Altınoluk Dergisi, 1993 – Mart, Sayı: 085, Sayfa: 032
Uzun boylu, buğday benizli, gökçek yüzlüydü. Gözünün beyazında bir miktar kırmızılık vardı. Havf ve haşyeti galip, daimi huzura malik bir gönül sultanıydı.
Asıl adı Muhammed’di. Günaha düşmekden ve şüphelilere yaklaşmaktan çok sakındığı için “Ma’sum” ikabıyla anılırdı. İmam-ı Rabbani’nin yedi oğlundan üçüncüsüdür. Babamdan sonra, ilim, marifet takva ve yakîn açısından onun yerine en layık olanı olduğundan halefi oldu. Akranları ve tanıyanları kendisine “el-Urvetü’l-vüska” (sağlam kulp) lakabını vermişlerdi.
1007/1598 yılında Serhind’de doğdu. İlk dînî ilimleri önce ağabeyi muhammed Sadık’tan, daha sonra da babasından okudu. Muhammed Tahir el-Lahorî de hocaları arasındadır. Üç ayda Kur’an’ı ezberleyebilecek bir hafızaya sahipti. Babasının ders ve sohbetlerinin aralıksız müdavimiydi. Çok kısa sürede İmam-ı Rabbani’nin müntesibleri arasında temayüz etti. Babası ondaki bu fevkaladeliği sezerek büyük manevi makamlara ereceğini müjdelemişti. Babasının vefatından sonra irşad makamına oturdu. O zaman henüz yirmi yedi yaşlarında bir gençti. Gençliğine rağmen halinin kemali herkesçe müsellemdi. Bir ara hac için Hicaz a gitti Bir sure Medine-i Münevvere’de mücavir olarak kaldı ise de tekrar memleketine döndü. Ömrünün kalan kısmını ders ve irşadla geçirdi. Ders olarak genellikle Beyzavi Tefsiri, el-Mişkat ve el-Hidaye gibi fıkıh ve hadise dair muhtelif eserler okuttu.
Babası gibi, ilim ve tarikat yolunda pekçok hizmetlerde bulundu. Bid’at lerle mücadele etti Yüzbinlerce kişiye inabe verdi. Binlerce halife yetiştirdi. Delhi dergahı bütün İslam dünyasınca meşhur oldu. Arap, Acem, Türk, Tacik pek çok kimse bu ocaktan yetişti. Şeyh Seyfeddin, Şeyh Mirza, Mazhar-ı Can-ı Canan buradan yetişenlerdendir. Nakşbendiyye’nin Müceddidiyye kolu, zamanla Hindistan, Türkistan ve Horasan bölgesinin en yaygın ve en etkili tarikatı haline geldi Bu yüzden bazıları Şeyh Muhammed Masum hakkında “Kıt’aların ve ülkelerin kandili, Hindistan dan Anadolu’ya yeryüzü onun fazl ve bereketiyle aydınlandı” demektedir.
İmam-ı Rabbani’nin Mektübat’ ına benzer tarzda ilahî sırlardan ve tasavvufî inceliklerden bahseden üç cildlik Mektübat’ı vardır. Bu eseri, Müstakimzade Sadeddin Süleyman tarafından Türkçe ye çevrilmiş ve İstanbul’da (1277 H ) basılmıştır.
Muhammed Ma’sum 1079/1668 yılında Serhind’de vefat etti Orada medfundur
İmam ı Rabbanî, oğlu Muhammed Ma’sum’la tefe’ül eder Onun doğumunun kendisine hayır getirdiğini söylerdi. Çünkü şeyhi Muhammed Baki Billah île buluşup karşılaşması, Muhammed Ma’sum un doğumundan hemen sonraydı. İmam-ı Rabbani bu yüzden ona özel bir ilgi duyar ve. “Oğlum sende asalet eserleri var. Senin hilkatinde nur-ı Muhammedi’nin hilkat çamurundan bir eser, bir bakiyye mevcut’ diye iltifatta bulunurdu. Vefatına yakın sırada oğluna “Bende tasavvuf ehline aid ne varsa hepsini sana verdim. Seninle olan alakam, tasavvuf ve tarikat sebebiyledir. Şimdi onu da sana emanet ediyorum ” diyerek onu yerine halef bıraktı.
Nefs ve Fena Hali:
Sordular
– Tasavvuf yolunun yolcularına şeytan sataşır mı’? Şunu söyledi:
-Bu konuda en sağlam ölçüyü Abdulhalik Gucduvani veriyor “Şeytan, Maneviyat yolunun yolcusuna fenaya ermedikçe öfke anında sırayete yol bulabilir. Fakat nefsini fenaya erdirmiş bir kimsede öfkenin yerini gayret, yanı kıskançlık ve düşkünlük alır. Gayret, şeytanı kaçırtır.
“Fena” halini şöyle anlatırdı. Fena hali gelince zat tecellisi arifin bütün benliğini sarar Kul, kendi fiil ve sıfatlarını Hakk’ın fiil ve sıfatları olarak görmeye başlar, kendi fiil ve sıfatlarını hatta zatını görmez olur. Böylece fenaya eren kimse, ikinci bir doğumla kendisine bağışlanan bir varlıkla var olur. Bu vasıflarla “hakkalyakîn”e ulaşana İslamın güzelliği açılır. İslam’ın güzelliğine eren de hayretten, dehşetten ve şaşkınlıktan kurtulur .
Takva ve Arınma:
Takvayı bir arınma işi olarak görürdü Hakk’tan başka şeylerden, masiva kirinden temizlenmedikçe takva gerçekleşmezdi. İç alemde ne göze gelen bir mana ve ne de bir iz kalmamalı ki, “Her şeyden kesilip sadece Allah’a yönel!” (el-Müzzemmil, 73/8) ayetinin sırrı tecelli etsin. Böylece kul kendinden geçer, halk ve emir alemiyle bağlantılardan soyutlanır. “Ey iman edenler, gerçek anlamı neyse o şekilde takva sahibi olunuz.” (Al-i İmran, 3/102-103) ayetinde Allah Teala adeta şöyle buyuruyor: Ey zahiri halleriyle müslüman olanlar, Allah a göre “ağyar olan şeyleri bırakın Tertemiz olarak Allah’a koşun Oyalayıcı, bağlayıcı şeylerden kaçın Nefs bağından da kurtularak gerçek hürriyete kavuşun. Bu öylesine bir yöneliş olsun ki, halk alemindeki vücudunuzdan ve emr aleminden olan hususiyetinizden eser kalmasın. Ayetin devamında “Ancak ve ancak müslüman olarak olunuz!” buyurulmaktadır. Ya ölmeden evvel ölmek sırrına ereceksin, ya da müslüman olarak ölmeye çalışacaksınız. Hakiki İslam, tam bir teslimiyete ermektir. Bu ayette tam bir teslimiyetle manen olmuş olmaya fani arzulardan soyutlanmaya teşvik vardır. Bunlar sürekli olmalıdır Böyle ölmeden evvel ölmek sırrı şimşek gibi gelip geçici olursa, tesiri daimi olamaz “Toplu olarak Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” şeklinde devam eden ayet Kur’an’a ve onun uygulayıcısı Hz Peygamber (s a) e bağlılığı emretmektedir.
Şühüd veya Müşahede
Muhammed Masum bu konuda şunları söylerdi. Büyükler müşahede halinden yana gözlerini yummuşlardır. Onlara göre vuslat hayaldir, bu yüzden gayb ile yetinir ve bunu bin müşahededen üstün tutarlar. Gayretlerini kulluğa teksif ederler. İmama yetişip ilk tekbiri onunla almayı, bin kere tecelliye ermekten daha güzel sayarlar, zuhurattan ileri görürler. Huzur ve huşu içinde secde yerine bakmayı şühuddan ve müşahededen hoş bulurlar.
Sevgi Üstüne
Mektubat’ında çok ince konuları, nezih bir üslub içinde anlatan Muhammed Ma’sum gerçek sevgiyi sevenle sevilen arasındaki ilişkiyi şöyle anlatmaktadır. “Sevgilinin sevgiliye nimet vermesi de aç bırakması da bir olmalıdır. Seven, sevdiğinin in’amından da, acı vermesinden de zevk almalıdır. Hatta sevgilinin acı vermesi, nimet vermesinden daha hoştur. Çünkü nimette sevenin menfaati söz konusudur. Acı gelen şeylerde ise sevilenin hoşnudluğu mevzubahstir Bu yüzden acılar, nimetten daha çok, kulu Allah’a yaklaştırır.
Tarikatta sevginin başlangıçtan nihayete kadar lüzumunu şöyle belirtirdi. Sevgi sadık müridi, şeyhinin kemalatını cezbetmeye sevkeden bir güçtür. Sevgi sayesinde murid şeyhinin boyasına boyanır, onun fırınında pişer. Bu sevgi sayesinde gönül dünyası şeyhiyle bütünleşir. Onun aracılığıyla sevgi deryasında dalgıç gibi aşk incileri derlemeye başlar. Ancak sevginin zuhuru çoğu zaman hüzündür Gönüldeki sevgi ateşi dışa hüzün olarak yansır. Nitekim Alemlerin Efendisi, Hz Peygamber (sa) sevgi deryası olduğu halde daima hüzünlü idi. Gülmeleri bile tebessümden ibaretti.
Muhammed Ma’sum, Nakşbendiliğin sohbet yolu olduğu esasından hareketle şunları söylüyor. ‘Bid’at ehli kimselerin sohbetinden uzak durmalıdır. Bid’at olan şeylere bulaşmaktan da sakınmalıdır. Kurtuluş sünnettedir.
Kamiller sohbetini aramalı, nakıs kişilerin sohbetinden kaçınmalıdır Çünkü nakıstan kamil gelmez’.
Muhammed Ma’sum emaneti oğlu Muhammed Seyfeddin’e bırakarak Hakka yürüdü.
-Rahmetullahi aleyh.
Kaynaklar: Muhammed Ma’sum Mektübat, İstanbul 1277 el-Hadaiku’l-verdiyye, s 191, 199 Nüzhetu’l-havatır cV Yasın b İbrahim es Senhutî el-Envaru’l-kudsiyye. Mısır 1344 s 192, 200 Nedvi, el-İmamu’s-Serhendî s 162-163, 308-310, Adab Risalesi, 62.