Altınoluk Dergisi, 1997 – Temmuz, Sayı: 137, Sayfa: 024
Hazreti Peygamber’in hayatında gönüllerde çiçek açan bu sevda, onun vefatıyla birlikte hasrete dönüştü. Sahabiler o hasret ateşiyle yanıp kavruldular. Medine onlara dar geldi. Hasretin tutuşturduğu heyecanla yollara düştüler. Çöller, yollar aştılar.
Kur’an’da, Allah sevgisinin gerçekleşmesi için Hz. Peygamber’e ittiba şart koşulmuştur. (bk. Ali İmran, 3/31) Yine Kur’an’da Allah’a itaatle birlikte Peygamber’e itaat emrolunmuştur. Hz. Peygamber’in, imanın kemale ermesi ve lezzetinin tadılması için kendisine gerçek bir sevgi ile bağlanmayı şart koşması, ashabın kendisini bir “baba” gibi algılaması, ashab içinde ona karşı abideleşen bir sevgi çağlayanı oluşturdu.
Sahabiler onunla konuşurken ondan bahsederken ve onu dinlerken heyecanlanıyor. Söylediklerini vecd ve coşku ile dinliyorlardı. “Anam babam sana feda olsun!” “Canim sana feda olsun!” seklindeki ifadeler ona olan, sevgilerinin bir tezahürüydü. Bu sevgi, ondan uzak kalma düşüncesini düşünmeye bile izin vermiyordu. Ondan dünyada ya da ukbada uzak kalmanın hasretine dayanamayacaklarını düşünüyorlardı. Hatta cennette bile ondan mahrumiyet, onlar için dayanılmaz biz hasreti oluşturmaktaydı. Bu yüzden o: “Kişi sevdikleriyle beraberdir” açıklamasına mecbur olmuştur. Dünyada beraberlik, cennette komşuluk ne büyük mutluluktu. Nitekim Nesibe Hatunun Uhud’daki yararlıkları sebebiyle Allah Rasulü’nden beklediği sadece cennette ona komşu olmaktı.”
Hz. Peygamber’in hayatında gönüllerde çiçek açan bu sevda, onun vefatıyla birlikte hasrete dönüştü. Sahabiler o hasret ateşiyle yanıp kavruldular. Medine onlara dar geldi. Hasretin tutuşturduğu heyecanla yollara düştüler. Çöller, yollar aştılar. Bilal gibi tekrar Medine’ye gelip ezan okuyarak onu çağıranlar ve Bilal’in sesini duyunca da “Resulullah geldi galiba!” sevinciyle evlerinden dışarı fırlayıp hasretle onu kucaklamaya koşanlar odu. Ama nafile. Çünkü artık onu dünya gözüyle değil, ancak mana ve kalb gözüyle görmek mümkün olabilecekti.
Hz. Hasan gibi genç sahabiler, onun hilye ve semailini gözleri önünde canlandırmak için daha iyi tanıyan sahabilerden onun tavsifini istiyorlardı. Hz. Hasan’la başlayan ve Hz. Ali, Hind b. Ebi Hale gibi sahabilerin anlattığı fiziki ve ruhi portresine aid şemail rivayetleri ile hilye levhaları hep ona duyulan hasretin bir terennümü olarak kültür tarihimizdeki yerini almıştır. Evlerimizi süsleyen hilye levhaları, divan edebiyatımızdaki naatlar,musikimizde o sevda ile yakılan ilahiler, hep ona duyulan hasretin ifadesidir.
Biz bu yazıda gerek divan, gerekse tekke halk edebiyatımızda Allah Resulü’ne duyulan hasretin şiire yansıyan boyutlarından kesitler sunmaya çalışacağız. Bilindiği gibi bizim tasavvufi edebiyatımızın ilk şahsiyeti Ahmed Yesevi’dir.
Ahmed Yesevi, Peygamber hasreti, ona benzeme ve ona kavuşma arzusunun ilk tipik örneğidir. Tekkesinin önüne kazdırdığı kabir çukuruna onun vefat yaşı olan altmış uc yaşından sonra günün belli saatlerinde girer ve orada zamanını zikir, tesbih, salevat ve rabıta-i mevt ile geçirirdi. Nitekim Divan-i Hikmet’inde bunu: şöyle anlatır:
Sünnetlerini muhkem tutup ümmet oldum;
Yer altına yalnız girip nurla doldum;
Hakk’a tapanlar makamına mahrem oldum,
Batin kılıcı ile nefsi parçaladım iste.
Tasavvuf ve edebiyatımızın bir diğer abide şahsiyeti şiirlerini Farsça yazan Mevlana Celaleddin Rumi (m.o 1273)’dir. O, rubailerinde Kur’an anlayışını peygamber hasretini şöyle dile getirir:
Ben sağ olduğum sürece Kur’an’ın bendesiyim
Muhammed Muhtar’ın ayağının tozuyum.
Kim benden bundan başka bir söz naklederse
Ben o sözden de onu nakledenden de incinirim.
Mevlana ile hemen çağdaş sayılan ve Bati Türkçe’sinin güçlü temsilcisi gönüller sultani Aşık Yunus da ayni duygularla şunları söylemektedir:
Canim kurban olsun senin yoluna
Adı güzel, kendi güzel Muhammed.
Bu üç gönül eri ile başlayan hasret türküleri her devirde o devrin gönül erlerince seslendirilmeye devam etmiştir. Nitekim Hacı Bayram Veli’nin damadı ve Kadiriye’nin Rumiye kolu kurucusu Eşrefoğlu Rumi (o.1469) bu heyecanı yaşayıp seslendirenlerdendir. Seher vakti bir kerecik olsun onun yüzünü görmek sevdasında olan, Eşrefoğlu, günahının çokluğuna rağmen hala bundan ümidli olduğunu şöyle dile getirmektedir:
Ederim canimi kurban senin yolunda ey Ahmed,
N’ola bir kez yüzün görsem seher vakti seher gahi,
Bu Eşrefoğlu Rumi’nin günahı çokdur gayet
Şefaat kil ya Muhammed yüzün şems’ü kamer mahi
Taci-zade Ca’fer Celebi (o. 1515) onun gül yüzüne kavuşmak ümid ve özlemiyle kıyamet sabahını beklediğini şöyle ifade etmektedir:
Iyd-i cemaline kati müstakim isterem
Mihr-i ruhun ümmidini subh-i kıyameti
“Su Kasidesi” adli şiiri ile naat vadisinde bir sah-eser vücuda getirmiş bulunan Fuzuli (o. 1556) peygamber hasretini en güzel dile getirenlerin başında gelmektedir. Onun bu 32 beyitlik manzumesinden seçtiklerimizden bazıları:
Ben senin insanlara ilahi aşk sunan dudağını özlemişim. Zahidiler kevser peşinde koşar. Nitekim aşk sarhoşuna aşk şarabi, ayıklara da su içmek iyi gelir.
Ben lebin müştakıyım. Zühhad kevser talibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelir, huşyara su.
“Selvi boylu ve güzel yürüyüşlüsün sen. Sular herhalde sana aşık olmalıdır ki hiç durmadan sana doğru akıyorlar.” (Nitekim sairin yaşadığı Bağdad’daki Dicle ve Fırat’ın suları Medine tarafına doğru akmaktadır.)
Ravza-i kuyine her-dem durmayıp eyler güzar
Aşık olmuş galiba ol serv-i hoş reftare su.
“Şayet ben, Sevgili Peygamber’in elini öpmek arzusuyla ölecek olursam, toprağımdan bir desti yapıp onunla o sevgiliye su sunun.”
Dest busu arzusuyla ölürsem dostlar,
Kuze eylen toprağım, sunun anınla yare su.
Şairin kabir toprağından desti yapıp sevgili Peygamber’e sunulunca mecburen, dudaklarını bu kaba değdirecek elini öpme arzusuyla ölen sair, bu suretle onun dudaklarını öpmüş olacaktır. Bu bir hasret ve şefaat talebi ifadesidir.
“Ey Allah’ın sevgilisi ve ey insanların en hayırlısı, sana müştakım; hasret çekiyorum. Nasıl susuzluktan dudağı kurumuşlar bir yandan yanıp bir yandan da su ararlarsa, ben de bu hal ile seni arıyorum.”
Ya Habiballah ya hayral-beser müştakınem
Öyle kim leb-teşneler yanıp diler hem-vare su.
“Ve nihayet umduğum, kıyamet günü vuslatından mahrum olmamaktır. Hiç olmazsa o gün vuslat çeşmen ben susamışı sulasın.”
Umduğum oldur ki ruz-i haşr mahrum olmayam
Çeşme-i vaslın vere ben teşne-i didare su.
Osmanlı’nın sufi sairleri kadar şair sultanları da ayni hasret ateşini ruhlarının derinliklerinde duymuşlardır. Nitekim “Muhibbi” mahlası ile şiirler yazan Kanuni Sultan Süleyman (o. 1566) der ki:
“Ya Rasulullah sen bugün alemlerin nuru ve Allah’ın sevgilisisin. N’olur aşıklarını bir lahza kapından uzak tutma!”
Nur-i alemsin bu gün hem dahi mahbub-i Huda
Eyleme aşıkların bir lahza kapından cüda
Sultan I. Ahmed Han (o. 1617) de Hz. Peygamber’e olan hasret ve sevgisi sebebiyle onun ayak izi seklinde tahtadan bir levha yaptırmış ve üzerine:
N’ola tacım gibi başımda götürsem daim
Kadem-i resmini ol Hazret-i Sah-i Resul’ün
Gül-i gülzar-i nübüvvet o kadem sabidir
Ahmeda durma yüzün sür kademine o gülün
kıt’asını yazdırarak cuma ve bayram selamlıklarında bir sorguç gibi başında taşımıştır.
Ehl-i beyte mensub olan ve Hz. Peygamber’in cemal nuruyla gönlü yaralı bulunan Seyyid Nizamoğlu (o.1602) onun cemalinin şevki kalbe tecelli edebi beri gönlünün arsa kadar yarıldığını anlatır:
Cemalin nurunun şevki tecelli edebeli kalbe
Onuncun Seyfi’nin gönlü ki çak arşa beraberdir
Halvetiyye’nin Nasuhiyye piri Üsküdar’da medfun M. Nasuhi (o. 1718) hasret ateşiyle şöyle yanıp yakılır.
“Aşıkları, daimi surette divaneye çeviren senin aydınlık yüzündür ya Rasulallah! Onları derd ile sabah, aksam ah ile inleten de senin hasretindir ya Rasulallah.”
Eyleyen uşşakı şeyda daima
Tal’atindir ya Resulallah senin
Derd ile ah ettiren subh u mesa
Hasretindir ya Rasulallah senin.
“Beni gece gündüz feryad ettirip hasretle gönlümü yakan ve devamlı gözlerimden yaşlar akıtan senden uzaklığın özlemidir ya Rasulallah!”
Ruz u şeb karım benim efgan eden
Nar-i hasretle dilim suzan eden
Dem-be-dem bu gözlerim giryan eden
Firkatindir ya Rasulallah senin.
Allah Resulü sevdalılarından Yahya Nazim (o.1727). Peygamber hasretini şöyle anlatıyor:
“Aşkının hastası olalı beri ebedi hayati buldum. Senin aşkının derdi hasta gönlüme devadır ya Resulallah. Bu derd kalbimi gül gibi açtırır ve senin aşkının ömrünü artırır. Senin derdin senin askın hem gönül acar hem cana can katar”
Olaldan haste-i aşkın hayat-ı cavidan buldu
Dil-i bimarıma derdin devadır ya Resulallah
Açar gül gibi kalbin artırır bimarının ömrün
Gamın hem dil-güşa hem can-fezadır ya Resulallah
“Devamlı surette ciğerlerim kana bulansa bunda şaşılacak ne var. Çünkü gönül, senin gam denizinin yabancısı değildir. Onda yüzmesini bilir.”
Aceb mi dem-be-dem ageste-i hun-i ciğer olsa
Gönül bahr-ı gamınla aşinadır ya Resulallah
Halvetiyyen’in Gulşeni- Sezai kolunun piri Edirneli Hasan Sezayi (o. 1737), bizim hasta; onun doktor, bizim seven, onun da sevilen olduğunu şöyle ifade ediyor:
Biz mariziz, tabibimiz sensin
Biz muhibbiz, Habibimiz sensin.
Mevlana’nın Mesnevi’sini nazmen Türkçe’ye çeviren Süleyman Nahifi (o. 1738) bakınız Peygamber hasretiyle neler söylüyor:
“Vuslat özleminin gücü başıma iş çıkardı. Ayrılık ateşi hasta tenimi dağladı. Hasret derdinin iniltisi bu ağlayıp inleyen Garibi öldürürse diyeceğim sadece sanan Salat u selamdan ibarettir.”
Canıma kar etti tab-i iştiyak-i vuslatın
Dağ dağ etti ten-i bimarı nar-i firkatin
Öldürürse ben garib u zari derd-i hasretin
es-Salatu ve’s-selam ey fahr-i alem es-selam
Salahi-i Uşşakı (o. 1782) der ki:
“Gönül senin hayalini düşünerek sabaha çıkar. Sabah aydınlığı senin güzellik mumunun ışığıyla meydana gelir.”
Gönül fikr-i hayalinle sabahlar ya Rasulallah
Olur sem’-i cemalinle sabahlar ya Rasulallah
Onun gül cemalini bir gece rüyasında görmek arzusuyla yanıp tutuşanlar hiçbir devirde eksik olmamıştır. XIX yüzyılda Hafız Muhammed Hilmi (o. 1881) bakiniz ne diyor:
Ya Habiballah ezelden aşık-i didarınem
Lutfedip rüyada bir şeb arz-i didar et bana.
Ayni yüzyılın aşık şairi Osman Şems Efendi (o. 1893) de şunları söylüyor:
“Ey güneş gibi aydınlık güzel. Senin yüzünün nuruna göreliden beri gam iklimindeki gözyaşlarım gül renkli şarab gibi oldu, kana boyandı. Sinemdeki aşk ile yarılmış yarıklardan taşıp gelen sırlar aşk destanı gibi adeta yazılmış bir kitap gibi oldu. Muhabbet divanının göğsü ıstırapla doldu. Aşkını iman nuru gibi sinemde saklarım. Canımın cevheri gibi vücudumda beslerim.
Ta görelden nur-i vechin ey cemal-i afitab
Eşk-i çeşmim bezm-i gamda oldu gül-cam-i şarab
Şerh ettim razı sinem şerhalardan bab bab
Dasitan-i aşk ile oldum müdevven bir kitab
Sadr-i divan-i muhabbetle yine pür-ızdırab
Saklarım sine de aşkın nur-i imanım gibi
Beslerim cismimde derdin cevher-i canım gibi
“Ateş” redifli gazeliyle peygamber hasretini XX. yüzyıla taşıyan ve bu hasretle ona kavuşan M. Es’ad Erbili de bu vadinin mestlerindendir.
“Yüzünün güzelliğinin hayal ve özlemiyle can ve gönül yansa, şaşılacak ne var? Sevgili Peygamberim, gel de kalbimde ki ve feryadımdaki ateşi gör.”
Hayal-i şem’-i ruyinle aceb mi yansa can u dil
Nigarım gel de gör, kalbim de ateş, ah u zar ateş
“Güzellikte kemale ermiş yüzünü bir kerecik görsem bu kotu köleniz ondan sonra da siye feda olsun”
N’ola bir kerre şad olsun cemal-i ba-kemalinle
Ki kemter bendeniz Es’ad sana olmak feda ister
Mevlana aşkı ile hidayete eren Yaman Dede adıyla unlu Abdülkadir Keçeoğlu da içinde volkan alevi gibi bir peygamber hasreti taşıdığını şöyle anlatıyor:
“Senin aşkınla gönül kan oldu, kana boyandım ya Rasulallah! İçimdeki bu yanan ateşe nasıl dayandım bilemem. Ben ezel bezminden beri sürüp gelen bir çığlık gibi hasret ateşiyle kavruluyorum. Güzel yüzünü gösterip beni ferahlat ki yanıyorum ya Rasulallah!”
Gönül hun oldu şevkinden boyandım ya Rasulallah
Nasıl bilmem bu nirana dayandım ya Rasulallah.
Ezel bezminde bir dinmez figandım ya Rasulallah.
Cemalinle ferah-nak et ki yandım ya Rasulallah!
Arif Nihat Asya’nın (o. 1975) naat inde ise bu hasret su beyitlerle ifade edilmektedir.
Gel ey Muhammed, bahardır…
Dudaklar ardında saklı
Aminlerimiz vardır!…
Hacdan döner gibi gel;
Miracdan iner gibi gel,
Bekliyoruz yıllardır.
Hocamız Kemal Edib Kürkçüoğlu (O. 1977) merhumun naatında da bu hasrete şöyle atıflar vardır:
Gözyaşı ile ağlayıp uyuyarak yüzünü rüyada gören onun güler yüzünü etkisiyle gülerek uyanır.
Zaru giryan uyuyup ruyini rüyada gören
Uyanır neşve-i didar ile handan olarak
Cebrail her gece ihrama girerek senin mübarek beldene gelip yüzünü görmek ve orda konaklamak için can atar.
Can atar her gece Ruhu’l-kuds ihrama girip
Harem-i muhterem-i kuyine mihman olarak.
Ve son olarak Arif Hikmet Gökoğlu Bey’in naatinden hasret-i nebi duygularına kulak verelim:
“Ya Rasulallah andolsun bugün hasret ve ayrılık derdiyle perişanım. Bana yardim et! Aşk ateşine tutuldum. Bugün adeta ateş olmuş gibiyim. Suri ve maddi uzaklık sebebiyle. Bugün canim yanıyor. Elimden tut ve bana merhamet eyle! Çünkü ben isyan denizine batmışım. Ancak islediğim günahların hepsine pişmanım bugün.”
Ya Rasulallah inayet kil perişanım bugün
Hasret u hecrinle vallah sine-suzanım bugün
Nar-i aşkınla tutuştum mahz-i niranım bugün
Bu’d-i suriden efendim yanmada canim bugün
Merhamet kil al elim mağruk-i isyanım bugün
Ettiğim masiyete gayet peşimanım bugün.
Kronolojik sırayla tasavvuf edebiyatımızdan sunduğumuz bu peygamber hasreti terennümleri, bugün suri vuslat mümkün olmayan Sevgili Peygamberimizin,
1) Yüzünü rüyada ve alem-i manada görerek teselli olmayın; 2) Kabr-i saadetine yüz sürüp hayatıyla sermest olmayı; 3) Ahirette şefaat ve komşuluk arzusunu dile getirmektedir.