Ebedî risâlet güneşi, dünyanın doğudan batıya, kuzeyden güneye korkunç bir karanlık içinde kıvrandığı; insanlığın insanlığından utandığı; kulakların rabbânî bir sese hasret çektiği; gönüllerin aydınlanacak bir nur aradığı bir dönemde doğdu. O’nun ebediyete uzanan ışığı, âlemlere rahmet oluşu gibi, sonsuzluk ufkunu kucaklıyordu. Hakk Teâlâ O’nu “Nebilerin sonuncusu”[1] olarak nitelerken nübüvvet ve risâletinin kıyamete dek süreceğini teminât altına almış bulunuyordu. O’nun “üsve-i hasene”[2] özelliği, nesiller boyu aynadan aynaya in’ikâs eden ışık gibi devam edecek, güzel ahlâkı, tebliğ ve risâlet heyecanı da dâima ileri ufuklara yönelecektir. Çünkü O, “Allah’ın dâvetçi olarak gönderdiği bir peygamber”di.[3] “Hakk’ın yoluna hikmetle ve güzel nasihatle davet etmesi istenen”[4] çağlar üstü bir rehberdi.
O’nun yirmi üç yıl boyunca yılmadan, durup dinlenmeden yaptığı dâvet ve tebliğ sonucu veda haccında etrafında 125.000’e varan bir sahâbî kitlesinin toplandığını görüyoruz. Bu yüz yirmi beş bin kişilik muazzam kitleden sâdece 15.000 kadarının kabrinin Mekke ve Medine’de; diğerlerinin Hicâz bölgesinin hatta Arabistan yarımadasının dışında bulunması düşündürücüdür. Geniş sahâbî kitlesinin Asya içlerine, Avrupa önlerine ve Afrika ortalarına kadar koşmasının sebebi, O’ndan aldıkları “dâvet sorumluluğu” ve tebliğ tutkusudur. Çünkü O, vedâ haccında îrâd buyurduğu hutbesinde önce mesajının temel esaslarını şöyle vaz’ediyor ardından onlara şu sorumluluğu yüklüyordu:
“Şüphesiz kanlarınız, mallarınız, ırz ve nâmusunuz, şeref ve haysiyetiniz; şu gününüz, şu beldeniz ve şu ayınız gibi mübarek ve haram kılınmıştır. Rabbinize kavuşacaksınız ve yaptıklarınızdan sorulacaksınız. Sakın benden sonra birbirinizin boynunu vurarak küfre dönmeyin. Dikkat edin burada bulunanlar, bulunmayanlara sözlerimi ulaştırsın umulur ki sözlerim kendilerine ulaştırılan bazı kimseler sözümü işiten bazı kimselerden daha iyi anlayıp kavrayabilir.” Bu dâvet sorumluluğu yükleyen sözlerinin ardından:
-“Tebliğ ettim mi?” diye soruyor. Ardından:
-“Evet.” cevabını alınca:
-“Şahid ol ya Rab!” diyerek Hakk’ı şâhid tutuyordu.[5]
O, nübüvveti sırasında çağının şartlarına göre çok mütekâmil sayılacak bir dâvet yöntemi geliştirdi. Başta Bizans kayseri ve İran kisrâsı olmak üzere Mısır, Bahreyn, Habeşistan hükümdarlarına, Yemen, Umman, Gassan ve Yemâme meliklerine elçilerle mektuplar gönderdi. Onları İslâm’a dâvet etti. Bu mektuplarda işlenen ana tema, insanları yeni gelen Hak dine davet edip: “İslâm ol, selâmet bul!” mesajı vermekti. O’nun dünya meliki olmak, dünya saltanatına kurulmak gibi bir amacı yoktu. O’nun derdi insanların putpereslikten kurtulmasıydı. Nitekim Yemâme melikine yazdığı mektubunda besmeleden sonra şunları söylüyordu:
“Allah’ın peygamberi Muhammed’den Hûze b. Alî’ye! Doğru yolda gidene selam olsun. Bilmiş ol ki Rabbım İslâm dinini yakın zamanda dünyanın uzak ufuklarında parlatacaktır. Ey Hûze, Müslüman ol ki kurtuluşa eresin. Ben de hâkimiyetin altındaki memleketi senin emrine vereyim.”[6]
Büyük Peygamber’e yakışan, büyük düşünmek ve ileri ufukları görmek ve ümmetine ileri ufuklar göstermektir. Hendek savaşı sırasında kayaya vurduğu kazmasından sıçrayan kıvılcımları Roma ve Bizans’ın fethine işaret sayması bu ileri ufkun bir boyutuydu.
Ashâb-ı kiram O’ndan aldıkları hız ve heyecanla ülkeler ve kıtalar aşarak “İslâm”la insan arasındaki engelleri kaldırmışlardır.” Nitekim Orta Asya’da bulunan pek çok sahâbî kabri buna delildir. Hz. Peygamber (s.a.)’ in amcasının oğlu olan Kusem b. Abbas’ ın Medine’ye binlerce kilometre uzakta bulunan Özbekistan’ da ne işi vardı? Arabistan ona dar mı gelmişti? Atlarına yaylak, develerine kışlak mı lâzımdı? Yoksa çoluk çocuğunun nafakası mı yoktu? Hayır, bunların hiç birisi değil. Onu Arabistan’ dan Orta Asya’ya getiren güç, sâdece iman gücü, tebliğ ve dâvet heyecanıydı. Halkı Hakk’a davet arzusuydu. Sonunda ebedî cennet muştusuydu. Hz. Peygamber’ in gönüllerin İslâm nuruyla aydınlanmasına vesile olma konusundaki teşvik ve müjdesiydi. Veda hutbesini dinleyenlerin bu mesajı dinlemeyenlere ulaştırma kaygısıydı.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)’ in Hz. Ali’yi Hayber kalesinin fethi için görevlendirirken söyledikleri, çağları kucaklayan bir mesaj niteliğindedir. Hz. Peygamber buyurmuştu ki: “Onlara yavaşça sokul, yanlarına in, sonra onları İslâm’a çağır ve İslâm esaslarını onlara anlat! Yâ Âli, şunu bil ki, Allah’ın senin sâyende tek bir kişiye hidâyet nasib etmesi, kızıl develerin sana verilmesinden daha iyidir.”[7]
Hz. Peygamber’in irşâd ve dâvet ufku; gönüllerin İslam’ a açılmasına vesile olma arzusu dâima ebedi risâletin bir gölgesi gibi çağları kucaklamıştır. İslâm ümmeti, bu şerefli hizmeti gerçekleştirmek için müesseseler kurmuşlardır. İlmi donanımlarla insanlara hakkı anlatıp hidâyet ufuklarını açan medreseler, irfan ile gönüllere nüfuz edip kalbleri İslâm’ la buluşturan tekkeler, medrese ve ordunun önündeki sûri engelleri kaldırıp onların rahat çalışmasını sağlayan ordu ve askerî teşkilâtlar. Bu üç kurumun üçü de ebedî risâletin hizmetindedirler, gönüllerin hidâyetine vesile olma amacındadırlar. Bu üç kurum, bir bakıma aralarında görev bölümü yaparak hem beldeleri, hem de gönülleri fethetmişlerdir. “Cihâd erleri” olan ordu mensupları bazan önceden gidip beldeleri fethederek İslâm’ın yayılmasına engel mânileri ortadan kaldırmış, “gönül erleri” de onların açtığı yoldan girerek halkın gönlünü İslâm’la buluşturmuşlardır. Bazan da tekke mensubu gönül erleri önceden gidip gönülleri fethetmiş, ardından ordu mensuplarının kolayca o beldeye hâkim olmasını sağlamışlardır. Medrese mensubu “ilim adamları” hak ve adaleti tevzî edecek kaza mercileriyle idarecileri yetiştirerek halkın sosyal hayatta ve dinî konulardaki müşkillerini halletmişlerdir.
İslâm’ın tebliğ ve Hz. Peygamber’den kalan dâvet görevi, genellikle tekke mensubu mutasavvıfların uhdesinde kalmıştır. Özellikle siyâsî otoritenin zaafa uğradığı dönemlerde tekke ve tasavvuf muhitlerinin etkinliği daha bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bağdad’ daki Abbasi hilâfetinin siyâsî nüfuzunun kalmadığı yıllarda Abdülkadir Geylânî, (0.561/1165) Ahmed Rifâî (ö. 575/1182) ve Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) gibi gönül adamlarının halk arasında gördükleri rağbet oldukça yüksektir. Hz. Peygamber’ den Ahmed Yesevî’ye uzanan “ebedî risâlet” Ahmed Yesevî ile yeni bir boyut kazanarak yeni bir dünyaya girmiş bulunuyordu.
Ahmed Yesevî’nin içlerinde yaşadığı Orta Asya Türk dünyası, tâ Hz.Ömer devrinde müslümanları ve müslümanlığı tanımış ve bağrından pek çok mutasavvıf ve gönül eri, ilim ve fikir adamı çıkarmıştı. Buhara ve Semerkant hicrî II. Asır’dan itibaren ilim ve irfan merkezi hâline gelmişti. “Horasan diyarı” olarak bilinen, İranlılar ile Türklerin müştereken yaşadıkları bölge, mutasavvıflar için münbit bir arâzî durumundaydı. Horasan asıllı mutasavvıflardan İranlılar bulunduğu gibi, Türkler de vardır. Nitekim Ahmed Yesevî’den yaklaşık elli yıl sonra vefat etmiş bulunan Yakut el-Hamevî (ö. 626/ 1228), Mu’cemul-Buldan (Beyrut 1397/ 1977, II, 350 vd.) adlı eserinde Horasan bölgesinin Irak-ı Acem’den Hindistan’a kadar uzanan İran, Türkistan ve Afganistan bölgelerini içine aldığını belirtirken ünlü Arap dilcisi Câhız, Feth b. Hakan’ dan naklen “Horasanlılar ile Türkler’in kardeş olduğunu ve aynı memlekette yaşadığını” söylemektedir.[8]
Ahmed Yesevî, Türkler arasından yetişen din âlimleri ve mutasavvıfların ilki değildir, “Kütüb-i sitte” müelliflerinden İmam Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud ve Neseî Orta asyalı, olduğu gibi, Abdullah b. Mübarek de Türk muhaddis ve mutasavvıfıdır. Ne var ki bu ilk Türk- İslâm âlimleri, eserlerini o günün ilim dili olan Arapçayla yazmışlardır. Ahmed Yesevî’nin öncekilerden farkı, Türkçe konuşup Türkçe yazmasıdır. İranlı ve Farsça konuşup yazan Yusuf Hemedânî gibi bir üstadın talebesi olmasına rağmen, irşad ve tebliğ dili olarak içlerinde yetiştiği halkın dilini, Türkçe’ yi seçmesidir. Türkçe yazdığı san’ at endişesinden uzak, didaktik (tâlîmî) bir mâhiyet arzeden “hikmet” lerinden oluşan divanı, Türk halkı tarafından pek sevilmiştir. Yunus Emre gibi güçlü temsilcileri vâsıtasıyla Anadolu ve Balkanlarda ‘Tasavvufî Halk Edebiyatı” veya ‘Tekke Edebiyatı” adıyla bir edebi-tasavvufi akımın öncüsü olmuştur. Sağlığında olduğu gibi, vefatından sonraki dönemde tesir ve nüfûzu, genellikle hikmetleri ve halifeleri sayesinde olmuştur. Beldelerin fethinden (fütûhu’l-buldan) önce kalblerin fethine (fütûhu’l-kulûb) çalışan derviş ve halifeleri, onun adını ölümsüzleştirmiştir. İyi bir eğitim görmüş olan Yesevi, Arapça, Farsça ve Türkçe biliyordu. Halkla Türkçe konuşuyor, bu yüzden etrafında da Türk halkı toplanıyordu. Ahmet Yesevî, “Hikmet” tarzında yazdığı şiirleriyle, vaaz, sohbet ve zikir meclisleriyle türkler arasında şu hizmetleri gerçekleştirdi:
1-Sağlam bir din bilgisi ve sevgisi sağladı,
2-Tasavvufu benimsetti,
3-Ehl-i sünnet akidesine bağlılığı gerçekleştirdi,
4-Şeriat ve tarikat arasını telif etti,
5-Türkçenin din ve tasavvuf dili olmasını sağladı,
6-Halka ilahi aşk ve sevgiyi öğretti,
7-Bağlılarına ileri ufuklar gösterdi.
l- Sağlam bir din bilgisi ve sevgisi sağladı:
Tasavvufun esası şeriat; yâni dindir. Sağlam bir din bilgisi ve sevgisi aynı milleti oluşturan ferdlerin ortak vasfıdır. Ahmed Yesevî, bir Allah adamı olmanın gereği kendini önce sağlam bir şeriat hâdimi görmüş, Kur’an ve Sünnete dayalı dînî bir hayatın savunucusu olmuştur. Çünkü ebedi risâletin ve dine dâvetin temel şartı budur. Nitekim O:
Mini hikmetlerim fermân-ı Sübhân
Okup oksang heme ma’nî-i Kur’ân
Mini hikmetlerim kân-ı hadistir
Kişi bûy iltmese bilgil habistir
beyitleriyle Yesevî, halka Kur’an ve sünnete dayalı sağlam bir şeriat bilgisini vermeye çalıştığını ifâde etmektedir.
2- Tasavvufu benimsetti:
Tasavvuf, İslâm’ı gönüle sindirerek yaşama biçimi; eğitim usûlü ve tebliğ üslûbudur. Tasavvufu dinden ayrı, dini tasavvuftan uzak görmek Ahmed Yesevî’ nin ve genel anlamda mutasavvıfların görüşüne uygun düşmez. Mutasavvıflar, bir bakıma Hz. Peygamber’in tebliğ ve irşâdaki vârisleridir.
Bismillah dip beyân eyley hikmet aytıp
Tâliplerge dürrü güher saçtım muna
Riyâzetni katığ tartıp kanlar yutup
Min defter- i sânî açtım muna
Bu sözler onun ahlâk ve tasavvufu sevdirmeyi, bunlar için gerekli olan riyazatı öğretmeyi amaçladığını göstermektedir.
3- Ehl-i sünnet akidesine bağlılığı gerçekleştirdi:
İran’ dan esen Şia rüzgarına karşı Ahmed Yesevî, son derece duyarlı idi. Onun bu duyarlılığı, sünnet çizgisi dışındaki bütün görüşler için geçerliydi. Çünkü tasavvufta “Gökyüzünde bağdaş kurup oturabilecek bir keramete sahip kimsenin davranışları sünnete uygun olmadıkça kabul edilemezdi.” Nitekim Yesevî:
Tingri Teâlâ sözin, Rasûlullah sünnetin
İnanmağan ümmetin, ümmet dimez Muhammed
Gerek Yesevî ve gerekse hocası Hemedâni, sünnî ve hanefi idiler.
4- Şeriat ve tarikat arasını telif etti:
Şeriat ve tarikatın uygunluğu konusu, başlangıçtan beri tartışılagelmiş bir husûsdur. Özellikle “Batınîlik” fırkasının ve ardından bir takım ibâhîlerin ortaya çıkması, tasavvuf erbabının da bazı kesimler tarafından adetâ müşâhede altına alınması gibi garib bir sonuç doğurmuştur. Tarikatta ölçü ve temel esas şeriattır. Özellikle Kuşeyrî ve Gazzâlî’den sonraki mutasavvıflar bu konuda daha duyarlı davranmışlardır. Bu yüzden Ahmed Yesevî, bazı tarik çevrelerinde görülebilen garip ve sapık fikirleri özellikle eski İran ve Hind düşünce sisteminden gelmiş, ya da gelmesi muhtemel düşünceleri İslâm şeriatıyla tartmayı ve şeriata uymayanları reddetmeyi prensip edindi. Derdi ki:
Post-i iman şeriattır, mağz-ı tarik
Tarik kirgen Hak’ dan ülüş aldı dostlar
Şeriatge rast muvafık tarikatnı
Meşâyıhlar tarika-i bî- hod dirler
5-Türkçe’ nin din ve tasavvuf dili olmasını sağladı:
Ahmed Yesevî’ nin Anadolu ve Orta Asya’ da en önemli hizmeti, Türkçe konusunda gösterdiği titizliktir. Türkçe konuşup yazan ilk tarikat kurucusu olması sebebiyle Türk halkının diline sahip çıkmış ve kendisinden sonraki takipçileri sayesinde Türkçenin din ve tasavvuf dili olmasını sağlamıştır. Belki Ahmed Yesevî, Türkçe yazmasa Yunus yetişmeyecek, Türkçe tekke dili olamayacaktı.
Yesevî’den sonra onun açtığı çığırda tasavvufi halk edebiyatı şairleri yetişti. Yunus, Eşrefoğlu ve diğerleri O’ nun hazırladığı ortamda neşv ü nemâ buldu.
6-Halka ilâhî aşk ve sevgiyi öğretti:
Filozoflar insanı “hayvân-ı nâtık” diye tanımlarken mutasavvıflar “hay-van-ı âşık” diye tarif etmekte ve insandaki en önemli özelliğin aşk ve sevgi olduğuna dikkat çekmektedirler. Sevginin serpilip gelişmesi, ona uygun ortam ister. Yesevî, türk insanının fıtratının derinliklerinde bulunan ancak bulunduğu ortam itibarıyla ortaya koyamadığı sevgi cevherini meydana çıkardı ve onları sevgi ocağında yaktı, yetiştirdi.
Işıksızların hem canı yok, hem îmânı,
Rasûlüllah sözün aydın mânâ kânı
Aşksız kişi, âdem irmes anglasangız
Bî- muhabbet şeytan kavmi tınlasangız
Yesevî, sevgiyi bütün yaratıklara teşmîl ediyor, kâfire bile sevgi ile bakmanın sünnet olduğunu söylüyordu:
Sünnet imiş, kâfir bolsa birme azar
Köngli katığ dil-âzârdın Hudâ bi- zâr
7- Bağlılarına ileri ufuklar gösterdi:
Ahmed Yesevî, ebedî risâletin çizdiği sonsuzluk ufkunu kuşatan engin gönlüyle mürid ve müntesiplerini dâima ileri ufuklara yönlendirirdi. O günün şartlarında “daru’l- cihâd” olarak bilinen Anadolu ve Rumeli, Yesevî’ nin davet ufkuydu. Anadolu’ nun İslâmlaşma ve Türkleşme sürecinde Yesevî’nin gönderdiği halîfelerinin ve daha sonraki Yesevîlik mensuplarının müstesnâ bir yeri vardır. Selçuklu devletinin Anadolu kapılarını açması, Anadolu Selçukluları devleti, onun ardından Beylikler dönemi ve nihayet Osmanlı bu zeminde gelişti. Osmanlıyı Osmanlı yapan üç kurumdan biri olan tekkenin ilk mensupları ya Yesevî dervişi, ya da Horasan menşeli.
Yesevî’ nin ebedî risâlet çizgisindeki en bariz vasfı herhalde bu özelliği olsa gerektir. Türkler Ahmet Yesevî’den bir kaç asır evvel İslamiyeti kabul etmeye başlamışlardı. Onun sayesinde müslümanlık, Arapça ve Farsça bilmeyen Bozkır Türkleri ve göçebe halk arasında yayılma imkanı buldu. Onun yetiştirdiği binlerce mürid ve müntesibi (menkıbelere göre 99.000 müridi ve 12.000 kâmil ehl-i suffesi vardı) onun emriyle “darü’l-cihad” olarak bilinen Anadolu’ ya ve Balkanlara koştular. Kafkasya ve Suriye’ ye yerleştiler, İslamın o bölgelerde de yayılmasına katkıda bulundular. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde, Tarihçi Âlî Künhül-ahbâr adlı eserinde, Balkanlar’da ve Anadolu’da tekke açıp irşad yapan ve türbeleri bilinen on üç kadar Yesevî mensubundan bahsetmektedirler.
1. Niyâzâbâd’da Avşar Baba,
2. Bozok’ ta Emir- i Çin Osman,
3. Tokat- Zile’ de Şeyh Nusret,
4. Tokat’ ta Gajgaj Dede,
5. Merzifon’ da Pir Dede,
6. Nevşehir’ de Hacı Bektaş Velî,
7. Bursa’ da Geyikli Baba,
8. Bursa’da Abdal Musa,
9. Unkapanı’nda Horos Mehmed Dede,
10. Bulgaristan-Varna-Batova’ da Akyazılı Baba,
11. Bulgaristan-Filibe yolu üzerinde Kıdemli Baba Sultan,
12. Bulgaristan-Silistre ve Lofça’ da Sarı Saltuk,
Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Anadolu’ya gelen Alperenler’ in ekserisi Yesevi, ya da Bâbâî dervişiydi. Yesevî mensuplan diğerleri gibi Anadolu ve Balkanlar’ın dînî dokusunu oluşturdular. Yesevîlik, XV. asırdan sonra aynı koldan ayrılan ve prensipleri birbirine yakın Nakşibendîlik aracılığıyla tesirini ve dini kimliğimizdeki izlerini sürdürmüştür. Yûsuf Hemedânî’nin halifesi olan Yesevî, Yeseviliği; Abdülhâlık Gücdüvânî de önceleri Hâcegâniyye denilen Nakşibendiliği sürdürmüştür. Nakşî tarikatının şeyhi Muhammed Bahâeddin Buhârî’ nin şeyhleri arasında bir Yesevî şeyhinin de bulunması bu iki tarikat arasındaki yakınlığın devamı sayılmalıdır.
Yesevîliğin bir kolunun da Bektaşilik şeklinde devam ettiği, Hacı Bektaş Veli’ nin bizzat Yesevî halifesi olmasa bile, Lokman Perende vasıtasıyla ona bağlı bulunduğu Bektaşi velâyetnamelerinde belirtilmektedir. Tarihi açıdan irtibatları pek kesin bilinmeyen Bektaşi ve Yesevi ilişkisi, bazı delillerle kanıt-lansa bile, Bektaşiliğin daha sonra bozularak Yesevilik izlerinden çıktığı görülmektedir.
Bir milletin kimliğini dokuyan en önemli unsurlardan biri de dildir. Dil en önemli kültür, sanat ve iletişim aracıdır. Dilin gelişmesi, milletin kendine güvenini artırır, Ahmed Yesevi hazretleri bu konuda da Müslüman Türk kimliğini dokumuştur. Yûsuf Has Hâcib ve Kâşgarlı Mahmûd’dan sonra Türkçe yazan ilk Türktür o.
İran ve Arap edebiyatının tesiri altında daha sonraları gelişecek olan “Divan” edebiyatımızdan çok önce Ahmed Yesevî, “didaktik” mahiyette halkı irşad için şiirler ve ilahiler yazmıştır. Bunlar gerek şiir ve söz olarak, gerekse ilahî tarzında besteli olarak okunarak Tasavvufi Halk Edebiyatını, Tekke Edebiyatını oluşturmuştur. Bu hikmetler sayesinde halk, hem şeriatı, hem tarikatı, hem de tarikat adabını öğrenmiş, kültürünü onlarla genişletmiştir. Hikmetlerde iki boyut vardır:
1) Dîni (İslâmi),
2) Millî (Vezin).
Yûnus Emre’ nin geliştirdiği tarz Yesevî’nin açtığı yoldur. İlahî, hikmet ve diğer edebî mahsûllerin milli hars ve heyecanımızı devam ettirmede ne kadar müessir olduğunu uzun uzun izaha bilmem gerek var mı?
Batı, kültür üstünlüğünü ve en gelişmiş ülkelerdeki sömürge düzenini kendi dilini öğretmek için kurduğu okullara borçludur.
Osmanlı’nın devlet idaresine, yabancı unsurlardan İslami eğitimle eleman yetiştirmek üzere geliştirdiği devşirme ocaklarını iyi incelemek lâzım. Batı bunları bugün bir silah olarak bize karşı yabancılaştırma aracı olarak kullanmaktadır. Türk toplumuna dil ve okul aracılığı ile yabancı kültür girmekte ve sonuçta kimlik bozulmaları ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden yabancı dille eğitiminyeniden gözden geçirilmesi gerekir. Çünkü acem kılıcı gibi, iki tarafı-da keskin bir olaydır yabancı dille eğitim.Yesevî vatan toprağının korunması konusunda da millî kimliğimize ilk imzayı atanlardandır. Vatanın kültürel kirlenmişlikten korunması ve vatan sathında başka kimliklerin yayılmasına izin verilmemesi, milli bünyeyi koruyan unsurlardandır. Vatan toprağı olmadan millet ve devlet olunamaz. Yesevi, Türklere yeni yurt, yeni vatanlar edinmeyi, gittikleri yerleri İslamlaştırmayı öğretmiş ve bu sayede bugün geniş bir milli coğrafya meydana gelmiştir.
[1] el-Ahzâb, 33/40
[2] el-Ahzâb, 33/21
[3] el-Ahzâb, 33/46
[4] en-Nahl, 16/25
[5] Buhârî, Hac, 132, Müslim, Kasâme, 29
[6] Tecrid Terc. XII, 394
[7] Buhâri, Fazâilü’l-ashâb. 9; Meğâzî, 38; Cihâd, 102, 143; Müslim, Fazâilü’s- sahabe, 34.
[8] Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 42