Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

PEYGAMBERİMİZ EFENDİMİZ

MERHAMET, HOŞGÖRÜ, İNCİNMEME VE İNCİTMEME AÇISINDAN

I. ŞEFKAT VE MERHAMETİ

Kur’an’da 114 sûrede tekrarlanan besmelede Allah’ın sürekli vurgu yapılan iki ismi vardır: Rahmân ve Rahîm. Varlık var oluşunu Rahmân eseri olan rahmet ve merhamete borçlu olduğu gibi devamını da O’nun şefkatine borçludur. Kâinatın düzeni sevgiye dayanır. Sevginin temeli de şefkat ve merhamettir. Merhamet olmayan yerde sevgi, sevgi olmayan yerde şefkatten bahsedilemez. Bunlar birbirini bütünleyen şeylerdir. Bu yüzden Kur’an Yüce Peygamberimiz’i Rahmân ve Rahîm mazharı, rahmet ve şefkat peygamberi olarak takdim emektedir. Nitekim âyetlerde şöyle buyurulur:

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ

“Habîbim, biz seni âlemlere ancak rahmet olmak üzere gönderdik”[1]

لَقَدْ جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ

“Size içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, hüsrânınıza üzülür, saâdetinizi ister; yüreği şefkat ve merhametle çarpar!”[2]

O şanlı nebî, âlem-şümûl rahmetin biricik temsilcisi olduğundan sadece bir bölgenin, bir yörenin, bir iklimin ve bir ırkın değil, topyekün insanlığın şefkat ve merhamet ocağıdır. Onun her şeye şâmil olan merhameti, âlem-şümûl rahmeti ve insânî şefkati en çok beşerî münâsebetlerde ortaya çıkmakla birlikte cemâdâttan nebâtâta; yani cansız varlıklardan bitkilere ve hayvanlara varıncaya kadar bütün varlıkları kapsamaktadır. Onun insânî ilişkilerini incelediğimiz zaman şefkat ve merhametin en şâhika örneklerini görürüz. Çünkü o lânetçi değil, rahmet peygamberiydi.[3]

Rahmet peygamberinin bu temel özelliğini Kur’an şu lafızlarla takdim etmektedir:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

“Allah’ın rahmeti sâyesinde ey Muhammed sen insanlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Onları bağışla, onlar için mağfiret dile, iş konusunda onlarla istişâre et. Bir kere karar verdin mi Allah’a tevekkül et! Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.”[4]

Bu âyette Allah Rasûlü’nün insânî ilişkilerinin zemininin rahmet ve şefkat olduğu belirtilmektedir. İnsanların yanlışlık ve taşkınlıklarına hoşgörü ile mukâbele etmesi ve onlar için Allah’tan mağfiret dilemesi öngörülmektedir. Ayrıca yapılacak işlerde insanların görüşlerine başvurması tavsiye edilmekte, ancak karar aşamasına gelmiş işlerde ise kararsızlık göstermeden Allah’a dayanarak işin sonuçlandırılması emredilmektedir.

Ayet ve hadislerin ışığında yapılan İslâm tariflerinde merhamet ve şefkat, özel bir biçimde yerini almıştır: “İslâm, Allah’ın emrini ta’zim; yani O’na kul olmak, O’nun yaratıklarına şefkat ve merhamet” olarak tanımlanmıştır.

İslâm’ın özünde bulunan Muhammedî şefkat ve merhamet umûmîdir. Yaratılan her varlığı, Hakk’ın kudret tecellisine mazhar her şeyi kuşatmaktadır. Çünkü Allah, peygamberinin bu duyarlılıkta olmasını istemiştir. İnsanların bir dağ ve kaya parçası gibi gördüğü Uhud Dağı için söyledikleri bu mânâda çok çarpıcıdır: “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi sever.”[5] Cansız gördüğümüz bir dağın canlı gibi sevgi duygusunu anlayacak ve pozitif enerjisini kavrayacak ancak Allah Rasûlü’nün gönlü gibi yüce bir gönül olabilirdi.

Sevgili Peygamberimizin bütün varlıklara şâmil şefkat ve merhametinin bitkileri, ağaçları ve çiçekleri de kuşattığını görüyoruz. Nitekim o şöyle buyurur:“Kim bir sidre ağacını keserse, Allâh onun başını cehenneme uzatır.”[6] Onun anlayışında korunmaya muhtaç ve hayatın devamı için lüzumlu olan her şey şefkat ve merhametle korunmalıydı. Bu yüzden hayvanlarına eziyet eden insanları insaf ve şefkate davet ederdi. Nitekim Allah Rasûlü bir gün ensârdan birinin bahçesine vardı. Orada bulunan deve Rasûlullâh’ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Allah Rasûlü hayvanın yanına gidip başını okşadı, devenin ağlaması durdu. Sonra Rasûlullâh bahçe sâhibini arayıp buldu ve adama buyurdu ki: “Şu hayvanı sana veren Allah’tan korkmuyor musun? Bu hayvan senin onu dövüp işkence ettiğinden şikâyet etti.”[7]

Bir başka seferinde keseceği hayvanın gözü önünde bıçağını bileyen sahâbîye: “Sen bu hayvanı kaç defa öldüreceksin?”[8] diye çıkışmıştı. Mekke’nin fethi için Medine’den kalkan on bin kişilik ordusuyla Mekke yakınına gelen Allah Rasûlü’nün yeni yavrulamış bir köpeği askerler tarafından ezilmesin diye, başına nöbetçi dikerek koruma altına almış olması[9] Efendimizin  yaratılanlara şefkatini gösteren çok önemli bir hadisedir.

Torunları Hasan ve Hüseyin ile Zeyd’in oğlu Üsâme’yi kucağına alarak, okşayıp iltifat ederek gösterdiği şefkat tavrı, ondaki  merhamet duygusunun bir başka tezâhürüdür. Hatta onu çocukları ve torunlarını öperken gören bir bedevî taaccüb ederek: “Yâ Rasûlallâh! Siz çocuklarınızı öper sever misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp okşamayız” dedi. Efendimiz de: “Allâh senin gönlünden merhamet ve şefkati almışsa ben ne yapabilirim!”[10] diye cevap verdi.

Efendimiz’in şefkat ve merhameti bütün varlıklar için olduğu gibi insanlık âlemi için de cihânşümûl bir vasfa sahipti. O, bir gün buyurdu ki: “Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” Sahâbîler dedi ki: “Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” Allâh Rasûlü şöyle buyurdu: “Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhametiniz değil, bilakis bütün yaratılanlara şâmil olan merhamettir.”[11]

İşte bu nebevî özellik gönül dünyamızı aydınlatan tasavvuf muhitlerine Yûnus diliyle şöyle yansımıştır:

Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü

Yaradılanı severiz / Yaradanından ötürü

Sadece kendi nefsî istek ve taleplerinin farkında olup onları putlaştıran kişi ve kimseler bu âlemi îmâra değil, belki vîran etmeye âmâde insanlardır. Oysa insanoğlu bu âleme önce kendi gönlünü îmâr etmeye, ardından gönüller îmârına gelmiştir. Gönlünde şefkat ve merhamet bulunmayan kimsenin başka gönülleri îmâr etmesi mümkün değildir. Uyuyan, uyuyanı nasıl uyandırabilir ki? Uyandırmak derdinde olan insanın önce kendisi uyanmalıdır. Allah Rasûlü bu mânâda engin gönlüyle ve diri kalbiyle ashâbını ilmek ilmek, motif motif işlemiş onları merhamet ve şefkat önderi, sevgi eri sevdalı insanlar haline getirmiştir.

Muhammedî şefkat ve merhamette şikâyete ve dertlenmeye yer yoktur; çünkü şikâyet; acz ve enâniyet ürünüdür. Her şeyin kader planında cereyan ettiğini bilen insan kimi kime şikâyet edebilir? Şefkatte hüzün vardır, gözyaşı vardır ama asla şikâyet ve dertlenme yoktur. Kendini eksik ve kusurlu görmesini bilen başkasına kusur izâfe etmekte acele etmez. Lütfa açık, ıstırap ve çileye kapalı bir gönül hüznün erdirici hazzını asla tadamaz. Hüzündeki hazzı tadamayınca da mahzun gönüllerle bir şey paylaşamaz.

Muhammedî şefkat ve merhamet insana âlemdeki tecellîleri cemâl ve celâl boyutuyla kavrayıp kuşatmayı ve bunun sonucunda Allah’tan gelen acılardan burukluk duymamayı bahşeder. Nitekim bir sûfî şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:

Hoştur bana senden gelen / Ya gonca gül, yahud diken

Ya hil’at ü yahud kefen / Lutfun da hoş kahrın da hoş

İslâmî anlayış, Muhammedî rahmet ve şefkat ikliminde insanları sevmeyi, sevgi denizinde buluşmayı öğütlemektedir. Bugün müslümanlarda ve İslâm âleminde bundan farklı bir görüntü varsa, bunun kusuru ya İslâm’ı tam olarak anlamamış olan müslümanlardadır, ya da müslümanlığın gücünden korkarak müslümanların ve müslümanlığın güzel yüzünü sıvayıp onu uzlaşmasız, terörist göstermeye çalışanlardadır. Biz her zaman şu iki gerçeği birbirinden ayırmalıyız: “Müslümanlık başka, müslümanlar başkadır.” Müslümanlarda görülen pek çok hata ve kusuru hemen İslâm’a hamletmek insaf ölçüleriyle bağdaşmaz. Üstelik önümüzde şefkat ve rahmet nebîsi ve onun örnek hayatı varken.

II. ENGİN HOŞGÖRÜSÜ

Hoşgörü bizim kültürümüzün ve toplumumuzun çok iyi tanıdığı bir kavramdır. Ancak uzunca bir süreden beri onu unutmuştuk. Bugün onu yeniden gündemimize taşırken nereye oturtacağımıza bir türlü karar veremiyoruz. Kimileri onu alabildiğine geniş ölçüler içinde ele alıp âdetâ İslâm’a aykırı olan her şeye karşı takınılması gereken bir tavır olarak görmekte,  ama Müslümanlara karşı aynı hassasiyeti gösterememektedir. Kimileri de hoşgörüyü iyice daraltıp içine alacak kimse bulamamaktadır. Doğrusunu öğrenmek, onun saha ve sınırlarını yeniden gözden geçirmek için Hz. Peygamber modeline dönmek ve onun hayatında hoşgörünün nereye oturduğuna bakmak gerekiyor. Biz onun hayatından hoşgörü örnekleri sunarak konuyu açıklamaya çalışacağız.

Bir kere Peygamberimiz tebliğ ettiği yüce dini “semha” lafzıyla hoşgörü dini olarak tanımlamaktadır: “Ben kolaylık ve hoşgörü / semha dîni ile gönderildim.”[12]

Ardından yine o: “Hoşgörü ile davrananın hoşgörü ile mukabele göreceğini”[13]; “Dünyada Allah’ın kullarına hoşgörülü davrananlara Allah’ın kıyamette görevli meleklerine hoşgörülü davranmalarını emredeceğini”[14] haber vermektedir.

Kendisine “en faziletli amelin hangisi olduğunu” soran kişiye Allah Rasûlü ikinci seferinde: “Yumuşak söz, yemek yedirmek, hoşgörü / semah ve güzel huy” [15] buyurmuştur.

Hadislerde semha veya semah gibi lafızlarla geçen bu kelime, bugün Türkçede müsamaha ve hoşgörü karşılığıdır. Daha çok menfaat ve çıkar ilişkilerinin söz konusu olduğu ortamlarda gündeme gelen bir konudur. Dolayısıyla insanların ortak yaşadıkları yerlerde inanç ve düşünceleri ne olursa olsun birbirlerine tahammül etmeleri, saygı göstermeleri anlamınadır.

Model insan olarak Hz. Peygamber bir hoşgörü âbidesidir. Âile hayatından toplum ve devlet düzenine varıncaya kadar onda hoşgörü, merhamet ve şefkatin pek güzel örnekleri vardır.

 1. Âile Hayâtındaki Hoşgörüsü:

İnsanın “olduğu gibi göründüğü yer” âilesinin yanıdır. Hiç kimse âilesinin içinde, olduğundan fazla görünme ihtiyacı hissetmediği gibi böyle bir şansa sâhip değildir. Bu yüzden insanların insânî ve ahlâkî özelliklerini en iyi bilenler, içinde yaşadıkları âile fertleridir. Bu açıdan Hz. Peygamber’in beşerî ilişkileri hakkında eşleri, çocukları ve hizmetçilerinin tesbit ve değerlendirmeleri büyük önem arz etmektedir. İlk eşi Hatice anamız onun hakkında şu tesbitlerde bulunmaktadır: “Sen yakınlık bağlarına saygı gösterir, kimsenin hakkına tecâvüz etmezsin.”[16] Hz. Âişe anamız ahlâkını Kur’an olarak gördüğü[17] Allah Rasûlü’nü şu lâfızlarla anlatmaktadır: “O evinde ayakkabılarını tâmir eden, söküğünü diken, önüne konursa yiyen, değilse asla istemeyen, insanların kusurlarını bağışlayan bir insandı.”[18]

On yıl kadar onun hizmetinde bulunan Enes (r.a.)’in: “Beni yaptığım ve yapmadığım şeyler sebebiyle hiç azarlamadı”[19] sözü, onun hoşgörüsünü ve insan gönlüne verdiği değeri gösterir. Hz. Zeyd b. Hârise’nin onun yanında bulunmayı, baba ocağına tercih edişi ve babasının davetine rağmen onun yanında kalmayı istemesi[20] onun insanların kişiliklerine gösterdiği saygıyı ifâde eder.

2. Toplum Hayatındaki Hoşgörüsü:

Allah Rasûlü, toplum hayatında muallim ve mürşid olarak inananlara karşı da, inanmayanlara karşı da hoşgörülüydü. O inananlara düşkündü. [21] O bu düşkünlüğü sebebiyle onların her türlü acıları ve sancıları ile sevinçlerini paylaşır, onlara danışırdı. İnsanların kusurlarını asla yüzlerine vurmaz, azarlayıp ayıplamazdı. Mescide bevletmek gibi tabiî ihtiyacını görmek isteyen bedeviye müdâhale etmeye kalkışanlara bile mânî olmuş ve “Bırakın hâcetini görsün” buyurmuş ve ardından o mahalli bir kova su döktürerek temizletmişti.[22]

Gençliğin verdiği taşkınlık ve şaşkınlıkla kendisinden zinâ etmek için izin isteyen genci azarlayıp ayıplamak yerine iknâ yöntemini seçmişti. Gence: “Böyle bir fiilin annesine, bacısına, teyzesine vs. yapılmasından memnûn olup olmayacağını” sorarak gönlündeki bu meyli önce suâl ve iknâ ile ardından nazar ve duâ ile ber-taraf etmişti.[23]

O, inanmayanlara karşı da hoşgörülüydü. Kendisine yapılan haksızlıkları affederdi. Nitekim  Necid gazvesinden dönerken bir ağacın altında istirahata çekilmiş ve kılıcını da ağacın dalına asmıştı. Allah Rasûlü’nü yalnız başına gören müşrik ağaçta asılı kılıcı kaparak: “Şimdi seni benim elimden kim kurtarır?” diye ona doğru hamle yapmıştı. Allah Rasûlü öyle bir “Allah!” dedi ki müşrikin elinden kılıç düştü. Bu sefer hamle sırası kılıcı eline alan şanlı nebîye gelmişti. Müşrik hemen afv dileyince Allah Rasûlü onu bağışladı.[24] Çünkü Allah Teâlâ ona:

خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ

“İnsanlarla ilişkilerinde hoşgörü ve kolaylık tarafını gözet, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir!”[25] buyurmaktaydı.

Kendini ve Rabbini bilmeyen câhillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine, ahlaksızca davranışlarına aldırma, onlara aynıyla mukabele etmeye kalkışma! Bu âyetin tefsîri sadedinde vârid olan şu hadîs-i şerif bu konudaki ölçüleri ortaya koymaktadır: “Faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni arayıp sorman, seni mahrum bırakana ihsanda bulunman ve sana zulmedeni bağışlamandır.”[26]

Bu âyetin inmesinden sonra Allah Rasûlü: “Öfke gerçekleşmiş iken insanın nasıl kendisine hâkim olup câhillerden yüz çevirebileceğini”[27] söyleyince devamındaki şu âyet nâzil oldu:

وَإِمَّا يَنز َغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ إِنَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“Eğer şeytandan bir dürtü seni tahrik edecek olursa hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki Allah işitir ve görür.”[28] Yâni şeytan sana emrolunduğun şeyin tersini yaptırmak üzere bir tahrik ve galeyan verecek olursa hemen Allah’a sığın. Nefsine hâkim ol, demektir.

3. Devlet Hayatındaki Hoşgörüsü:

Allah Rasûlü devlet başkanı olarak inananlara karşı da, inanamayanlara karşı da hoşgörülü ve merhametliydi. Mekke onun çok sevdiği yurduydu. Hem de çıkarılmasa, asla terketmeyi düşünmediği yurduydu. O kendisini Mekke’den çıkaranları hattâ hicrette yakalamak üzere iken kumlara saplanan Sürâka’yı, kendisini Mekke’den çıkartan Ebû Süfyan’ı ve eşi Hind’i, Hamza’yı öldüren Vahşî’yi hep affetti. Ancak onun afv, musâmaha ve hoşgörüsü acz, zillet ve meskenet değildi, âlemşümûl vakarından ve merhametinden kaynaklanıyordu.

Müslüman izzet ve vakar sâhibidir. Allah Teâlâ:

“İzzet, Allah’ın, Rasûlü’nün ve inananlarınındır. Fakat münâfıklar bunu bilmez”[29] buyurur. Bu âyetin  inmesine vesîle olan Mustalık Gazvesi dönüşü yaşanan olaylardır. Münâfıklar kuyu  başında Müslümanlarla tartışmış ve münâfıkların reîsi Abdullah b. Übey b. Selûl: “Medine’ye dönünce şerefliler şerefsizleri Medine’den çıkaracaklar” demişti. Bu tartışma sonunda İbn Selûl’un oğlu Abdullah babasını sözünü geri almaya zorlamış ve kan dökülmeye ramak kalmıştı. Allah Rasûlü büyük diplomasi ve hoşgörüyle Abdullah’ı babasını öldürmekten vazgeçirdi ve büyük bir fitneyi önledi.[30] Allah Rasûlü, bunu bir zillete rızâ göstermek için değil, Medîne İslâm toplumunda ortaya çıkabilecek fitneyi önlemek için yapmıştı. Çünkü devlet işinde duygulardan çok prensipler ve akıl önde olmalıdır.

Peygamber Efendimiz Huneyn dönüşünde müezzinine ezan okutmuştu. O sırada orada bulunan Ebû Mahzûre bir grup arkadaşlarıyla birlikte okunan ezan lafızlarını alaylı bir şekilde yüksek sesle tekrarlamışlardı.  Sesleri duyan Allah Rasûlü o sırada onlara bağırıp, çağırıp azarlamak yerine: “Yüksek sesle ezanı tekrarlayan hanginizdi” diye sordu. Arkadaşları Ebû Mahzûre’yi gösterdiler. Onu yanına çağırarak ezan okumasını öğretmiş ve eline bir kese gümüş vererek onu Mekke’ye müezzin tayin etmişti.[31]

Efendimiz merhametinin gereği olarak bütün yaratıklara karşı şefkatte, afv ve hoşgörüde sınırsızdı. Devlet başkanı olarak toplumun bütün kesimlerinin derdi onun yüreğini kanatır ve ciğerini sızlatırdı. Çünkü güneşin doğduğu yerde bulunan Müslümanın ayağına batan diken güneşin battığı yerdeki Müslümanın ayağını sızlatmalıydı. Bu Müslümanın iman göstergesiydi.

III. İNCİNMEYEN ve İNCİTMEYEN ÖZELLİĞİ

İnsânî ilişkilerin nîrengi noktası, karşısındakinin farkına varmak ve onun da insan olduğu duygusuna ermektir. Sadece “kendi” merkezli yaşamak, “ben merkezli” düşünmek ve karşısındakileri hiçe sayıp görmezden gelmek insânî ilişkilerin en önemli zaaf noktasıdır. Beşerî münâsebetler, insan ilişkileri ve kişisel gelişimle ilgilenenler diyorlar ki: İnsânî ilişkilerin temel noktası “empati” denilen kendisini karşısındakinin yerine koyma prensibidir. Bu açıdan baktığımızda Allah Rasûlü’nün yüksek şahsiyetinde bu özelliğin çok çarpıcı örneklerini görürüz. Kur’an onun yaratıklara olan şefkatine, insanlara olan merhamet ve re’fetine işâret etmektedir.[32]

Allah Teâlâ bu ayette kendi isimlerinden olan raûf/çok şefkatli ve rahîm/pek merhametli sıfatlarını Peygamberimiz’e de vermiştir ki, önceki peygamberlerden hiçbiri bu sıfatların ikisine birden mazhar olamamıştır.

Sen raûfsun rahîmsin buluttan cömerdsin
Bulut verirken ağlar, sen tebessüm edersin

Beşerî ilişkilerde empatinin en önemli vasfı yumuşaklıktır. Peygamberimiz de bu özelliği sebebiyle insanların kabûlüne mazhar olmuş, insanların gönlünde taht kurmuştur. Zaten beşerî münâsebetlerde insanları etkileyen dehâ ve zeka değil, karakter ve tutarlı şahsiyettir.

Asr-ı saadette insanlar Peygamber Efendimiz’in karakter ve şahsiyetine hayranlık duyarak sıcak bir duygu, yanık bir gönülle kendilerini onun etrafında pervane etmişlerdir. Onun, bulunduğu konumu şahsî çıkarları için kullanmayan, külfette en önde, nîmet paylaşımında ise en sonda bulunması insanların gözünden kaçmamıştır. Medîne’de sebebi bilinmeyen bir gürültü koptuğunda herkes adeta: “Ne oldu, bu ses neyin nesi?” dercesine birbirinden medet umduğu sırada Ebû Talha’nın mendub isimli atına binip sesin geldiği yere giderek durumu teftiş eden ve ashâbına: “Korkulacak bir şey yok” diye sükûnet telkîn eden o olurdu.[33]

Diğer yandan Hendek savaşında hendek kazımı sırasında Câbir b. Abdullah’ın sofrasına davet ettiği yüzlerce sahâbîsini bizzat elleriyle servis yapıp doyurmadan sofraya oturmayan yine oydu.[34] Ondaki bu fedâkar, gözü tok ve riskten kaçınmayan tavır ashâbının hayranlığını celbediyordu.

Allah Rasûlü’nün yakın çevresinde bulunan âile fertlerinden başlayarak bütün ashâbına ve topyekün insanlara karşı şefkat ve merhametle davrandığını, hiç kimseyi asla incitmediğini görüyoruz. Gördüğü yanlışlar ve hatalar karşısında insanları uyarırken “galat-ı ru’yeti” kendine izâfe ederek yani kendisinin yanlış görmüş olduğunu söyleyerek derdi ki: “Bana ne oluyor ki ben bazı kardeşlerimi şu şu hallerde görüyorum.”[35] Bu ifadeleriyle: “Kardeşlerim böyle yapmaz, ben herhalde yanlış görüyorum”  demek isterdi.

Kendisine yapılan her türlü haksızlık ve yanlışa karşı olgunlukla mukâbele eder, insanların yanlışlarını bağışlardı. Nitekim bir ganîmet dağıtımı sırasında kendisinden develerinin ganîmetle doldurulmasını isteyen ve bunu talep ederken Allah Rasûlü’nün yakasına yapışıp cübbesinin ipleriyle boynunda iz bırakacak kadar çeken ve ardından: “Babanın malını vermiyorsun, develerimi ganîmet malıyla doldur” deme küstahlığında bulunan bedevîye bile tebessüm ederek talebini yerine getirmiş ve bağışlamıştı.[36] Çünkü Allah Teâlâ câhillere uymamasını ve af yolunu tutmasını emretmişti.[37]

Haddini bilmeyen, sınırı aşan insanlarla ilişkide sürekli hoşgören olmak, incinmemek ve incitmemek zor bir iştir. Hatta denilebilir ki incinmemek incitmemekten daha da zordur. Çünkü incitmemek eldedir. Elinize, dilinize, gözünüze sahip olursunuz, kendinizi frenlersiniz ve insanları incitmeyebilirsiniz. Ama insanların ham, çiğ davranışları karşısında incinmemek elde olan bir şey değildir. Bu ancak çok engin bir gönülle aşılabilecek bir nefs engelidir. Allah Rasûlü incitmediği gibi incinmezdi de. Nitekim Yûnus incinse bile insanın incitmemesi gerektiğini şöyle ifâde eder.

Dövene elsiz gerek,                Sövene dilsiz gerek,

Derviş gönülsüz gerek,           Sen derviş olamazsın.

Ashâb arasında bedevîlikleri sebebiyle nice kabalık yapan insanlar. Ama o bunlara kızmaz ve bu davranışları yapanları incitecek ölçüsüz tepkiler göstermek şöyle dursun ashâb içinden ölçüsüz tepkiler gösteren olursa uyarır, onları hoşgörüye ve incitmeyen nazik tavra davet ederdi.[38]

Temelinde hamlık, hoyratlık olan kaba davranışlar ve haddini bilmeyen küstah tavırlar insanları incitir, üzer ve gönüllerini kırar. Nübüvvet pınarının serçeşmesi olan peygamberler ve başta Hz. Peygamber (a.s.) incinmeme ve incitmeme konusunda insanlığa model olmuştur. Ahlakî erdemler de ancak model şahsiyetlerden öğrenilebilir. İslam tarihi boyunca ümmetin yaşadığı güzelliklerde Allah Rasûlü’nün yüce şahsiyetinin ve üstün karakterinin izleri vardır. İnsanlar o şahsiyete yaklaşabildikleri ölçüde toplumda kabûle lâyık fazîletlere ermişlerdir. İncinmemek ve incitmemek edebiyâtımızda da ayrı bir güzellik rüzgarı oluşturmuş ve pek çok şâir bu konuda duygularını dile getirmiştir. Bunlardan biri olan Pertev Paşa bu mânâyı şöyle ifâde eder:

Ne şemm et bülbülün verdin, ne de hârdan incin

Ne gayrın yârine meyl et, ne sen ağyârdan incin

Ne sen bir kimseden âh al, ne âh u zârdan incin

Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin[39]

***                             ***                             ***

Cihân bağında ey âkıl budur makbûl-i ins u cin

Ne kimse senden incinsin ne sen kimseden incin

 


 

 

[1] el-Enbiya, 21/107.

[2] et-Tevbe, 9/128.

[3] Müslim, Fedâil, 126; Tirmizî, Deavât, 118.

[4] Âl-i İmrân, 3/159.

[5] Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504.

[6] Ebû Dâvûd, Edeb, 158-159/5239. 171 olması lazım Murat bey yanlış verdi galiba?*

[7] Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549.

[8] Hâkim, Müstedrek, IV, 257, 260/7570.

[9] Bkz. Vâkıdî, II, 804.

[10] Buhârî, Edeb, 22.

[11] Hâkim, Müstedrek, IV, 185/7310.

[12] İbn Hanbel, VI, 116, 223.

[13] İbn Hanbel, I, 248.

[14] İbn Hanbel, I, 5.

[15] İbn Hanbel, IV, 204.

[16] Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1.

[17] Müslim, Müsâfirîn, 139.

[18] Bkz. İbn Hanbel, VI, 106, 256.

[19] Ebû Dâvûd, Edeb, 1.

[20] İbn Hişâm, I, 267; İbn Sa’d, III, 42.

[21] Bkz. et-Tevbe, 9/128.

[22] Bkz. Buhârî, Vudu’ 58, Edeb, 80; Müslim, Tahâret, 98-100; Ebû Davud, Tahâret 136.

[23] Bkz. İbn Hanbel, I, 256-257

[24] Bkz. Buhârî, Cihâd, 84,87; Müslim, Fedâil, 13.

[25] el-A’râf, 7/199.

[26] İbn Hanbel, Müsned, III, 438.

[27] Bkz. İbnu’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, c. III, s. 309.

[28] el-A’raf, 7/200.

[29] el-Münâfikun, 63/8.

[30] Bkz. İbn Hişâm, III, 335-336.

[31] Ahmed bin Hanbel, III, 409; Ebû Dâvûd, Salât, 28.

[32] Bkz. et-Tevbe, 9/128; el-En­bi­yâ, 21/107.

[33] İbn Sa’d, I, 373; Buhârî, Edeb, 39.

[34] Buhârî, Megâzî, 29; Vâkıdî, II, 452.

[35] Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119.

[36] Buhârî, Humüs 19, Libâs 18, Edeb 68; Müslim, Zekât 128. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 1; Nesâî, Kasâme, 24; İbn Mâce, Libâs 1

[37] Bkz. el-A’râf, 7/199.

[38] Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80. Ayrıca bk. Müslim, Tahâret, 98–100; Ebû Dâvûd, Tahâret 136; Tirmizî, Tahâret 112; İbni Mâce, Tahâret 78.

[39] Şiirin açıklaması: Ne bülbülün âşık olduğu gülü kokla ne de dikenden incin, dikenden inciniyor ve korkuyorsan gülü koklamamalısın. Çünkü gülü seven dikenine katlanır. Ne Allah’ın dışında başkasının sevgilisine ilgi duy, ne de ağyâr sayılan Allah’ın dışındakilerden incin. Allah’ın dışındaki fânî şeylere gönlünü kaptırırsan incinirsin, çünkü fânîye güvenmek sonuçta insanın güvenini yıkar. Ne sen başkasından âh al, ne de başkasının âh u zârından incin. Çünkü başkasından âh alacak işler yapanın başkalarının kendisine ah çektirmesiyle incinmeye hakkı yoktur. Doğrusu başkasından incinmek ve başkasını incitmektir. Tek kelimeyle kalb-i selîm sâhibi olmaktır.