Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Ölüm ve Hayat

Altınoluk Dergisi, 1998 – Ocak, Sayı: 143, Sayfa: 005

Hayat ölüm için, ölüm de hayat için son derece anlamlıdır. Hayatı olmayan bir ölüm nasıl hiçlik ve yokluk demekse; ölümü olmayan bir hayat da öyledir. Eşya zıtlarıyla kaim olduğu için gecenin varlığı gündüzü, akın varlığı karayı, ölümün varlığı da hayatı anlamlı kılar. Allah Teâlâ, Mülk Suresinde: “Sizin hanginizin daha iyi amel yaptığını sınamak için ölümü de, hayatı da yaratan Allah’tır.” buyurulmaktadır. Ayetten anlaşıldığına göre hayat ve ölüm imtihan amaçlıdır. Hayat olmasa ölümün; ölüm olmasa hayatın imtihan gayesi tahakkuk etmezdi.

Ayette ölümün hayattan önce zikredilmiş olması müfessirlerimizin dikkatini çekmiş, bir kısmı bunu insanın doğmadan önceki ölü haliyle irtibatlandırırken bir kısmı da ölümün hayırlı işler yapmaya daha müessir oluşu üzerinde durmuşlardır. Müfessir sahabilerden İbn Mes’ud ve onu izleyen bazıları özellikle: “Lezzetleri tarumar eden ölümü çokça hatırlayın.” (Tirmizi, Kıyame,26; İbn Mace, Zühd,31; İbn Hanbel, II,293) hadisinden hareketle ölümün hayat üzerindeki düzenleyici etkisine ve terbiye edici tesirine dikkat çekmişlerdir.

“Hafıza-i beşer nisyan ile ma’luldür.” demişler. İnsan unutmaya meyyal bir varlıktır. Bu yüzden her zaman bir hatırlatıcıya ve uyarıcıya ihtiyaç duyar. Kainattaki değişmeler, mevsimlerin peşpeşe gelmesi; özellikle sonbahar ve kış mevsimleri ölümü, bahar mevsimi ise öldükten sonra dirilmeyi çağrıştıran ve insan hafızasında uyarılmalar sağlayan fırsatlar ve demlerdir. Hele hergün karşılaştığımız ölüm ve cenaze olayları, bizlere nebevi bir ifade ile “ölümün ne güzel bir öğütçü ve nasihatçı” olduğunu haykırmaktadır.

Ölümü nazar-ı itibara alıp onunla son bulacak bir hayatın kıymetini ölçüp tartmak akıllıca bir hareket olmakla birlikte yeterli değildir. Çünkü ölüm sonrasını düşünmeyenler için, sadece ölümü düşünmek kaygı verici bir olaydır. Hatta ümitsizlik kaynağıdır. Ölüm kaygısı taşıyanların bir kısmı, “nasıl olsa bir daha dünyaya gelmeyecekleri” düşüncesiyle hiç ölümü ve ölüm ötesini düşünmeden dünyadan kâm almaya kalkarlar. Bir kısmı da ölüm rahatlığına ermek sevdasına kapılırlar. İkisi de güzel değil. Doğrusu ölüm ve hayatın ikisinin de imtihan gayeli olduğunu bilip ebedi hayat için hazırlanmaktır.

Kur’an ayetleri ve hadislerde dünya hayatının geçiciliği, çekiciliği üzerinde sıkça durulmuş ve insanların dikkatlleri ölüm ötesi ebedi hayata çekilmek istenmiştir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulur: “Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve ziraatçıların da hoşuna giden bir bitki gibi, önce yeşerir, sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün. Sonra da çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır.Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimden başka bir şey değildir.” (el-Hadid, 57/20) Bir başka ayette: “Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur.” (el-Ankebut, 29/64) buyrulmaktadır.

Bu ayetlerle insanlardan istenen ölüm ya da fani hayatta kalmak değil, bir hayattan ötekine geçerken ilerideki daha üstün hayata yükselmek için faydalı işler yapmak ve bu geçiş ortamını ebedi hayatın başlangıcı gibi algılamaktır. Fani hayatın “bütün lezzetlerini tarumar eden”, sevgilileri birbirinden ayıran, ocak yıkıp yürek yakan, evlatları yetim bırakan, servetleri hâk ile yeksan eden ölüm, Allah için çalışmış, iman ve itminan ile dolu gönüller için Hakk’ın rızasına kavuşmanın mutlu sonudur.

Bu yüzden: “Bir aylık ömrünüz kalsa ne yapardınız?” sorusuna muhatab olan kimse elbette hemen “hüsn-i hatime” kaygısına düşerek: “Acaba benim ölümüm Hakk’ın rızasına kavuşma mı, yoksa eli boş bir tükeniş mi?” diye düşünür. Bu tür bir düşüncenin tul-i emel dediğimiz dünya tutkusunu azaltmada müessir olduğu muhakkaktır. Böyle bir düşünce insanı muhasebeye hazırlar. er-Riayeisimli eserinde işlediği muhasebe kavramı sebebiyle “el-Muhasibi” lakabını alan Haris b. Esed muhasebeyi ikiye ayırmaktadır. Birincisi yapacağımız işlerle, ikincisi yaptığımız işlerle ilgili muhasebedir. Yapacağımız işlerle ilgili muhasebe yararlıyı zararlıdan ayırmak için ayak kaymasına karşı tedbirli olmamızdır. Böylece bilinçli bir biçimde zararlıyı terkeder, yararlıyı tercihle yaparız. Bu tür bir muhasebe insanın önünü görerek ve sağlam yere basarak güvenle yürümesini sağlar. Otokontrol mekanizmasını randımanlı bir biçimde çalıştırır. İnsanın sürçme ve ayak kaymalarını önler. Planlı çalışma ve sistemli ilerlemeyi gerçekleştirir. Proje olmadan, finans bulunmadan imar ve inşa olamayacağı gibi, muhasebe olmadan yararlı işlerde daim olmak zor hatta imkânsızdır.

İkinci tür muhasebe ise geçmişte yapılan işlerle ilgilidir. İnsanın yaptığı iş ve davranışları gözden geçirerek eksik ve kusurlarını tamamlaması, hata ve günahları varsa ondan tevbekâr olması demektir. Netice itibariyle Allah, kullarının işlerini yapmadan önce planlamalarını; yaptıktan sonra da yapılan işin nasıl bir şekil aldığını gözden geçirmelerini istemektedir. Kulun ameline nokta koyan ölümden başkası değildir. Öyleyse sağ olduğu sürece, muhasebenin iki türlüsü de müminin hayatına şekil vermelidir.

Gaflet ahiretle aramıza perde olmuş, kalp kasveti Allah’ın tehdidlerine rağmen bizi donuklaştırmış, günah ve isyan pası Allah’ın emirlerine karşı basiretimizi bağlamış, dünya düşüncesi bütün düşüncelerimize galebe çalmış görünüyor. Nitekim: “Allah’ı unuttuklarından dolayı, Allah da onlara nefislerini unutturdu.” (el-Haşr, 59/19) âyetini bir kısım müfessirler: “Nefislerini ele alıp onu hesaba çekmeyi unutturdu.” şeklinde açıklamışlardır.

Allah iyi işler yapanları aziz kılar. İman etmekle birlikte insan olmanın gereği kusur işleyenleri, en güzel biçimde çalışamamış olanları tevbe etmeleri halinde bağışlar. Ölüm ve hayatın yaratılmasının en yararlı işlerle müsabaka imtihanının biricik gayesi, varlığın sahibini bilmek, O’na kulluk bilincine ermektir. Çünkü Kur’an’da insanın varlık sebebini anlatan ayette: “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zariyat, 51/56) buyrularak bu gerçek ifade edilmiştir. Hadis-i şerifte de: “Ben gizli bir hazine idim, tanınmak istedim ve bunun için mahlukatı yarattım.” (Keşfu’l-hafa, II,173 (2016) buyrulmuştur.

Bu ayet ve hadisin ışığında varlık sebebimiz kulluktur. Ancak insanoğlunun hayatın her safhasını kulluk bilinci ile donatması zor bir olaydır. Ölümün hangi zaman ve vakitte, nerede ve hangi şartlarda geleceği bilinen bir husus değildir. Bu bilinmezlik yerine göre bir rahmet olmakla birlikte, bazen de ölümü çok uzaklarda görme şeklinde gaflete de müncer olabilmektedir. Hayatımızda Ramazan iklimi gibi ibadet-yoğun mevsimlerin varlığı, bizim gaflet sislerini dağıtıp basiretin aydınlık ortamına çıkmamızı sağlamaktadır. Hz Peygamber’in: “Her namazınızı son namazınız gibi kılın.” (İbn Mace, Zühd, 15; İbn Hanbel V, 412 ) hadisinden yola çıkarak bir aylık ömrü kalan bir insanın duyarlılığının, ölüm konusunda hazırlıklı olmaya medar olması gerekir. Farzedelim ki bir yakınımız veya dostumuz uzak bir mesafeden bir ay sonra bize gelecek diye haber aldık. N’aparız? Herhalde dostluk ve yakınlığımıza layık bir biçimde onu karşılama ve ağırlama hazırlıklarına başlarız. Bizden bir talebi varsa öncelikle onları yerine getirmeye çalışırız. Böyle bir talebi yoksa onun hoşlandığı ikramları ve beğeneceği ihsanları hazır etmeye gayret gösteririz. Bütün arzumuz gelecek değerli misafirimizi memnun etmektir. Buna yarayacak her türlü şey bizim ilgi alanımıza girer. Eğer birtakım sebepler yüzünden gerekli hazırlıklarımızı yapamamışsak ve vuslat günü gelip çatmışsa artık oturur, mazeretler üretmeye çalışırız. Nitekim Tebük Savaşına katılamayan Ka’b b. Malik, Hz Peygamber Medine’ye dönünce O’na kendini affettirici mazeretler aramaya çalışıyordu.

Bir aylık ömrü kalmış, ölümün hızla kendisine yaklaştığını hisseden insan, herhalde evine gelecek konuklarına hazırlık yapan kimseden geri olmamalıdır. Kavuşacağı Rabbının isteklerini yerine getirmeye yoğunlaşmalı, O’na O’nun sevdiği şeylerle kavuşmaya; O’nun rızasını kazanarak ulaşmaya çalışmalıdır. Çünkü hedef rıza-i ilahidir. Rıza-i ilahiyi kazanmak ise önce O’ndan razı olmaktan sonra da O’nun rızasına kavuşmayı sağlayacak amel işlemekten geçer. Nitekim yukarıda geçen ölüm ve hayatın yaratılış gayesini belirten ayette: “Hanginizin daha iyi amel yapacağını sınamak için.” buyrulmaktaydı. Demek ki hayat, ölüm ve ölüm ötesi için “en güzel amel” yarışıdır. Bir yıl olsa da, bin yıl olsa da geriye bir ay kalsa da “en iyi amel yarışı” ve en güzel kulluk arayışı sürmelidir.

Amel yarışı ve kulluk arayışında denge ve itidal çizgisi son derece önemlidir. Ne büsbütün seccadeye mıhlanmış bir baş, ne sürekli gözden akan yaş ve ne de bağrı taş olmak gerekir. Hepsinden iyicesi gönlü arıtmak ve bir gönle girmektir. Gönlü arıtmadan, tevbe ile günah kirlerinden arınmadan mutmain bir kalbe, leyyin bir ahlâka ermek ve Hakk ile vuslata varmak mümkün değildir.

İnsanlarla ilişkilerde hak ve vazife kavramı ile iyi geçimli onların hüsn-i şehadetlerini almak da ayrı bir anlam taşır. Allah, insanların birbirleri hakkındaki hüsn-i şehadetlerine önem vermekte ve onları yeryüzünde Allah’ın şahidleri saymaktadır. Nitekim Allah Rasulü bir cenaze sonrasında halkın cenazeyi hayırla anmaları üzerine: “Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu.” buyurdu. Bir başka seferinde kötü sıfatlarla anılan bir kimse hakkında da yine: “Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu.” buyurdu. Sebebi sorulduğunda: “Hayırla andığınıza cennet, şerle andığınıza da cehennem vacib oldu. Çünkü siz yeryüzünde Allah’ın şahidlerisiniz.” (Buhari, Cenaiz, 85; Müslim, Cenaiz, 60; Tirmizi, Cenaiz, 63; Nesai, Cenaiz, 50; İbn Mace, Cenaiz, 30; İbn Hanbel, II, 261) buyurdu.

İnsanların insanlar hakkında vereceği kıymet hükümleri önem arzettiğine göre insanların gönüllerini incitecek ve onların kendisi hakkında “kötü adam” değerlendirmesine sebep olacak davranışlardan sakınmak da son derece mühimdir. Her zaman olduğu gibi, ölümünün bir aya indiğini öğrenen bir insan hayatının bu safhasında insanlarla ilişkisini de elbette sağlıklı bir biçimde gözden geçirecektir.

İslam’ın genel tarifi: “Yaradan’a kulluk ve yaratıklara şefkat ve dostluk” olduğuna göre hayatının son ayını yaşayan kişi de bu iki ana noktaya yoğunlaşmalıdır. İlahi hukuku ve insanların haklarını kâmil mânâda ifa ve icra etmelidir. İtibar, son nefese olduğuna göre, son nefesini imanla alıp verecek bir doygunluğa erişmeye çalışmalıdır. Çünkü: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” buyrulmuştur.