Altınoluk Dergisi, 2007 – Ocak, Sayı: 251, Sayfa: 005
Yanmak ve olmak gönüller sultanı Mevlânâ’nın ilâhi aşka pervaz için öngördüğü iki önemli haslettir. Yanmada aşkın kavurucu harareti ve olgunlaştırıcı iksiri vardır. Mevlânâ bu yüzden eğitimini tamamlayıp medresede müderris ve camide vâiz olduğu dönemden sonraki hâlini: “Hamdım, piştim ve yandım” ifâdeleriyle anlatır.
Mevlânâ’ya göre bilgi yükü olan kitaplar sadece taşınmak için değildir. Mutlaka gönül dünyasında insanın her zerresini kuşatan bir aşk iksirine ihtiyaç vardır. Mevlânâ aşkı özellikle Divân-ı Kebîr ve Mesnevî’sinde son derece edebî ifâdelerle anlatır. Gerek Divân’da ve gerekse Mesnevî’de en çok geçen iki kavramdan biri aşk ise diğeri de gönüldür. Biz bu yazımızda Mevlânâ’nın bu iki eserinden aşk merkezli bir kesit sunmaya çalışacağız. 2007 yılının Mevlânâ yılı olarak ilan edilmesi sebebiyle bu seneki yazılarımızı Mevlânâ’ya hasretmeyi planlıyoruz.
İnsan toprak, su, hava ve ateşten oluşan anâsır-ı erbaa kökenlidir. Toprak ve su tenin ve bedenin; hava ve ateş ise ruhun, gönlün ve aşkın mazharıdır. Maddi gıdalarla beslenen bedenler toprağa verilecek kurbandır. İnsanı insan yapan ise onun toprakta çürümeyen ilâhi menşeli varlığı, ruhu ve gönlüdür. İnsanda hava ve ateşi körükleyen aşktır. İşte Mevlânâ’nın “olma” reçetesi olarak sunduğu pişme ve yanma bu açıdan önemlidir.
Aşk, yaşanılarak öğrenilen ve anlaşılan bir duygu olduğu için kendisinden aşkı soranlara Mevlânâ: “Ben ol da bil” karşılığını vermiştir. Yine o: “Âşık benim gibi olmalı, durmadan yanmalı, yakılmalıdır” der ve o bu halinden memnundur. Onun için yanmaktan başka çare kalmamış, yanmadığı zaman kendinin ham olacağını düşünmüştür. Aşk ötelerden gelen bir misafirdir onda. O aşk ile mutludur ve gönlünü “hazret-i aşk”ın şerefine kurban etmeye hazırdır. O aşk ateşiyle yanmış, baştan başa duman hale gelmiş, göklere yükselecek ve ötelere gidecek kemâle ermiştir. Nasıl kupkuru öd ağacı ile kuru dikenin farkı yandıklarında ortaya çıkıyorsa âşık da mum gibi yanmadan ve çevreye güzel kokular salmadan değerini anlatamaz.
Aşk gamı ateşlidir. İnsanı ağaç gibi kurutur. Nasıl kuruyunca ağacın ateşte yanmaktan kurtuluşu yoksa, aşka tutulan gönlün de yanıp kavrulmaktan kurtuluşu yoktur. Mevlânâ Allah’ın kendine verdiği aşk derdinden mutludur. Şöyle der o Dîvân’ında: “Allahım! Kader gereği bana verdiğin ıstıraplardan kaçmam, şikayet etmem, seni seviyorum. Çünkü senin aşk ateşinle yanmayan gönül soğuktur, hamdır. Can senin yüzünden yandı, yakıldı, mum senden nur aldı, senden yanmayan hamdır. Toplumu aydınlatan mum yanmaktan korkmaz. Çünkü o yanarak toplumu aydınlattığını bilir.”
Mevlânâ aşkı yaşamayanlardan, yaşamadığı için de anlamayanlardan dertlidir. Kendisi aşksız yapamaz. Ne yazık ki aşkı anlatamaz da. Der ki: “Sensiz düşünemiyorum, sensiz yapamıyorum; başkası ile de yaşama imkânım yok. Aşka dair ne söylesem içi yanmayanlar, âşık olmayanlar anlamazlar ki…” Ona göre ham kişiyi pişirecek, olgunlaştıracak, iki yüzlülükten kurtaracak sadece aşktır. Aşk ayrılık ve firak ateşiyle kavrulan bir gönlü vuslat arayışına koşturur. Böyle bir âşık ayrılık ateşiyle pişer, yanar ve dost evinin etrafında dolaşmaya, Sevgili’nin cemalini görmek için yanık iniltilerle ona dil dökmeye başlar. Ağzından onu incitecek bir söz ve ona yakışmayacak bir davranış sâdır olmasın diye edep gözeterek kapısında durur. Benlikten geçerek “ben” olmaktan kurtularak O’na yönelir.
Kanatlarını ateşin hararetinde kurban vermiş pervane gibi aşk ateşinin ne olduğunu tecrübe etmeyenler aşkı tanıyamazlar. İnsan manevi bir mertebeye erişmek istiyorsa ateşe dalmalı, ateş içinde olmalı yani aşk ile yanmalıdır. Mevlânâ’ya göre pişen bozulmaktan kurtulur. İnsanın Hakk yolunda aşkla pişip olgunlaşması ahlâkî fesadın ortadan kalkmasının en kestirme yollarından biridir. İnsan rûhu, Yûnus Peygamberin balığın karnındaki hâli gibi türlü sıkıntılar içinde pişip kavrulunca Allah’ı tesbîh etmekten başka kurtuluş olmadığını anlar. Aslında aşk ateşi hal lisanıyla der ki: Ey akılsız ahmaklar! Ben sizin sandığınız bir ateş değilim. Aksine tatlı suları meşhûr ve makbûl olan bir pınarım, bir kaynağım. Nasıl İbrâhim’i ateş yakmadıysa ve onun dost (Halîl) olduğunu bildiyse aşk ateşi de âşıka zarar vermez. Nitekim mîraçta Hazreti Peygamberin Cibril ile yolculuğu sırasında Sidre-i müntehâ’dan ileriye geçme arzusunu anlatan Süleyman Çelebi şöyle demektedir:
Çün ezelden bana aşk oldu delîl,
Yanar isem ben yanarım ey halîl!
Aşka tutkun pervane: “Keşke yüz binlerce kanadım olsaydı da ateşe kurban verseydim” diye düşünür. Aşk sırrını anlamayanlar gözlerinin, gönüllerinin körlüğüne rağmen keşke aşk ateşinde yanıp kavrulsalardı. Bu yanıştaki mutluluğu göremeyen, ilâhî ateşte yanmanın zevkine varamayan kimsenin gönlü aşk ocağı olamaz. Aşk bir ateştir, gönül ocağı. Aşk ateşi bizi hakikatten alıkoyan arzuları, maddî unsurları yakar, gönlünde aşk ateşi olmayan ölü gibidir. Fasîh Dede der ki:
Bir sînede kim nâr-ı muhabbet eseri yok
Zulmettedir ol nûr-i Hudâ’dan haberi yok.
Pişmek, yanmak ve aşk ateşiyle kavrulmak da bir kabiliyet ve istîdad işidir. Mevlânâ bunu şöyle ifade eder: “Tencere ateş dumanıyla kapkara olduğu halde, içindeki et kartlığı yüzünden çiğ kalmış. Ey âşık, sen aşk ateşi ile iyice kaynamışsın amma, mayandaki hamlık sebebi ile hala pişmemişsin. Kendine çeki düzen ver! Tembelliği üstünden at! Ekmeğini gözyaşınla yoğur, gönül ateşiyle pişir.”
Mevlânâ’ya göre ruhlar ilâhî menşeli olduğu için Allah’a âşıktır. Bu yüzden aşk, Hakk âşıklarının ibadethanesidir. Yol arkadaşı Allah olan âşık için, yolda tehlike ve korku bulunmaz. Kendisine Allah’ı dost edinen kişi canının çıkmasından yani ölümden niçin korksun ki? Hakk aşığı bu dünyada bir seferdedir. Kendisinden uzaklaşıp cemal sahibi nurlu güzele sefer etmektedir. Aşk onun mâbedidir.
Mevlânâ insan rûhunun elest bezminde: “Elestü bi-rabbikum/Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna: “Belâ/Evet” cevabı vererek belâ çekmeye talib olduğunu söylemektedir. Bu yüzden olgunlaşmanın yolu belâlara, ibtilâlara katlanmaktır. Mevlânâ der ki: “Ey can! Sevgili’nin belâsından kaçma! Belâlara uğramaz ve ıstırap çekmezsen pişmezsin, ham kalırsın.”
Mevlânâ aşk ateşiyle kavrulmaktan belâ ile yanıp pişmekten mutludur. Tekrar tekrar aşk sevdasıyla kavrulmak ve savrulmak ona ayrı bir haz vermektedir. Çünkü onun gözünde sevgiliden gelen her şey makbul ve değerlidir. Allah’dan gelen aşk ateşinin kendisini O’na döndüreceğine inanır. Mevlânâ bu hissiyatını şöyle anlatır: “Bana öyle bir aşk geldi ki, benim aşkımla bütün aşklar aşk oldu, sevda oldu. Ben yandım kül oldum. Hatta külüm de yok oldu. Fakat Sevgilim! Senin aşk ateşinde tekrar yanmak arzusuyla külüm yeniden canlandı, sûretler bağladı. İşte bu böylece binlerce defa tekrarlandı durdu.”
Mevlânâ’nın gözünde aşkın son durağı şeb-i arûs dediği vuslat iklimi olan ölümdür. Çünkü Allah Teâlâ buyurur: İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn / Biz Allah’a âidiz ve O’na döneceğiz.1
Dipnotlar: 1) el-Bakara, 2/156.