Bugünkü modern şekliyle psikoloji XIX. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmıştır. Psikolojinin konusu olan insanın rûhî hayâtı ve davranışları insanlık târihi kadar eskidir. İnsan rûhu ve psikolojisi konusunda önemli bir kaynak ise beşerî olmayıp ilâhî olanlardır. Hemen bütün dinlerin ilâhî kitapları da insan psikolojisini ele almakta, insanın özünü yine insana anlatmaya çalışmaktadır. Bu açıdan Kur’an-ı Kerîm de istisna değildir. O da işlediği pek çok konu arasında insan rûhu ve psikolojisiyle diğer psikolojik olaylara ilgisiz kalmaz.[1]
Materyalist ve komünist ülkelerde afyon olarak tanıtılan din, bugün ise afyon türü uyuşturucuların neredeyse yegâne çözümü olmuştur. Nitekim son zamanlarda batı dünyasında yapılan araştırmalarda tefekkür, zikir gibi dînî-mânevî uygulamaların uyuşturucu ve alkol bağımlılığını azalttığı görülmüştür.[2]
İslâmî ilimler arasında psikolojiye en yakın ilim tasavvuftur. Zîra tasavvuf nefs, benlik, kişilik gelişimi, arzuların kontrolü, niyetlerin tahlîli gibi psikolojinin de ortak konuları ile yakında ilgilenmektedir. Kur’anî kavramları psikolojik bir üslupla ile ilk defa ele alan Hâris el-Muhâsibî (ö.243/857)’dir. Tasavvufun önde gelen mütefekkirlerinden birinin psikolojik değere sahip bilgi ve yöntemleri eserlerinde kullanması önemlidir. Massignon, Muhâsibî’nin er-Riâye li-hukûkillah adlı eserini insanın iç hayatına dair bir Müslüman tarafından yazılan en güzel kitap olarak değerlendirir. İslâm psikolojisinin esasları gerçek anlamda Gazâlî tarafından ortaya konmuştur. O İhya ulûmi’d-dîn adlı eserinde sistemli iç gözlem, davranış tahlilleri gibi psikolojik açıdan değere sahip metotlar kullanmış, yorum ve analizlere yer vemiştir.[3] Örneklerden anlaşılacağı üzere Müslüman ilim adamları ve sûfilerin psikoloji ilmine katkıları azımsanamayacak düzeydedir.
Psikoloji ve Tasavvuf Arasındaki Farklar
1. Modern psikolojinin bir asrı aşkın bir ömrü vardır. Tasavvuf ise en az on iki-on üç yüzyıllık bir tarihe sahiptir. Bu yüzden tasavvuf, psikolojiyi pek çok alanda aşar.
2. Psikolojinin hedefi insan davranışlarını incelemek ve kontrol etmektir. Tasavvufun hedefi ise insana önce kendini tanıtmak sonra bu vâsıtayla Allah’a ulaşmayı öğretmektir.
3. Psikoloji herkes için geçerli genel kurallar uygular. Tasavvuf ise bu genel kuralları kişilerin durumlarına göre şahsileştirir. Psikolojik ve pedogojik kurallar herkesin ruh hâline göre ayrı ayrı uygulanır. Çünkü bu konuda kişilerin karakter yapıları çok müessirdir.
4. Psikolojinin amacı insanın akıl sağlığını koruyarak kendini gerçekleştirmesine yardımcı olmaktır. Tasavvuf ise ruh sağlığını koruyarak insanın kendini aşmasını ve Müteâl/Aşkın olana ulaşmayı amaçlar. Psikolojinin merkezinde insan vardır. Bu sebeple psikoloji zaman zaman insanın mutluluğu adına tasavvufî prensiplere ters düşecek pek çok prensibi kabul eder. Bilhassa kişisel gelişime âid psikoloji kitaplarında benlik ve başarı putlaştırılarak insanın her şeyi başarabileceği savunulur. Psikolojinin en üst hedefi kendini gerçekleştirmek ve tam kapasitesiye ulaşmak olarak gösterilir. Bu tür eserler tamamen başarıya odaklandığı için başarısızlık durumunda taraftarlarına sunabilecekleri pek fazla bir şey yoktur. Oysa tasavvuf her durumda insanın yalnız olmadığını, başarı ve başarısızlıktan çok insanın bu iki durumdaki hâlinin önemli bulunduğunu ön plana çıkarır.
5. Psikolojik tedavi hasta ile psikologun diyaloğu etrafında dönerken tasavvufda ise bir ilâhî tecrübe söz konusu olduğundan değişim, derin ve dâimidir.
6. Psikoloji ile tasavvuf arasındaki diğer önemli bir fark ise dîne yaklaşımdır. Tasavvuf İslâm dîninden çıktığı için dinle ilgisini her zaman sürdürmüştür. Modern psikoloji din ve maneviyâtı neredeyse hayatın dışına çıkarmıştır. Tasavvuf insanın problemlerini çözmeye daha elverişli görünmektedir. Bu tür gözlemleri bizzat psikologların ağzından duymak da mümkündür. Mesela kendisi Bakırköy Akıl ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde mütehassıs olan Dr. Mehmet Tevfik din ile insan sağlığı konusunda şu fikre sahiptir: “Sinir ve ruh hastalıkları ve hatta daha bunların başlangıç devreleri rûhi davranış bozuklukları hallerinde, rûhi tedavi için, zaruri ilaçlar yanında yapılacak tek şey manevi psikoterapidir.”[4] Hatta Tevfik daha da ileri giderek din ile ruh sağlığı arasında direkt bir ilişki olduğunu söylemekte, insanın dinden uzaklaştıkça psikoloji kökenli fiziki/psiko-somatik hastalıklarının artacağını öne sürmektedir.[5]
7. Psikoloji sadece bu dünya ile sınırlı kalırken tasavvuf insanı âhiret hayatı ile buluşturur. Başka bir deyişle psikoloji madde ve fani dünya ile sınırlı iken tasavvuf sonsuz bir âlemle irtibatlıdır. Psikolojik olarak kendini gerçekleştiren insan ile tasavvufî bakımdan kemâle eren insan aynı değildir. Hatta tasavvufun kemâl olarak ileri sürdüğü hasletler psikolojide hastalık olarak ele alınabilmektedir. Mesela tasavvufun önem verdiği ilham, psikolojide hezeyan ya da bir tür hastalık olarak ele alınır.[6]
8. Tasavvuf fedakârlığı ve neftsen kurtulmayı tavsiye eder. Modern psikoloji ise bencilliği artıran bir yapıyı öğütler. Modern psikoloji bencilliği âdetâ bir din hâline getirmektedir. Psychology as Religion adlı kitapta Paul Vitz selfism/bencilliğin ve popüler psikolojinin Amerikalar arasında hâkim din haline geldiğini söyler.[7]
Ruh ve Beden Sağlığı İlişkisi
İnsanın ruh sağlığı, fizîkî sağlığını da etkiler. Nitekim Levin ve Vanderpool adlı araştırmacılar, dînî huzûrun fizîkî sağlığı yakından etkilediğini belirtmektedir.[8]
Tasavvuf insanın kendini aşması için bir denge, ferdin fizîkî ve aklî melekeleri için bir uyum gerektiğini söyler. Bu denge genelde cem-i himmet denilen konsantrasyon ile tefekkür, murâkabe, râbıta ve zikir gibi meditasyon unsurlarıyla sağlanır.[9] Yapılan çalışmalar meditasyon unsurlarının kronik, kısa süreli ve şiddetli kaygıları azalttığını göstermiştir. Tasavvufî tefekkür veya meditasyon uzun süre yapılırsa insanda bir denge, itmînan ve huzur hâli meydana getirir.[10]
Modern ilimler insanı parçalara ayırarak incelemiş ve insanın madde ve mânâ bütünlüğünü ihmâl etmiştir. Hâlbuki huzur insanın bölünüp parçalanmasında değil, bütünleşip toparlanmasındadır. İnsanda maddî ve fizîkî sayılan pek çok hastalığın sebebi de rûhîdir. Ruhdaki bunalım ve sıkıntı bedene âraz olarak yansır. Nitekim ayağındaki rahatsızlığı sebebiyle ilk hafta yüzü son derece gergin olan üstad Necip Fâzıl Kısakürek’i bir hafta sonra ziyâretinde ayağı iyileşmiş ve yüz ifâdesini de neşeli olarak gören dostları üstâda demişler ki: “Üstâdım geçen hafta sizi ayağınızdaki ızdırap sebebiyle çok müteessir görmüştük. Şimdi maşallah ayağınız iyileşmiş, yüzünüzdeki huşûnet ve ufûnet de dağılmış.” Üstâd bu sözden alınarak şu cevabı vermiş: “İnsan hayatında her şey rûhîdir, maddî hiçbir şey yoktur. Geçen hafta rûhum inkıbaz halindeydi, rûhumun daraltısı ayağıma vurmuş hasta etmişti, o da yüzüme yansımıştı. Şimdi ise rûhum düzeldi, ayağım da iyileşti.”
Aslında tasavvuf İslâm’ın birlemek mânâsına gelen tevhid inancını insana uygulamakta ve onun dağınık ilgilerini birleştirmeye çalışmaktadır. Tasavvuf metoduna göre kendisini birlemeyen, kemâle erdirmeyen bir insanın bu dağınık hâli ile tevhîdi anlaması/yaşaması pek mümkün görünmemektedir. Çünkü tasavvufî anlayışa göre kendini birleyen insan sâdece Allah’a odaklanmıştır. Onun için fânî insanların övgü ve yergileri birdir. Zîrâ insanlar, aslında var görünen yoklardır. Allah ise “görünmeyen var”dır. İnsan dikkatini fânîlere ayırıp böldüğü sürece gerçek kulluğa ve tevhîde erişemez. Bu hakîkate ermek için sûfîler psikolojik eğitim metotlarını da kullanmaktan geri kalmamışlardır. Bâyezid-i Bistâmî ile bir sofu arasındaki şu hikâye bu durumu en güzel şekilde ifade eder. Bayezid-i Bistami’nin aşk, şevk ve manevi tecrübe dolu konuşmalarını dinleyen bir ham sofu der ki:
“− Otuz yıldır oruç tutarım ama senin bahsettiğin manevi zevklerin hiç birini tadamadım!” Bayezid ise adamın derûnuna nazar ederek der ki:
“− Otuz değil, üç yüz sene de oruç tutsan sen bu manevi hallere ulaşamazsın.” Adam:
“− Bu nasıl olur?” diye sorunca, Bayezid:
“− Senin enâniyetn ve benliğin Allah ile aranda bir perde olmaktadır” cevabını verir. Adam bu manevi hastalığın çaresini sorunca, Bayezid:
“− Bunun çaresi var ama sen ona güç yetiremezsin” der. Adam biraz daha ısrar edince, Bayezid:
“− En yakın berbere git, başını tamamen kazıt, bir don hariç elbiselerini çıkarıp at, boynuna da bir heybe dolusu ceviz as ve pazara giderek: Kim enseme bir tokat atarsa ona bir ceviz vereceğim de! Böylece bütün pazarı dolaş!” der. Sofu:
“− Ben bunu yapamam, başka bir çare söyle” deyince Bayezid:
“− Senin hastalığının tek çaresi budur, ben sana bunu yapamayacağını baştan söylemiştim” diyerek adamın enesinin ne kadar şiştiğini gösterir.[11]
Bayezid ve diğer sufiler, bu tür narsist/bencil tutumları kırmak için buna benzer eğitim metotları uygulamışlardır. Aziz Mahmûd Hüdâyî’nin, şeyhi Üftâde tarafından tuvalet temizliği ile görevlendirilmesi, Yûnus Emre’nin mürşidi Taptuk Emre tarafından dağdan odun getirmekle görevlendirilmesi ve daha buna benzer pek çok hâdise aslında psiko terapinin mânevî cephesidir. Tasavvufta narsizm/bencillik başta olmak üzere bugün modern psikolojinin tedavi etmeye çalıştığı pek çok problem üzerinde ciddi pratik ve teorik malzeme vardır.
Psikoji ile tasavvuf arasında genel olarak bakıldığında yakın bir ilişki olduğu görülür. Özel olarak sufilere bakılınca bu ilişki en güçlü şekilde kendini Mevlânâ’nın eserlerinde göstermektedir. Mevlânâ’nın eserlerini anlaşılır ve popüler kılan en önemli özelliği onun insan psikolojisini iyi tanıması ve eserlerinde bunu kullanmasıdır. Mevlânâ insanın kaygı ve elemleriyle sevgi ve nefretlerini, kendini gerçekleştirme ve kendini aşma gayretlerini daima gündemde tutar. Narsizm, egoizm, çeşitli rollere girerek insanları aldatma gibi pek çok psikolojik rahatsızlıklara dikkat çeker. Mevlânâ bu manada iyi bir gözlemci hatta çağına göre çok başarılı bir psikolog sayılabilir. Nitekim “Padişah ve Cariye” hikâyesinde ortaya koyduğu psikolojik tahliller onun bu konudaki başarısının en güzel delilidir. Mevlânâ’nın Psikanalizin kurucusu Freud’dan (1939) uzunca bir süre önce yaşamasına rağmen bu sahadaki başarısı muhtemelen Batılı araştırmacıların da dikkatini çekmiştir.
Dr. Faik Özdengül’ün Rûmi ve Aşkın Terapi’si, Mevlânâ’nın psikolojik yaklaşımlarını akıcı bir dille ortaya koyan önemli bir eserdir. Yine psikolog Mustafa Merter’in Dokuz Yüz Katlı İnsan adlı eseri Mesnevî’den pek çok alıntılar yapmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere pek çok batı ülkesinde Mevlânâ’nın eserleri psikoterapilerde kullanılmaktadır.
Hz. Mevlânâ “Padişah ve Câriye” hikâyesinde psiko-analiz yaparak câriyenin hastalığını teşhis etmekte; gönül hastalığına tutulan câriyenin maddi ilaçlarla iyi olamayacağını söylemektedir. Böylece o, insanın sadece maddî yapısı ile sınırlı olmadığını, rûhî problemlerin tedavisinin maddî olanlardan tamamen farklı bulunduğunu ifâde etmektedir.
Mevlânâ bu hikâyede pek çok mânâları iç içe giydirmiştir. Bir yandan hekimlerin kendilerini beğenmelerini eleştirirken öte yandan padişahın içine düştüğü çaresizliği ifâde etmektedir. Padişah uzun araştırmalar sonucunda gönül hastalıklarından anlayan ilâhî bir hekimle buluşur. Bu ilahi hekim, psikolog gibidir. Uyguladığı teknikler gerçekten ilginçtir.
Mevlânâ psikolojik tedavilerde hekim ile hasta arasındaki güven duygusunun tesisine önem vermektedir. Zira hasta ancak güvendiği bir doktora, güvenli bir ortamda sırrını açabilir. Psikolog da hastaya saygı duymalı ve onun sırlarını başkasına anlatmamalıdır.
Ruh hekîmi/psikolog hastasına şefkat ve muhabbetle davranmalıdır. Nitekim Hz. Mevlânâ psikolojik hastalıkların tedavisinin son derece zor olduğunu ve bu hastalıkları herkesin teşhis edemeyeceğini belirtmektedir.
Mevlânâ hekim-i ilâhînin, cariyenin şuuraltını ortaya çıkarmak için çağrışım psikolojisini ve psiko-analiz yöntemini uygulayarak onun önceki efendisi kuyumcuya âşık olduğunu ustaca anladığını belirtir. Bundan sonra hekim yine kendine has metotlarla câriyenin hastalığını tedavi eder.[12] Mevlânâ bu hikâyelerle bir taraftan derin tasavvufî mânâları ifâde etmeye çalışmış, diğer taraftan da psikolojik açıdan yüksek teknikler uygulamıştır.
***
Modern insanın en önde gelen problemleri korku, kaygı ve strestir. Sanılanın aksine bunların sebebi fakirlik ve yoksulluk değildir. İnsanların refah düzeyi arttıkça kaygıları artmaktadır. İnsanın kaygılarını yok etmek için pozitif düşünmeye ihtiyaç verdır. Olayların, hatta başa gelen musibetlerin iyi yanına bakmak, onların insana verdiği acıyı azaltır. Psikologlar, insanlara zarar veren şey, olaylardan çok insanın o olayı algılamasıdır, derler. Kötümser bakış açısı olayları olduğundan da kötü yapabilir. Bu sebeple Norman Vincent Peale: “Hiçbir zaman korkularınıza danışmayın” diyerek insanları bu durumdan sakındırır.[13]
Kaygılar, korkular ve stresler üstesinden gelinebilirse insan için avantaja dönüşebilir. İnsan korkunun kodlarını kırabilir ve onu aşmayı başarabilirse hayatta başarılı olur. Bunun da en önemli yollarında biri insanın mânevi gelişimini tamamlamış olmasıdır. İnsan hayal gücünü hep müsbet şekilde işletmeli ve olayları hayra ve iyiliğe yormalıdır.
Müspet ve menfi telkinlerin insan üzerinde psiko-somatik etkileri vardır. Bugün modern hekimlik, insan rûhunun olumsuz etkilerinin vücudu hasta yaptığını kabul etmektedir. Nitekim yapılan araştırmalara göre halsizlik, tansiyon ve buna benzer pek çok hastalığın sebebi iç huzursuzluğudur.[14]
Ruh beslendikçe sıkıntılar birer zevk haline dönüşür. Ruh beslenmeden elde edilen maddi zevklerden cesed bile yorulur. İnsan neyi düşünürse, iyi olsun kötü olsun, güçlü bir mıknatıs gibi düşündüğü şeyi kendine çeker. Hasta olduğunu düşünen hastalığı, başarısız olduğunu düşünen başarısızlığı, parasız olduğunu düşünen fakirliği kendine doğru çeker. Aynı konu üzerinde ne kadar fazla düşünürseniz o kadar fazlasını kendinize çekersiniz. Bu durumun farkına varan insan istemediklerini değil de arzu ettiklerini düşünmeye başlar. Bir başka deyişle hayat ve olaylar hakkında pozitif düşünmeye başlar. Düşünceler kontrol altına alınmaz ise insana zarar verirler.[15]
Aslında insanın başkasına yaptığı zulümler iç dünyasını ve psikolojisini rahatsız eder. Başkalarına yapılan kötülükler bir şekilde sahibinin psikolojisini etkiler ve onu huzursuz eder. Mutlu olmak isteyen insan başkalarının âhını almamalıdır. Kendi bütünlüğünü korumak isteyen başkalarına zarar vermemelidir. İlişkileri savaş haline getirmek doğru değildir.
Mitolojiye göre insanoğlu mutluluğu hep hor kullanır, hep şikâyetçi olur, bıkkınlık ve yılgınlık ifâde edermiş. Bir gün melekler mutluluğu saklamaya karar vermişler.
“Saklayalım da insanlar onu zor bulsunlar. Zor buldukları için belki kıymetini bilirler” diyerek başlamışlar tartışmaya. Mutluluğu saklamak kolay değil. Kimisi: “Dağların tepesine Everest’e saklayalım” demiş. Kimisi: “Denizlerin dibine okyanusa” demiş. Kimisi: “Yıldızlara saklayalım.” Kimisi de: “Ormanın içine” demiş… Pek çok yer düşünmüşler ama hiçbiri yeterince zor gelmemiş.
Derken meleklerden biri: “İnsanın içine saklayalım mutluluğu” demiş. “Kimsenin aklına gelmez içine bakmak.” İşte o gün bugündür mutluluk insanın kendi içinde saklıymış.
Bu yüzden hiçbir mutluluk kolay gelmiyor. İnsanlar onu kolay kolay bulamıyor. Çünkü onu hep uzaklarda, kendisinin dışında arıyor. Bu sebeple de gülmüyor bir türlü insanın yüzü.
Evet mutluluk insanın içinde, emekte, çabada ve her şeyi olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi kabul etmekte saklı. Ne başkasının ekmeğinde, ne başkasının evinde, ne başkasının mutluluğunda, ne de başka bir şeyde. Öyleyse gözünüz hep içeride olsun. Siz dışı boş verin, içe bakın.
Günümüzde dînî hayatın gerilemesi insanda aşkınlık ihtiyacını arttırmaktadır. Çünkü maddenin öne çıktığı çağımızda insanın bedeni ihtiyaçları tam olarak karşılanmakta, arzuları tatmin olmaktadır. Bugün tıp ilmi pek çok ağır hastalığa çare buldu, insan ömrü uzadı, hayat kalitesi arttı ama rûhî problemler çoğaldı. Rûhî bunalım toplumları içten içe kuşattı. Din/mâneviyet ile psikoloji/psikiyatrinin düşman kardeşler durumunda olması anlayışının artık değişmesi zamanı geldi. Çünkü insanlar metâfizik ve mânevî hayatı yaşayamama geriliminin artmasıyla aşkınlık boyutu olmayan ve insanı olduğundan da basite indirgeyen psikolojik yorumlardan hazzetmiyorlar.
İnsanın kim olduğunu unutması, davranış ve varoluş ahlakını kaybetmesi sadece ruhunu karartmakla kalmıyor, aynı zamanda küresel boyuttaki ekolojik bir kirlenmeyi de beraberinde getiriyor. Kirlenen denizler can çekişerek ölen balıklar, yavrularımızın soluduğu kirli hava, delinen ozon tabakası, mor otesi ışınlarla kör olan kuşlar, sera etkisiyle ısınan atmosfer e oluşan küresel ısınma sonucu buzulların erimesi, seller, çölleşen toprak, bunların hepsi vahşileşen insanoğlunun eseri. Bu felaket tablosunun oluşumunda insanı yanlış okuyan ve onu sadece maddeden ibaret gören anlayışların da önemli bir katkısı var.
Son yıllarda insanlar din ve maneviyat konularına daha bir ilgi duymaya başladılar. Özellikle Amerikada ortaya çıkan bu durumun Batıda gözlendiğini söylemek zordur. İnsanı yeniden okumayı denemek ve ona ruh-beden bütünlüğü içerisinde bakarak ruh ve bedenin biririni etkiledeiği düşüncesinden çözüm aramak daha akılcı olacaktır.
* Doç. Dr. Süleyman Derin 2007 Mevlâna Sempozyumunda sunulan “Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Psikolojik Yaklaşımlar” tebliğinden özetlenmiştir.
[1] Hayati Hökelekli, “İslam geleneğinde Psikoloji Kültürü”, İslâmî Araştırmalar, sy.3, 2006, s.409
[2] Shafii, Mohammad, Freedom from the Self, Sufism, Meditation and Psychothrerapy, New York, 1988, s.116
[3] Hayati Hökelekli, “İslam geleneğinde Psikoloji Kültürü”, İslâmî Araştırmalar, sy.3, 2006, s.414
[4] Mehmet Tevfik, Ruhi Bunalımlar ve İslâm Rûhiyatı, İstanbul, 1975, s. 33.
[5] a.g.e. s.22
[6] Gity Baxter-Tabriztchi, Faridud-Din Attar’s The conference of the Birds /(Mantiq al-Tayr): A Study in sufi Psychology and spirituality, Argosy University, PhD thesis, 2003, s.197
[7] Bilal Sambur, Din ve Psikoloji İlişkisini Yeniden Düşünmek, İslâmî Araştırmalar, 2006, no:3, s.438
[8] (Levin, J & Vanderpool, H. (1991). Religious factors in physical health and the prevention of illness. Prevention in Human services, 9, 41-64)
[9] Cheryl Ann Crumpler, Sufi Practices, Emotional State and DNA Repair: Implications for Breast Cancer, Yüksek Lisans Tezi, University of California, Davis, 1989, s.29)
[10] a.g.e. s.35, 40
[11] Fadiman&Frager, Essential Sufism, San Francisco, 1999, s.175
[12] Mesnevî, I, b. 36-171.
[13] Norman Vincent Peale, Olumlu düşünmenin büyüsü; çev. Şahin Cüceloğlu. İstanbul : Sistem Yayıncılık, 1997, s.18
[14] A.g.e. s.48
[15] Özdengül, Faik, Rumi ve Aşkın Terapi, Konya, 2005, s.203