Altınoluk Dergisi, 2003 – Eylul, Sayı: 211, Sayfa: 006
İnsanoğlu’nun üzerinde yaşadığı ihtiyâr dünyâmızda sosyal organizmanın en küçük hücre dokusu âiledir. Âile, insanoğlunun dünyevî huzûr ve sükûnu ile âhenk ve mutluluğu solukladığı ilk ve tek yuvadır. İnsanların olduğundan fazla görünmek kaygısı taşımadığı; her üyesinin birbirinin röntgeninden haberdar olduğu bir sevgi laboratuvarıdır. “Yuvayı dişi kuş kurar” derler. Evet, temelde kadının varlığı ve şefkatli nefesiyle oluşan âile yuvası aslında bir huzûr ve sükûn ortamıdır. Allah Teâlâ âiledeki sevgi ve güvene dayalı huzûr ve mutluluğu, kendi azametine âid bir delil, bir mucize ve âyet olarak takdîm buyurmaktadır: “Allah’ın varlığına, kudret ve kuvvetine delillerden biri de kendileriyle huzûr bulasınız ve gönül rahatlığı içinde yaşayasınız diye size kendi cinsinizden eşler yaratmasıdır. Aranıza sevgi ve şefkat duyguları koydu. Bunda düşünenler için uyarıcı ve Allah’ın varlığını kanıtlayıcı deliller vardır.” (er-Rum, 30/21)
Âile Allah’ın iki nefsi, bağların kuvvetlisi ile bağladığı bir beraberliktir. Yuvanın sevgiye dayalı bu beraberliğini Allah Rasûlü de açık bir biçimde: “Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi. Güzel koku, kadın ve gözümün nûru namaz.” (İbn Hanbel, III, 199) buyurarak ifâde etmiştir. Sevginin en çok arandığı ve harç gibi bağlayıcı görüldüğü yer âile yuvasıdır. Orada sevgiyi sürekli kılan güven ve güzel geçimdir. Sevginin yerini doldurabilecek bir başka harç olmadığı gibi sevgiyi güven kadar besleyecek başka bir besin de yoktur.
Aslında uyum, güven, saygı ve sevgiye dayalı evlilik kadar mutluluk veren bir başka beraberlik yoktur. Kadın ve erkeğin birbirine rûhen yabancı olduğu bir izdivâc kadar kötü bir birliktelik sözkonusu olamaz. Bu duruma göre mutlu bir evlilik için ikişey önem kazanmaktadır. Önce eşlerin uyumu için denkliklerinin araştırılarak birbirlerini tanımaları, ikinci olarak eşlerin güzel geçim, insan idâresi, uzlaşma, hak ve sorumluluklar konusunda belli bir bilgilenme sürecinden geçmeleridir. Bu konuda, bir takım kitaplarla nazarî bilgiler elde edilebileceği gibi, “âile okulu” gibi seminerlerle eşler bu konuda bilgi sâhibi olabilirler.
Evlenecek eş adaylarının birbirlerini her türlü kusur ve özelliklerini gizlemeden söylemeleri esastır. Ancak insanlar böyle zamanda olduğundan fazla görünme kaygısıyla bir takım kusurlarını gizlemeyi meziyet saymaktadır. Oysa selef-i sâlihin bu konuda açık yürekli davranmayı tercih ederdi. Nitekim Hz. Ömer zamanında evlenen bir adam evlenmeden önce saç ve sakalını boyatıp kendisini öyle tanıtmıştı. Evlendikten bir müddet sonra boya gidip saç ve sakalının beyazlığı ortaya çıkınca durum halifeye şikâyet edildi. Hz. Ömer: “İnsanları kandırmaya kalkan yok” diye adamı cezâlandırdı.
Bu dünyada müslümanlıktan sonra en büyük lütuf ve mazhariyet, insanın kendisiyle ülfet edebileceği uygun bir eşe sâhip olmasıdır. Böyle bir eşle hayat arkadaşı ve yoldaş olmak insan için dünya konusunda bir ünsiyet ve güvence, dinî konularda bir güç ve destektir. Nitekim İbn Abbas: “Gencin ibâdetinin evlilikle kemâle erdiğini” söylerdi. Çünkü harama düşen gönülden imân bile sökülüp atılırdı.
“Rabbımız bize dünyada güzellik ver, âhirette de güzellik ver!” (el-Bakara, 2/201) âyetindeki “dünyadaki güzelliğin” mutluluk vesîlesi bir eş olduğuna işâret edilmiştir. Ayrıca “Kadın ve erkek, inanmış olarak kim sâlih amel işlerse ona hoş bir hayat yaşatırız.” (en-Nahl, 16/97) âyetindeki “hoş bir hayat”tan murâdın iyi bir eş olduğu ifâde edilmektedir. Hattâ bu yüzden Hz. Ömer “sâlih bir hanımı dünyadan saymazdı.” Çünkü o, insânı âhirete yönlendirir, derdi.
“Rabbımız, bize göz aydınlığı olacak eşler ve çocuklar bahşet!” (el-Furkan, 25/74) âyetinde niyaz edilen göz aydınlığı, insanın kendisi için gerçek göz aydınlığına vesile olan kulluktan alıkoymayacak ve insanı o büyük kavuşmaya hazırlayacak bir göz aydınlığıdır. Allah Rasûlü’nün kendisine sevdirilen namazı göz aydınlığı olarak anması, kadını ve kokuyu bir arada sayması buna işâret sayılmaktadır.
Evlilik bir nasîb işi olmakla birlikte belli bir hazırlık zarûrîdir. Bu hazırlık safhasında ehlullahdan birinin kızına nasîhati ilginçtir: “Yavrum, doğduğun ve büyüdüğün yuvandan, kendi kuracağın yuvaya uçuyorsun. En yakınlarının yanından bugüne kadar sana yabancı olan birinin yanına gidiyorsun. Sen ona yeryüzü gibi ol ki o da sana gökyüzü olsun. Sen ona câriye ol ki, o da sana köle olsun. Ona büsbütün yapışma ki seni atmaya kalkışmasın. Uzak durma ki seni unutmasın. Kulağı çirkin bir söz duymasın, burnu kötü bir koku almasın, gözü senden bir çirkinlik görmesin!”
Eşlerin gözlerini ve gönüllerini sâdece birbirlerine açması esastır. Nitekim Allah Teâlâ Cennet hanımlarını överken onları şöyle anlatır:
“Orada bakışların, sadece eşlerine çevirmiş, daha önce ne insan, ne de cinlerin dokunmuş olduğu hanımlar vardır,” (er-Rahman, 55/56) Yani onlar başkasına bakmayan sadece kocalarını “en yakışıklıklı” gören hanımlar ve eşlerini “en güzel” gören beylerdir.
Mutlu bir yuva için evlenen erkek, hanımını idâre etmeyi öğrenmeli; hikmetli sözler, tatlı şakalar; güzel espriler ve hediyelerle eşinin gönlünü fethetmeyi bilmelidir. Hanmına karşı yumuşak davranmalı, onun lüzumsuz harcamalarını yerine göre hoş görebilmelidir. Bu ise ilim ve bilim sâhibi olmayı gerektirir. Bu davranışı ancak hikmet ve irfan sâhibi kimseler başarabilir. Cimri, kaba, hoyrat kimselerin toplum içinde huzûrla yaşamaları zordur. Böyleleri kadınları idâre edemez. Kaba davranan ve cimrilik yapan kimse hem acı verir, hem acı görür. Hem eziyet çeker, hem eziyet çektirir. Hem günaha girer, hem günaha sokar. Kadınların duygusallığını yumuşaklıkla, bilgisizliğini tecrübe ve ilimle aşmak mümkündür. Erkek hoşgörüden uzak, câhil, kaba ve akılsız ise karşılıklı kabalık ve sertlik ortaya çıkar, bu da yuvadaki huzûru bozar, nefreti körükler. Yumuşaklık ve hoşgörü ise gönüller fetheder, en zor insanları idâre eder.
“Er” kişi, hanımının ezâsına, cevr u cefâsına âhirette göreceği ecri düşünerek katlanır. Çünkü insanların hatâ ve kusurlarına sabretmek kişiyi olgunlaştırır ve yüceltir. Nitekim Yûnus Peygamber’in âhiret ecrini düşünerek kendisine hakaretler yağdıran eşine katlandığı nakledilmektedir.
Yine tasavvuf ricâlinden Ebu’l-Hasan Harakânî için de benzer şöyle bir kıssa nakledilir: Harakânî, İslam filozoflarından İbn Sinâ ile çağdaştır. İbn Sinâ, Harakânî’nin şöhretini duyup kendisini tanımak ister ve Harakan’a gelir. Şeyhi evinde bulamaz. Kendisini karşılayan Harakanî’nin eşi ona: “O sahtekâr zındığı ne yapacaksın?” diye başlayarak bir sürü hakaret dolu sözler eder. Bu arada şeyhin orman tarafına oduna gittiğini söyler. İbn Sinâ orman tarafına doğru giderken dönmekte olan Harakanî ile karşılaşır. Ama ne görsün, Harakanî odunları bir arslanın sırtına yüklemiştir. İbn Sinâ: “Ey üstad bu ne hâl böyle?” deyince Harakanî: “Biz evdeki arslanın kahrını çekince dağdaki arslan da bizim kahrımızı çekiyor” diye karşılık verir.
Erkeğin, hanımının bir takım çıkışlarına ve ölçüsüz davranışlarına gösterdiği tahammül, verdiği ezâya sabır karşılığında âhirette ecir kazanacağını düşünmesi insanın davranışlarını ölçülü hâle getirmektedir.
Evlilik yukardaki âyette belirtildiği gibi bir yuva için mutlu yuva da insan neslinin devâmını, sağlayan yavrular içindir, Kur’an’da Zekeriyâ Peygamber’in duâsı ile karısının doğuma elverişli hâle geldiği ve Yahya (a.s.)’ı doğurduğu ve bunun bir lütfî ilâhî olduğu anlatılarak (bk. el-Enbiyâ, 21/89-90) yuvada çocuğun önemine de dikkat çekilmiştir. Selef, nesillerin devamı için çocuk sâhibi olmak üzere evlenirdi. Çocukları yaşarsa Allah’ı zikretmesini; ölecek olursa yüklerini hafifletip şefaatçi olmasını dilerlerdi. Nitekim Allah Rasûlü buyurur: “Sabî çocuk, anne-babasının boyunlarından tutarak cennete götürür.” (bk. İbn Mâce, Cezâir, 58; İbn Hanbel, V, 241)
“Ona malı da kazandığı da fayda vermedi” (Tebbet, 111/2) Bu âyette “kazandığı” ile kasd edilen çocuklardır. Allah yolunda harcanan mal, nasıl fayda veriyorsa çocuk da aynen öyle fayda verebilir. Nitekim Allah Rasûlü: “Kişinin kazandıklarından biri de çocuğudur. Yediği rızkın en helâli kendi kazancından yediğidir.” (Nesâî, Büyû, 1; İbn Mâce, Ticâret, 1; Dârîmî Büyû, 6; İbn Hanbel, VI 31, 42, 127, 193) buyurmaktadır. Âile yuvasında mutluluğun temeli, kurulacak ilişkiye bağlıdır. Otorite ve tahakküme bağlı âile yuvasında otoriter baba ve otoriter koca anlayışı vardır. Fertlerin şahsiyetlerini zedeleyen bu tür bir model artık yerini Nebevî usûldeki rehber ve hizmetkâr âile reisliğine ve babalığa bırakmaktadır. Aslında bizim kültürümüzde oğula “mahdûm”; yani hizmet sunulan, kıza kerime; yani ikram edilen denmesi “hizmetkâr âile” reisliğinin târihen varlığına delildir. Öyleyse hizmet merkezli diğergâm, fedâkar bir âile mutluluğudur aslolan.12