Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Nimeti, Nimeti Verene İsyan Yolunda Kullanma

Altınoluk Dergisi, 1988 – Haziran, Sayı: 028, Sayfa: 042

‘Adı Mansur bin Ammar, künyesi Ebu’s-Seriy, nisbesi el-Mervezî ve el-Bağdadî. Horasan civarında Dandanakan, Buşenc veya Ebiverd’den. Bir süre Basra ‘da ikamet ettikten sonra Bağdat’a yerleşti. Bağdat’ta ilim tahsili ve hadis rivayetiyle meşgul oldu. Yürekleri hoplatan, gözleri yaşartan ateşin bir vaizdi. Bu yüzden “Mansur el-Vaiz” diye tanınır. Bağdat’tan başka Suriye ve Mısır dolaylarında vaazlar verdiği ve bu suretle devrinde geniş bir şöhrete sahip bulunduğu rivayet edilir. Mısırlı fakih ve vaiz Leys bin Sa’d ile dostluk ve arkadaşlıkları oldu. Bağdat’ta Mu’tezile mezhebinin yaygın bulunduğu asrında onlara karşı ehl-i sünnet inancını savundu. Ahmet bin Hanbel ve benzerlerinin yanında yer aldı. 225/840 yılında Bağdat’ta öldü.’

TEVBESİ:

Tevbe ile zühd yoluna girişi şöyle anlatılır:

Bir gün yolda giderken üzerinde “besmele” yazılı bir kağıt buldu. Yerden alıp uygun bir yere kaldırmak istedi. Fakat öyle münasip bir yer bulamayınca kağıdı ağzına atıp yutuverdi. O gece rüyasında kendisine. “Besmele yazılı kağıda gösterdiğin saygı sebebiyle Allah senin kapalı olan hikmet kapını açtı” diye nida edildiğini işitti. Bu hadise üzerine zühd ve riyazatla meşgul oldu, takva yoluna koyuldu.

Tasavvuf yolundaki söz ve davranışları nefs, kalb ve takva konularında ağırlık kazanır. Derdi ki: “Nefsten selamet, ona muhalefet etmede, nefsin belası ise dediklerine uymadadır ” O’na göre erler iki gruptu:

Nefsini tanıyanlar, Rabbini tanıyanlar. Nefsini tanıyanlar riyazat ve mücahede ile onu ıslaha çalışır. Rablarını tanıyanlar O’nun rızası yolunda kulluk ve hizmete devam ederler. Birinciler bir dereceye ulaşalım, diye ibadet ederler, ikinciler herşeye nail oldukları halde kulluk zevkiyle ibadet ederler. Biri mücahede ile meşgul, diğeri müşahedeyle.

Mansur, Süleyman Peygamberin “Nefsine hakim olan kimse, tek başına beldeler fethedenden daha güçlüdür” sözünü sık sık tekrarlardı.

KALBLER:

Kalb konusunda şöyle konuşurdu:

“Kalbler rühaniyetin merkezidir. Oraya dünyevî bir şekk ve kötülük girecek olursa rühaniyet kaçar. Hikmet ariflerin kalbinde tasdik lisanıyla, zahidlerin kalbinde fazilet diliyle, müridlerin kalbinde tefekkür lisanıyla. alimlerin kalbinde tezekkür diliyle konuşur.” O’nun anlayışına göre ariflerin kalbleri zikirle, ehl-i dünyanın kalbleri tama’ ile, zahidlerin kalbleri tevekkül ve Hakk’a güvenle, dervişlerin kalpleri kanaatle, tevekkül erbabının kalbleri rıza ile dolu idi.

TAKVA:

Takva ile ilgili olarak şunları söylerdi: “Kulluk libasının en güzeli, tevazu ve alçak gönüllülüktür. Ariflerin en güzel elbisesi de takvadır. Halkı unutmayan, onlarla meşgul olan Hakk’ı unutur, Allah’ın zikrinden uzak kalır.”

Şeytan birini maskara etmek isteyince ona önce koğuculuk yapmayı öğretir. O kimse buna öyle sarılır ki, sonunda şeytan bile onun yaptığından utanır ve akıbetinden korkar.

Birgün Halife, Mansur’un huzuruna vardı. Halife kendisinden az ve öz bir nasihat istedi. Şu karşılığı verdi:

“Nimetin, nimeti verene isyan yolunda kullanılmaması, nimeti verenin, nimet sahibi üzerindeki hakkıdır.”

Halife Harun Reşid Mansûr’a sordu:

İnsanların en alimi ve en cahili kimdir? Mansûr şu cevabı verdi:

İnsanların en alimi, Allah’tan korkarak O’na itaat eden, en cahili de kendinden emin olarak ona isyan edendir.

Şu sözü, onun bu cevabını destekleyen bir başka rivayettir: “Günah işlediği zaman üzüntü değil, sevinç duyanların hali, günah işlemekten daha beterdir.”

Katı tabiatlı ve acımasız zahidlerden hoşlanmazdı. Onlar hakkında şöyle konuşurdu: “Asrımızın bazı zahidlerine şaşıyorum. Sohbetlerine devam edenlerden biri bir hata işleyecek olsa hemen yanlarından kovarlar, onun tevbe etmesini sağlamaya çalışmazlar. Fakat zalim tabiatlı kimselerin kendilerine verdikleri dünyalıkları almakta bir beis görmezler. Hem de binbir türlü teville. Hasbelbeşeriyye hata edenin kusuruna şiddet gösterip kendi kusurunu tevil etmenin hikmetini anlamak mümkün değil!”.

Dünyevî musibetlere sabırsızlık gösterenin din konusunda musibete uğrayacağına inanır, dünyevî arzularını terk edenin nimet peşinde koşma sıkıntısından kurtulacağını söylerdi. Diline sahip olursan özür dilemek zorunda kalmazsın, derdi.

Allah’tan gerçek anlamıyla korkanların haşyetle ürperip vecd ile titrediğini, cezbe ile ruhunu teslim ettiğini şöyle anlatırdı: Bir gece evimden dışarı çıktım, bir evin kapısının önünden geçerken şöyle bir yakarış duydum: “Allah’ım, işlediğim günahlar, emrine muhalefetten değil, nefs ve şeytanın tuzağındandır. Benim elimden tutmazsan, ben ne yapabilirim?” Bu niyazı duyunca “Eûzü Besmele” çekip “Cehennemin yakıtı taşlar ve insanlardır, görevlileri sert ve şiddetli meleklerdir.” (et-Tahrîm, 6) ayetini okudum. İçerden bir çığlık duyuldu ve niyaz kesildi. Sabah olunca öğrendim ki bu niyazı yapan genç ölmüştür. Allah’tan gerçek anlamıyla korkanların hali işte budur.

Bir gün vaaz ederken dinleyicilerden biri, üzerinde şu beytin yazılı bulunduğu bir kağıt uzattı:

“Dindar olmadığın halde dindarlıkla emrediyorsun,
Halkı tedaviye kalkışan hasta bir tabib gibi”

Mansûr, bu mısraları okuyunca şunu söyledi:

Sen benim sözüm ve ilmimle amel et, istifade edersin. Amelindeki kusurumun ziyanı sana değil, banadır. Senin kadar ben de ondan rahatsızım.

Hakk yolun yolcularını şöyle muştulardı:

Ne mutlu o kimseye ki, sabahleyin kalkınca mesleği ibadet, arzusu fakr, isteği uzlet (insanlardan uzaklaşma), himmet ve gayreti ahiret, düşüncesi ölüm, azmi tevbe ve tevbesinin kabulü, ümidi ilahî rahmete nail olmaktır.

Vaiz olduğu için aşkın çakmağını çakmak ve mayasında yanma istidadı bulunanları tutuşturmak için vesile arar ve şunu tavsiye ederdi:

“Gittiğin her yerde çakmağı çak, olur ki bir kıvılcım sıçrar da birilerini yakıverir.”

Kendi elinde tevbe etmiş, fakat sonra tevbesini bozmuş bir gence şöyle çıkışmıştı: “Bu yola girenlerin sayısını az gördün de caydın değil mi? Başka sebep göremiyorum çünkü?!..

Kendisine hitabetinin güzelliği, ifadesinin kıvraklığı, sebebiyle iltifat edilmesinden hoşlanmaz ve şöyle derdi: “Beni yol üzerindeki bir zerre kabul edin, hatta o bile değil!”

Ebu’l-Hasan eş-Şaranî anlatıyor:

Mansûr’a öldükten sonra rüyada gördüm ve sordum: “Allah Teala sana nasıl muamele buyurdu?” şöyle anlattı:

Allah Teala bana:” Halka zahidliği tavsiye edip kendisi dünyaya rağbet eden Mansûr sen misin?” diye sordu. Ben de: “Evet” dedim. “Fakat şu kadar var ki, sana hamd. Rasûlüne salevat getirilmeden yaptığım hiçbir vaazım yoktur ya Rabbi” dedim. Allah Teala: “Doğru söyledin” dedi ve meleklerine şöyle emretti: “Bunu bir kürsüye oturtun, yeryüzünde şanımı yücelttiği gibi semada da yüceltsin!”

Bir başka rivayete göre yine rüyada görülen Mansûr’a: “Allah Teala sana nasıl muamele buyurdu?” diye soruldu. O da şu cevabı verdi:

Günahlarımı bağışladı ve: “İnsanları benim zikrime teşvik ettiğin için senin pekçok günahını afvettim.” buyurdu.

Rahmetullahi aleyhi

Kaynaklar: Sülemî, Tabakatüs-süfiyye, s. 130-136; Hilyetü’l-evliya, IX, 325.331: Kuşeyri, er-Risale, l, 112-114; Keşfül-mahcüb, l, 338-339; Tezkiretü’l-evliya, s. 405-415: Sıfatüs-safve, II, 308-309; Şaranî, et-Tabakatü’l-kübra, l, 71; Netehatü’l-üns Tere. s 114-115; Tarih Bağ-dad, XIII, 71-75; el-Kevakıbu’d-dürriyye, l. 270: Tabakatü’l-evliya, s. 286-288.