin kurtuluşu sana bağlı.”2
İnsanlara her zaman, ama özellikle denizde bir kılavuz kaptan lâzımdır. Kızıldeniz gibi kayalıkları çok denizlerde kılavuz kaptan almayan gemiler güvenle seyredemezler. Çünkü gemilerini her an bir kayaya çarparak parçalamak tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Ama kılavuz kaptanlar o denizin kayalıklarını da, güvenli yollarını da çok iyi bilirler. Çünkü o yoldan defalarca seyahat etmişlerdir.
Mevlânâ’ya göre Hz. Peygamber karanlık geceleri aydınlatan bir mum, bir kandil gibidir. Onun ışığı olmadan gündüz bile karanlıktır insanlık için. Onun rehberliğine sığınmayan dağların kıralı arslan bile tavşana esir olur.3
Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın: “Ey örtünüp bürünen! Birazı hariç, geceleri kalk namaz kıl. Gecenin yarısını kıl. Yahut bunu biraz azalt, ya da çoğalt ve Kur’ân’ı tane tane oku!”4 buyurarak gece ibâdetine teşvîk ettiği ve vahiy nûruyla insanlığı aydınlatmasını istediği o şanlı nebî, insanlığın önünde gökteki güneş mesâbesinde nurlar saçmaktaydı. Güneşin gizlenmesi karanlığı nasıl dâvet eder, insanları ışıktan mahrum bırakırsa onun nûrunun kaybolması da aynen öyledir. İnsanlığın, önünü göremeyeceği bir karanlığa dûçâr olması demektir.
Gökteki dolunay nasıl yerdeki köpeklerin havlamasından korkmadan ışığını saçmaya devam ediyorsa, gönül ehli insanlar da kınanmaktan ve saldırıya uğramaktan çekinmeden etrafa nûrlarını saçarlar. Köpeğin havlaması nasıl dolunayı kaçırmazsa, beyinsiz ve nasîpsizlerin nâfile feryatları da ay yüzlü Hakk dostlarının ışığını kesemez.
Gözü görmeyen, doğuştan âmâ insanların yürümeleri için nasıl kolundan tutan ve ona yol gösteren bir rehbere ihtiyacı varsa, basîret gözü görmeyen, mânâ cihetine karşı kör olan insanların elinden tutacak, yol gösterecek, ayağı tökezlemeden selâmetle menzil-i maksûduna götürecek bir rehbere ihtiyacı vardır. İşte o rehber hayatın her safhasından geçerek Allah’ın eğittiği ve insanlığa sunduğu Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.)’dır. O âlemlere rahmet, takvâ ehline önder ve insanlığın kurtarıcısıdır. İnsanlık onun elini tuttukça ve ardından yürüdükçe aradığı huzur ve mutluluğa erecektir.
Kur’ân ve bizzat Hz. Peygamber, kendisinin beşer olma özelliğine vurgu yapmakta ve daha önceki kavimlerde olduğu gibi insan üstü bir statüye çıkarılmasına râzı olmamaktadır. Nitekim israiloğulları Üzeyir ve Îsâ (a.s.)’a Allah’ın oğlu yaftasıyla tavsîf etmişlerdi. Böyle bir yanlış tanımlamaya düşmemek için Hz. Peygamber: “Ben beşerim” diyor. Ama: “Bana vahyolunuyor” diye ilâvede bulunuyor.5 Evet, Hz. Peygamber şâirin de dediği gibi beşerdi, ama sıradan bir beşer değildi:
Yâkut, taşlar arasında bir taştır ama değildir sıradan bir hacer
Muhammed (a.s.) insandır, fakat değildir o sıradan bir beşer
Hz. Peygamber meleklere nisbetle yaratılışta beşer olmanın gereği kesîf bedeni îtibâriyle tabîatında karanlık vardı. Ancak Peygamberlik güneşinin vahiy nûru onu aydınlattı, böylece onun nûru insanların bakabileceği, kavrayabileceği hâle geldi.
Hz. Mevlânâ aşkı Allah ile insan arasında bir rehber gibi görür. Aşk, insanla Allah arasında gider gelir, birbirinden haberler getirir. Allah’ın, kulunu sevince onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olacağını bildiren kudsî hadîs6 bir bakıma bu iletişimi dermeyân etmektedir. Bu mânâsıyla Mevlânâ’ya göre ilhâma mazhar olanlar gayb dersini Hz. Peygamber’den alırlar. Çünkü o rahmet hazînesidir. Hakk’a yakın olanlar ondan takvâ elbisesi giyerler.7
Hz. Mevlânâ âlemlerin rahmet menbaı olan şanlı nebîye hasret ve niyâzını şöyle ifâde etmektedir:
Ey yeryüzünü nurlandıran, gökleri aydınlatan çerâğ!
Hâlimi gör, feryâdımı işit, derdlerim sırtımda bir dağ.
Kaçtım yüzlerce belâdan, sığındım merhamet ve inâyetine,
Rahmet elinle başımı okşa, kerem eyle, muhtâcım hidâyetine.
Şefâat eyle, tut elimi, temizle içimden dünya duygularını,
Ver ukbâ murâdımı, kurtulayım düşünmekten yarını.
Müjdelemiş seni kitâbında fetih ve safâ ile Hakk,
Fetih kapısını aç ey nebî, oradan bize şefkatle bak.
Açmış sadrını Allah, genişlik vermiş göğsüne
Düşsün bize de ihsân ve aşk ile dolu bir sîne.8
Ey ebediyyet pâdişâhı, gökyüzünün ayı!
Sen hayat kaynağısın, lütuf ve kereminde yok sayı.
Senin berrak suyun, yüce dînin oldu bana cân,
Açıldı mânâ iklîminin derinlikleri lâ-mekân.
Senin insana cânlar bahşeden bir tebessümün var,
Cân senin aşkınla dirilik denizine koşar.
Ey dünya sevgisinin sarhoşları! Uyanın.
O şanlı nebînin bahçesinde güllere boyanın.9
Peygamber sevdâsı Mevlânâ’nın gözünde misk âhûlarını avlamak isteyen ceylan avcıları gibi insanı peşinden koşturur. Misk âhûsunu avlamak isteyen avcı avını kovaladıkça ceylan göbeğinden misk kokusu saçarmış. Bu koku saçıldıkça da avcı avının peşinden yorulmadan koşar ve avına ulaşmak istermiş. Hz. Peygamberin peşinden yürüyen de onun izini sürmenin gönülleri dirilten hoş râyihâsıyla yorulmadan peşinden koşar.10
Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.) bu dünyada hidâyet rehberi olduğu kadar öbür dünyada da şefâat rehberidir. Bu dünya dînî emirlerin yaşandığı, kulların sınandığı din dünyasıdır. Öbür dünya ise amellerin tartıldığı terâzi ve mîzanın kurulduğu mücâzat ve mükâfat dünyasıdır. O, duâsı iki kapıyı açan ve iki dünyada da icâbet olunandır. Bu yüzden nebîler serdârı ve peygamberlerin sonuncusudur. İlim ve sanatta varılacak noktaya ulaşanlara: “Bu iş burada bitmiştir” denir. Bu ifâde nasıl bir kemâl ve nihâi sınır ifâde ediyorsa onun hâtemen’n-nebiyyîn / peygamberlik kurumunun mührü oluşu da onun kemâlini ifâde etmektedir.
Kıyâmette ilk şefâatçi o olacaktır. İnsanlar şefâat için ataları Âdem (a.s.)’a başvuracaklar o ise onları son peygambere yönlendirecektir.11 Şefâat taleb etme hakkı ancak onun boyasına boyanan, ahlâkı ile ahlâklanan, yoluna râm olanlar içindir.
Dipnotlar: 1) Şefik Can, Hz. Mevlânâ’nın Rubâileri, b. 1311. 2) Mesnevî, IV, b. 1457-1460. 3) Mesnevî, IV, b. 1456. 4) el-Müzzemmil, 73/1-4. 5) el-Kehf, 18/110. 6) Buhârî, Rikâk, 38. 7) Dîvân-ı Kebîr, I, 55. 8) Dîvân-ı Kebîr, IV, 1974. 9) Dîvân-ı Kebîr, VI, 2892. 10) Dîvân-ı Kebîr, VI, 2892. 11) Bkz. Buhârî, Tevhîd, 36; Müslim, Îmân, 322.