Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

MEVLANA ÜZERİNE-AZERBAYCAN İRFAN DERGİSİ

Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ Hocayla Mevlânâ üzerine konuştuk

MEDENİYETLER ÇATIŞMASINI ÖNLEYEN BİR MANTIĞIN TEMSİLCİSİ: MEVLÂNÂ

İrfan —Hocam öncelikle hoş geldiniz Azerbaycan’a. Konuşmamıza şuradan başlayalım isterseniz: Azerbaycan sizin için ne ifade ediyor?

H. Kâmil YILMAZ:- Bu sorunun cevabı uzun. Ama ben kısaca hülâsa edeyim: Benim Azerbaycan’a geliş gidişim on yılı aşkın bir zamandır her yıl oluyor. Yani buraları yakından tanıyorum. Ama Allah’a hamdolsun ki her yıl ayrı güzellikler görüyoruz. Zaten Azerbaycan Türkiye bir millet iki devlet.

Biz hem soydaşız hem dindaşız hem de kardeşiz. Buraya geldiğimiz zaman evimize, yuvamıza gelmiş hissediyoruz kendimizi. Sizlerle beraber olmaktan dolayı mutluluk duyuyoruz. Aramızda ayrılık gayrilik yok. Biz tek yürek tek gönülüz. Bizim bağlı bulunduğumuz kültürümüz dinimiz bizlere sevgiyi, kardeşliği, hoşgörüyü, müsamahayı telkin ediyor. Biz diğer dinlere ve mensuplarına müsamahayı unuttuğumuz zaman bunu bedelini çok ağır ödemişizdir.

İrfan- Hocam sizinle Mevlânâ üzerine sohbet etmek istiyoruz. Sizce Mevlânâ bizim dünyamıza ne katmıştır?

YILMAZ:-Evet, şurası bir gerçek ki medeniyetler savaşının gündeme geldiği dönemlerde insani hoşgörüyü telkin ederek insanları kaynaştıranlar daha çok medeniyetler savaşını durduran yüce dinimizin mensuplarıdır. Bunların başında Hz. Mevlânâ ve Yûnus Emre gelir. Özellikle yaşadığımız modern çağdaki bazı problemlere ışık tutması açısından bu konuda bazı şeyler söylemek istiyorum müsaadenizle…

—Estağfurullah hocam buyurun. Memnuniyetle.

YILMAZ:-Garip bir tecellidir ki Mevlânâ’nın yaşadığı dönem (1207–1273) XIII. yüzyıl medeniyetler savaşının doruğa çıktığı ve İslam ülkelerinin de Batının da çok ağır bedeller ödediği bir dönemdir. Hz. Mevlânâ bu savrulmuşluğu yakinen müşahede etmiş bir insandır. O hem medeniyetler savaşına bağlı olarak haçlı ordularının talan ettiği Anadolu’yu görmüş, orada akan kanları ve gözyaşlarını müşahede etmiş, ardından Moğol istilasını ve onların yüreklerde açtıkları yarayı, gözyaşını görmüş. Yine aynı dönemde Anadolu’daki Babai isyanının o günün insanlarına nasıl bir ağır bedel ödettiğini müşâhede etmişti. O, insanları bu boş kavgalardan uzaklaştırarak İslam’ın hoşgörüsüne çağırmıştır. Düşünce sistemine halk ve Hak sevgisini yerleştirmişti. O gönül iklimindeki dirilişin insan olmanın temel şartının sevgi olduğunu, aşk olduğunu bundan yaklaşık sekiz yüz yıl önce söylemiştir.

Hocam Osmanlı’da ne gibi tesirlerini görüyoruz Mevlânâ’nın?

YILMAZ:- Onun çağrısı XIII. yüzyılda medeniyetler savaşının durmasında tesirli olmuş ve ondan sonra XIX. Yüzyıllara kadar medeniyetler savaşı pek yaşanmamıştır. Onun hoşgörü ikliminden nasib almış Osmanlı Devleti ondan aldığı ilhamla insanlara bunu öğretmiş, farklı kültürlerin bir arada yaşamasını sağlamış ve böylece Balkanlarda, Kafkaslar’da ve Orta Doğu’da barışı tesis etmiştir. Bütün bunlar Mevlânâ’nın Osmanlıya hazırladığı alt yapıyla gerçekleşmiştir.

XIX. yüzyıla geldiğimizde nasıl bir tesir var hocam…

YILMAZ:- XIX. yüzyılda medeniyetler savaşı sinyalleri doruk noktaya ulaşmıştı. Batı teknoloji devrimiyle İslam dünyasını özellikle Osmanlı Devleti’ni yeniden hedef haline getirip hasta adam ilan etmişti. Batının Osmanlıyı tarihten silmek için harekete geçtiği bu dönemde  -garip bir tesadüf veya tevafuk ile- Mevlânâ’nın eserleri yeniden okunmaya başlandı. XIX. yüzyılda Anadolu’da, İstanbul’da Mesnevîhâneler kuruldu ve diğer tarik mensuplarının da istifâdesine sunuldu. Mesela İstanbul’da Nakşibendiyye’nin, Kadiriye’nin pek çok tekkesinde Mesnevî rûhu anlatılmıştır. XIX. yüzyılın o kötü ortamında Mesnevî ile yeniden Türkiye devletinin kurulmasına zemin hazırlanmıştır.

XX. yüzyılın sonlarında, doksanlara gelindiğinde doğu bloğu ile batı arasında Perestroika ile birlikte Batı, “kızıl tehlike” diye gördüğü Sovyetlerin dağılmasından sonra kendi gündemine “yeşil tehlike” dediği radikal İslamla mücadeleyi aldı. Bu dönemde yine garip bir tesadüftür ki Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin Batı’da ve Amerika’da yaygın bir biçimde okunmaya başlandığını görmekteyiz.

Hocam Batıda özellikle Amerika’da Mesnevi okunuyor mu?

YILMAZ:-Tabiî ki 1990’lı yıllarda Amerika’da geçmiş yıllara nazaran daha fazla okunduğu müşâhede edilmektedir. Hatta 1999 da Tıme dergisinin yaptığı bir okuyucu anketiyle Mevlânâ’nın asrın sûfisi seçilmesi dikkat çekicidir (Tıme dergisi Aralık 1999). Mevlânâ’nın fikirleri sayesinde Batı radikal İslam yerine ılımlı İslam diye yeni bir fikir ortaya atmış ve diğer toplumlarla Müslümanları daha hızlı entegre etme yoluna gitmiştir. Ancak şu bir gerçektir ki: Mevlânâ hem kendi yaşadığı dönemde hem XIX. yüzyılda hem de XX.  yüzyılda medeniyetler savaşının önlenmesinde büyük bir fonksiyon icra etmiştir. Bu yüzden Mevlânâ’yı çok iyi tanımak onun fikirlerini iyi bilmek, onun İslam’dan, Kuran’dan ve sünnetten yorumlarını günümüz insanının önüne koymak gerek.

—Mesnevideki prensiplerin kaynağı nedir  hocam?

YILMAZ:- Mevlânâ’nın diğer din mensuplarına gösterdiği hoşgörünün temel esasları ve normları Kur’an’da ve Peygamberimiz’in Medine’deki uygulamalarında vardır. Yahudilerle işbirliği yaparak Medine site devletini kuran Peygamberimiz, ehl-i kitapla ve farklı kültür mensuplarıyla beraber yaşamanın temellerini o zaman atmıştı.

Yemen’den gelen Necran heyetiyle Medine’de görüşmüş ve onlara Medine’deki Müslümanların mescidinde kendi dinleri üzere ibadet etmelerine imkân vermişti. Bu da çok önemli bir hadisedir. Mescid-i Nebi’de Necran Hıristiyanları kendi dinleri üzere ibadet yapmışlardır. Bu İslam’ın diğer din mensuplarına bakışı açısından son derece önemli bir olaydır. Bu yüzden Mevlânâ, gerek Divan-ı Kebir’inde gerekse diğer eserlerinde dinlerin aslının bir olduğunu ve insanlarda inanma ihtiyacının fıtrattan geldiğini, kavga etmenin, savaş yapmanın bir manası olmadığını anlatmıştır.   Bu ifadeler küreselleşen dünyada gerçekten çok anlam ifade ediyor. Bu bakımdan Mevlânâ’yı, Mesnevî’sini okumak lazım geldiğini ifade etmek istiyorum. Nitekim Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle diyor:

“Size göre kâfirlik afettir amma Hakk’a göre onda da bir hikmet vardır.”  Ve yine bütün insanlara Divan-ı Kebir’inde şöyle çağrıda bulunuyor: “Gel, gel. Daha yakın gel. Yol kesicilik ne zaman kadar sürecek. Madem ki sen bensin ben de senim. Artık bu senlik benlik nedir. Biz Hakk’ın kendisiyiz aynasıyız. Şu halde kendi kendimizle ne diye çekişip duruyoruz. Bir aydınlık bir aydınlıktan, bir ışık bir ışıktan neden kaçıyor. Biz hepimiz bütün insanlar vücut halinde kâmil bir insanın varlığında toplanmışız. Fakat neden böyle şaşıyız. Aynı bedenin birer uzvu olduğumuza göre neden zenginler fakirleri hor hakir görürler. Aynı vücutta bulunan sağ el ne diye kendi sol elini hor görür. Hepsi aynı tendedir. Aynı tende uğurlu ne demek, uğrusuz ne demek! Biz hepimiz aynı tendeniz. Aklımız da bir, başımız da birdir. Herkesle anlaş, herkesle hoş geçin. Sen kendinle kaldıkça bir habbesin, bir zerresin. Fakat herkesle birleşip kucaklaştıkça bir kubbesin ummansın, madensin. Bütün insanlarda aynı ruh vardır. Ancak bedenler farklıdır. Dünyada sayısız badem vardır. Ama hepsinde aynı yağ vardır. Çeşitli kaplara konan sular kapları kırılınca birleşir bir araya gelir. Tevhidin ne demek olduğunu anlar da birliğe erersen can olmanın ne demek olduğunu anlarsın.” diyerek bütün insanlığı bir vücudun uzuvları gibi gördüğünü ifade etmiştir. Tabi Mevlânâ bunları sadece söyleyen, magazin olsun diye ifade eden bir insan değil, kendi durumuna bakmayarak, hangi meslek gurubundan olursa olsun onlara sadece insan olduğu için saygı duyan bir insan olduğunu görüyoruz. Hatta onun cenazesinde Müslümanlar kadar Yahudi ve Hıristiyanların da bulunduğu kitaplarda açıkça ifade edilmiştir. O gün Konya’da % 50’ye yakın gayr-i müslim (Ermeni ve Yahudi) insan vardı. Bunlar da Mevlânâ’nın cenazesine iştirak ediyorlar. Defin sırasında orada bulunuyorlar.

—Hocam Mevlânâ’nın insan sevgisine ve medeniyetlere tesirine bir misal verebilir misiniz?
YILMAZ:-Tabiî ki. Mevlânâ’da insan sevgisi o kadar ki insanların fahişe dedikleri kadınlar bile yanından geçtiklerinde ayağa kalkar, sadece insan olma özelliklerinden dolayı onlara saygı gösterirdi. Ondaki bu pozitif enerji, kendisinden sonra ki devlet adamlarına bile nüfuz etmiş, onları da etkilemiş,  bu sayede Anadolu’da bir hoşgörü medeniyeti doğmuştur. Ve bu hoşgörü medeniyeti sayesindedir ki Fatih Sultan Mehmet zamanında Sırp kralı Brankoviç hem Fatih Sultan Mehmet Han’a hem de Avusturya-Macaristan Kralı Yanko Hunyad’a mektup yazıyor XV. yüzyılda. Diyor ki Brankoviç önce Avusturya-Macaristan Kralına:

“- Siz Avusturya-Macar Kralı olarak bizim topraklarımıza hâkim olduğunuz zaman bizlere nasıl muâmele etmeyi düşünüyorsunuz?” Macar Kralı diyor ki:

“- Biz sizin ülkenizi işgal ettiğimiz zaman oradaki bütün Ortodoks mabedleri yıkacağız yerine Katolik mabetler yapacağız. Ve o toprakları Ortodoks toprakları olmaktan kurtaracağız. Katolik topraklar haline getireceğiz. Aynı mektup Fatih Sultan Mehmet’e ulaştığı zaman o da şu cevabı veriyor:

“- Bütün camilerin yanına istenirse Ortodoks ve Katolik mabetler yapılabilir. Herkes dininde hür ve serbesttir. Cizye verdiğiniz zaman biz sizi dışardan gelecek olan tehlikelere karşı koruruz. Koruyamazsak cizyeyi de almayız.”

İşte Mevlânâ’nın hoşgörü anlayışı bu. Bu gün insanlara eşit nazarda bakma anlayışının henüz bu seviyeye gelemeyişini Mevlânâ anlayışından yoksun olunmasına bağlıyorum. Bu bakımdan bizim kendi kültürümüzü çok iyi tanımamız gerekmektedir.

—Hocam özellikle üniversiteli arkadaşlara Mevlânâ’nın engin kültürün öğrenmeleri açısında neler diyebilirsiniz?

YILMAZ:-Özellikle üniversite okuyan kardeşlerimizin kendi kültürlerini çok iyi okumaları gerekmekte ve kendi ülkelerinin yanında Batı’yı da tanımaları lazımdır. Mutlaka bir yabancı dil bilmeleri, bilgisayar bilmeleri bu gün olmazsa olmaz hâle gelmiştir. Hele hele Avrupa Birliğine girme sürecinde bunların ehemmiyeti kat kat artmaktadır. Bunlar bu süreçte bizim kendi kültürümüzü korumamız açısından çok önemlidir. Özellikle din ve dil bilen insanlar önümüzdeki yüz yılda çok ehemmiyet kazanacak; öyle görünüyor.

—Neden?

YILMAZ:-Çünkü insanlar teknolojinin kıskacında manevi boşluk içerisinde kıvranmakta ve adeta bir kurtarıcı beklemektedirler. İşte bu kurtarıcılar din bilen ve dil bilen bu arkadaşlar olmalıdır. Onlar her zaman gülen ve pozitif enerji dağıtan, mütebessim çehreli olmalıdır. Asrımızın insanı buna muhtaç. Dolayısıyla üniversite gençlerinin kendi alanlarında çok iyi yetişmeleri çok önemli. Hangi bölümde okuyorlarsa okusunlar kendi kültürlerini başkalarına aktaracak duygu derinliğine sahip olmaları zamanımızda daha fazla önem taşımaktadır. İnsanların maddi doyuma erdikten sonra manevi doyumu aradıkları bu gün Batı’da yapılan çalışmalarla çok ciddi mânâda ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bizim fakültemizde çalışan bir arkadaşımızın İngiltere’de yaptığı doktora tezinin konusu: İngiltere’de Neden İnsanlar İslam’ı Seçiyorlar. Tezin tespiti özetle şu şeklidedir: “Batı’da insanlar maddi refaha ulaşmışlar ve mânevî boşluk yaşıyorlar.”

-Maneviyatlarını diriltecek insanlara ihtiyaç duyuyorlar..

YILMAZ:-Eğer gönüllerine hitap eden bir gönül eri bulabiliyorlarsa ne ala. Eğer bulamıyorlarsa o zaman uyuşturucunun kıskacına düşüyorlar. Manevi tatminkârlığı bu tür şeylerde arıyorlar. Bu, batıda varlıklı insanların özelliği haline gelmiş durumda. İşte karşımıza bu gibi problemler çıktığı zaman bizim gençlerimizi manevi değerlerle yetiştirmemiz mevzûu gündeme gelmektedir. Amerika’da Budizm’in, Hinduizm’in çok ciddi manada yaygınlaştığını görmekteyiz. İnsanlar transandantal meditasyon merkezlerine yöneliyor ve bu gibi yerlerden meded umuyorlar. Amerika’da 1980’li yıllarda metafizik boyutu yüksek bir din olarak Budizm, çok ilgi görmüştü. 1990’lı yıllara baktığımız zaman İslam’ın da ilk sıralarda olduğunu görmekteyiz tercih edilen din olarak. Biz Türklerin de ilk defa Şamanizm’e, sonra Budizm’e inandığımız ve daha sonra da dengeli bir din anlayışı olan İslam’da karar kıldığımız tarihen sabittir. Demek ki dengeli din bulma arayışı herkeste olan bir şey. O yüzden bu gün terörle yan yana anılan İslam’ın tanıtımını eğer bizler iyi yapabilsek, insanlara Kur’an’ı ve Mesnevî’yi anlatabilsek, elbette bu gün bazı şeyler daha farklı olur. Onun için bizim kendi dinimizi tebliğ noktasında çok önemli görevlerimiz bulunmaktadır

Müslümanın kendisini, karşısındakini memnun edecek kişisel olgunluğa ulaştırması lazımdır. İnsanın kişisel ibadet hayatını düzene koyması son derce önemlidir. Bu bakımdan dört yıllık üniversite sürecinde talebelerimiz zamanı kullanma bakımından çok titiz davranmalıdırlar. Bu gün Batı’da çok önemle üzerinde durulan meselelerden biri de “Tıme Manegement” (zaman kullanımı, zaman yönetim)’dır. Sosyal bilimler alanında çok önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.