Altınoluk Dergisi, 2006 – Nisan, Sayı: 242, Sayfa: 008
Kur’ân’ın beyânı ile âlemlere rahmet olarak gönderilen1 Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) âlemlerin varlık sebebidir. “Sen olmasaydın ben eflâki yaratmazdım2 fermânı ile varlığın onunla vücûd bulduğu ifâde buyurulmuştur. O varlık nûrudur; çünkü ilk yaratılan onun rûhu ve nûrudur. Nitekim o: “Allah’ın ilk yarattığı benim nûrumdur”3 buyurmuştur. “Âdem toprak ve su arasında iken ben nebî idim”4 hadîs-i şerîfi de O’nun varlıkta ilk, bi’sette son peygamber olduğunu göstermektedir. Tasavvufta kısaca nûr-i Muhammedî ve hakîkat-i Muhammediye diye anılan bu anlayış bahsi geçen hadisler ışığında gelişmiştir. Temelde var oluşu Allah Rasûlü’nün nûru ve rûhâniyeti ile îzâh eden bu düşüncede gerçek insân-ı kâmil, Muhammed (a.s.)’dır. Çünkü o bütün ilâhî isimleri kuşatan “İsm-i A’zam”ın mazharıdır. Oysa diğer insanlar bir ya da birkaç ismin mazharı olduklarından insân-ı kâmil makamını ancak vekâleten ihrâz edebilirler.
İlk yaratılan Muhammedî nûrdur, Hz. Âdem’den itibâren bütün peygamberler tevârüs yoluyla bu nûru taşımışlardır. İbn Arabî eserlerinde bu konuyu uzun uzun anlatmaktadır.5 Süleyman Çelebi de eserinde “Fî beyâni fıtrati rûhı Muhammed aleyhisselâm” başlığı altında özel bir bölüm açmıştır.6 Süleyman Çelebi özetle şunları söylemektedir: Kerim ve fâil-i mutlak olan Allah onu sevdi ve ilk olarak onun rûhunu var etti:
Mustafâ rûhunu evvel kıldı var
Sevdi onu ol Kerîm u Girdigâr
Allah Teâlâ onu kendisine sevgili (Habib) kılınca ona, bütün derdlere derman bir tabib olma özelliği verdi:
Mustafâ’yı kendine kıldı Habîb
Cümle derdlere ol oldu tabîb
O şanlı Rasûl vesîle olduğundan Allah Âdem’in tevbesini kabûl etti. O doğmadan mûcizeleri göründü ve Nûh’u boğulmaktan kurtardı:
Hem vesîle olduğiçin ol Rasûl
Âdem’in Hak tevbesin kıldı kabûl
Nûh garktan buldu ânınçün necât
Dahî doğmadan göründü mu’cizât
Süleyman Çelebi’nin şâirâne ve duygulu anlatımına göre Hz. Îsâ’nın göğe çekilmesi ona ümmet olma arzusundan; Mûsâ’nın elindeki asânın ejderhâ kesilmesi onun izzetinden; Allah’ın, İbrahim peygamberin atıldığı ateşi gül bahçesi kılması onun ceddi olmasındandı. Âlem onunla nurlanmıştı. Cennet içindeki nimetler onun hatırına hazırlanmıştı. Bir bakıma cennet bile değerini ondan almıştı. O varlık âleminin sebebiydi. Bu yüzden onu râzı kılmak lâzımdı:
Hem onunla doldu âlem cümle nûr
Onun için oldu cennât içre hûr
Bil Muhammeddir bu varlığa sebeb
Cehd edip onun rızâsın kıl taleb
Muhammed (a.s.) peygamber olarak gönderilişte her ne kadar son ise de gerçekte ve mânâda o, herkesten önce idi:
Sûretâ gerçi Muhammed son idi
İllâ ma’nîde kamûdan ön idi
Allah Teâlâ hazretleri bu âlemi yarattıktan sonra onu Âdem ile tezyîn eyledi. Ardından melekleri ona secde ettirmek gibi bir çok lütuf ve ihsanda bulundu. Onun alnına Muhammed’in nûrunu yerleştirerek: “Bu Habîbim’in nûrudur” bilesin, dedi. Daha sonra bu nûr Havvâ’ya, ondan Şît’e, ondan da nesil be-nesil İbrahim ve İsmail yoluyla Hz. Peygamber’e intikal etti:
Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i
Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi
Âdem’e kıldı feriştehler sücûd
Hem ona çok kıldı ol lutf ıssı cûd
Mustafâ nûrunu alnında kodu
Bil Habîbim nûrudur bu nûr dedi
Kıldı ol nûr onun alnında karar
Kaldı onun ile nice rûzigâr
Sonra Havvâ alnına nakl etti bil
Durdu onda dahî nice ay u yıl
. . . . . . . .
Erdi İbrâhîm’e İsmâîl’e hem
Söz uzar geri kalanın der isem
. . . . . . . . . .
İş bu resm ile müselsel muttasıl
Tâ olunca Mustafâ’ya muntakıl
Muhammedî nûr böyle nesiller boyu intikal ile nihâyet asıl sâhibine ulaştı ve Muhammed (a.s.)’ın alnına yerleşti. O rahmeten li’i-âlemîn olarak gönderildiğinden nûr onun alnında karar kıldı. Ondan başka kimseye nakletmedi, çünkü artık yerini ve sâhibini bulmuştu:
Şöyle vardı erdi ol nûr aslına
Erişince ol Muhammed alnına
Geldi çün ol rahmeten li’l-âlemîn
Vardı nûr onda karar etti hemîn
Ondan artık kimseye nakl etmedi
Çünkü yerin buldu ayrık gitmedi
Yüzyıllar boyu Anadolu’da, Balkanlar’da, Kafkasya ve Kazan’da okunan Mevlid insanımızın gönlünde var olan Peygamber sevdâsını beslemiş, ona olan kalbî bağlılık ve hasreti ateşlemiştir. Hasret ve sevdâ birbirini ateşleyen iki önemli müessirdir. Hz. Peygamber’e olan hasret arttıkça sevdâ artmış; sevdânın artışı hasreti tetiklemiştir. Muhammedî nûr, inanan insanları salât ü selâm vesîlesiyle Hz. Peygamber ile buluşturur.
Rahmet mazharı, şefâat pınarı olan Allah Rasûlü insanlığın melceidir. Biz âhır zamanda gelen ümmeti olarak onu göremedik, o nuru doya doya seyredemedik, “Anam babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallah!” diyemedik ama onun nûrunu gönül gözüyle görmüş Süleyman Çelebi gibi gönül sultanlarının tasvîr ve anlatımıyla algılamaya çalışıyoruz.
Dipnotlar: 1) el-Enbiyâ, 21/107 2) Hâkim, el-Müstedrek, II, 672, hadis: 4228 3) Keşfu’l-hafâ, I, 265 4) a.e., II, 129 5) Fusûsu’l-hıkem, nşr. Afifi, s. 63-64; el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, III, 444 6) bk. Mevlid, hzr. Neclâ Pekolcay, İstanbul 1980, s. 64-79