Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Olaylar ve Gerçekler

Altınoluk Dergisi, 1998 – Ekim, Sayı: 152, Sayfa: 018

Son zamanlarda medyada İslâm dışı dinlerin tarikatlarının bazı terör olayları içinde gündeme gelmesi, tarikat mensubu olarak takdim edilen bir takım insanların yanlış tavır ve davranışları kamuoyumuzu genel anlamda tarikat kavramı konusunda olumsuz yönde etkilemiştir. Nitekim kamuoyu araştırması amacıyla kendilerine televizyon mikrofonları uzatılan birtakım insanlar. “Tasavvuf ve tarikat deyince ne hatırınıza geliyor?” sorusuna ilginç cevaplar vermektedirler. Mesela bir vatandaş bu soruya: “Tasavvuf deyince müzik hatırıma geliyor, ama tarikat deyince hatırıma hiç iyi şeyler gelmiyor. Terör geliyor, tedhiş geliyor.” diye mukabele etmişti.

Bu tür kanaatlerin oluşmasında Japonya ve benzeri ülkelerde terör olaylarına karışmış, halka zehirli gaz ile musallat olmuş bazı örgütlerin tarikat adıyla anılmasının büyük payı var. Tarikatın böyle bir görüntü içinde verilmesi, o kavrama yeni anlamlar yükleyerek insanların bilinçaltında bizim kültürümüzün hoşgörü kurumları haline getirdiği müesseseleri yaralıyor. Tarikat imajı ister istemez karalanmış oluyor. Bu terör örgütlerinin tarikat adıyla anılıp tercüme edilmesi, bazı kötü amaçlı insanların bizdeki tarikat imajını yaralamak amacını taşıdığını gösteriyor. Hatta bazı insanlar, bizde tasavvuf ile tarikatı ayırıp: “Tasavvufa evet, ama tarikata hayır.” diyorlar. Buna karşılık, Mevlana ve Yunus gibi tarikat büyüklerini koyacak yer bulamıyorlar. Fakat onları yetiştiren tarikat ve tekke müessesesine karşı çıkıyorlar. “Tasavvufu severiz, tasavvuf hoşgörüdür ama tarikat yobazlıktır.” diyorlar.. Bu bir ikilem ve bilgisizlik ürünüdür.

Tarikatlara bazı kesimlerce birer öcü kurum olarak bakılmasında bazı tarikat mensuplarının tavırlarının da etkili olduğu söylenebilir. Çünkü bugün bazı tarikat çevrelerinde ifrat ve tefrite varan bir takım ölçüsüz davranışların bulunduğu maalesef bir gerçektir. Hatta bazıları bu aşırılığa kaçan davranışlarını belki bilerek ve bir tebliğ niyetiyle yapıyorlar ama, günümüz insanı üzerinde bu hareketler çoğu zaman menfi bir etki meydana getiriyor. İslam itidal dinidir. Bu dinin tarikatları da bu itidal çizgisine bağlı kalarak kendi mensuplarını yetiştirmeyi amaçlamalıdır. Din ve dindarlar hakkında devamlı surette menfi imajlar üretmeyi planlayan, dini ve dindarları küçük düşürüp sevimsiz göstermeye çalışan insanlara malzeme vermemek ve malzeme olmamak, her şuurlu müslümanın vazifesidir. Elbette bunlar yapılırken dinin temel esaslarından taviz verilmemelidir ama, “ehem ile mühim” de birbirine karıştırılmamalıdır.

Tasavvuf ve tarikatlarda eğitimin iki boyutu vardır: İçe dönük eğitim, dışa dönük eğitim. Tarikatlar önce içe dönük eğitimi, ardından da dışa dönük eğitimi ilke olarak benimsemişlerdir. İçe dönük eğitim ferdin iç dünyasını mamur hale getirmesi, ardından da toplumsal manada bir irşad halkası oluşturmasıdır. Bu anlayış “Salah olmadan ıslah, reşad olmadan irşad olmaz.” cümleleriyle seslendirilmiştir. Tabii bu iki eğitim sistemi tamamen birbirinden soyutlanmış şeyler değildir. Bunlar iç içe olan şeylerdir, iç eğitim sırasında da yine dışa ve sosyal hayata ait hizmetler vardır. Çünkü “mücahede ve riyazat” tabir edilen, iç gelişmeyi sağlayan eğitimde de ihvana hizmet vardır. Belki kırk günlük “erbain ya da çile” adı verilen eğitim sürecinde toplumdan kopma vardır, ama kalan zamanda hep dışa dönük eğitim sürer gider. Geçmişte tarikatlarda durum böyledir. Bugünkü uygulamaların da çok farklı olduğunu söylemek zordur. Ancak bugün tekke ortamı olmadığı için çile ve halvet uygulamaları oldukça azalmıştır. Ayrıca toplum düzeninin getirdiği bazı dayatmalar, tarikatları daha toplumsal bir görünüme sokmuştur. Vaktiyle devlet kurumları tarafından icra edilen bazı dini fonksiyonlar, bugün tasavvuf ve cemaat muhitlerince görülmeye başlamıştır.

Sosyal hayata yön verme açısından geçmişte bazı tarikatların daha fonksiyonel olduğu gözlenmektedir. Meslek çeşitlerine göre açılmış ahi zaviyeleri, pehlivanlar ve okçular tekkeleri gibi tekkeler, Kazeruniyye tarikatı gibi bazı tarikatlar toplum düzenini önde tutan kurumlardı. Aslında iç gelişimi önde tutan bir yapıya sahip tarikatlar da, dolayısıyla toplumu düzeltmeyi amaçlamış olmaktadırlar. Çünkü ruh dünyası sağlıklı insanlardan oluşan toplumlarda ahlaki yükseliş o nisbette üstün olacaktır.

Tasavvuf herşeyden önce bir “tasfiye” hareketidir. İçin temizlenmesi, ahlakın yüceltilmesi eylemidir. Bu açıdan dış görünüş tasavvufta pek önem arzetmez. Bununla birlikte tasavvufta “ilbas-ı hırka” diye bir olay vardır ki tarikata giren kimselere bir simge olarak bağlılıklarını ifade için hırka giydirilmesidir. Ahi tekkelerinde “şalvar giymek” ve “şedd kuşanmak” şeklinde yine bir sembolik giysi vardır. Hatta Osmanlılar döneminde tarikat mensuplarının hangi tarikata mensup olduklarının dışardan belli olması için başa giyilen taçların renk ve dilim sayısı bir ölçü olmuştur. Ancak bu bir ayrıcalık ifadesi değil, sadece dervişin hangi dergâha mensup olduğunun anlaşılmasını sağlayan bugünkü rozetler gibidir. Tabii zaman içinde dervişlik ve tarikat mensubu olmak bazılarınca tac ve hırka giymekten ibaret görülünce buna yine tarikat çevrelerinden tepki gelmiş, Yunus gibi:

“Dervişlik olaydı tac ile hırka – Biz dahi alırdık otuza kırka”

diyenler çıkmış, hatta tarikat kisvesine tepki gösteren ve adlarına Melami denilen gruplar zuhur etmiştir. Bu tartışmalar tasavvuf klasikleri sayılan Keşfü’l-mahcub ve Avarifü’l-maarif gibi kaynaklarda yer aldığı gibi İbn Arabi’nin eserlerinde de yer almıştır.

Tarikatlerde kisve vardır ama tarikatın erdirici, oldurucu ve mütemmim bir şartı değildir. Sadece bir rozettir. Hele günümüzde tasavvuf ve tarikat çevrelerinin libas ve kisveye takılıp kalmaması gerekir. Çünkü önyargılı ve peşin hükümler tarikat ve tasavvuf çevrelerini olduğu kadar, genel manada islami çevreleri de rencide etmektedir. Kaldı ki tasavvuf bir takva eylemi ve bir ahlaki erdem ise onun yeri kalp ve davranışlardır.

Tasavvuf ve tarikatların bir ahlak eğitim kurumu olarak şahısların kendilerine karşı acımasız başkalarına ise son derece merhametli olmayı öğütleyen kurumlar olduğu bilinen bir husus. Hatta tarikatların müsamaha ve hoşgörü müesseseleri olduğu da kesin. Bugün tarikat ve tasavvuf çevrelerinin böyle bir görüntüsünün bulunduğunu söylemek oldukça zor. Bence bunun iki sebebi var.

Birincisi: Bugün genel manada İslam ve özel olarak da tasavvuf belli iç ve dış odaklar tarafından alternatif bir sistem olarak görülüp yıpratılmak istenmektedir. Bu yüzden İslam’da ve tasavvufta en uç meseleler en temel meselelermiş gibi çarpıtılarak gündeme getirilmekte ve insanlardaki İslam imajı yaralanmak istemektedir. Nitekim batıda, cihad düşüncesi ve İslam’daki hadd cezaları, dillere dolanarak İslam boy hedefi yapılmaktadır. Bunun yanı sıra tasavvuf ve tarikat çevrelerinin zikir ve ayinlerinin bazı davranışları ve kisveleri alaycı bir tarzda sunulmakta ve böylece antipatik gösterilmeye çalışılmaktadır. Bugünün insanın kisvesinden farklı giysileri de ayrıca ürkütücü olarak sunulmaktadır.

İkinci olarak tarikat çevreleri de bazen belli hassasiyetleri gözetmede, üzerlerine fazla gelinmiş olmanın tepkisiyle sert bir tavır takınmaktadırlar. Onların kendilerine benzemeyen kişilere karşı sert ve müsamahasız bazı tavırları elbette, dışardaki insanlara daha da ürkütücü gelebilir. Bu yüzden gerek hareketlerde, gerekse kisvede aşırıya kaçılmamalı, orta yol bulunmalıdır.