Altınoluk Dergisi, 1989 – Haziran, Sayı: 040, Sayfa: 029
Adı Muhammed bin İsmail, künyesi Ebû Abdullah, nisbesi el-Mağribi. Ebû’l Hüseyn Ali Ruzeyn el-Herevî’nin talebesi ve İbrahim bin şeyban ile İbrahim Havvas’ın üstadıdır. 120 yıllık uzun bir ömür sürdü 299/911 yılında öldü Kabri Tûr-i Sina’dadır.
İnsan eli değen hiçbir şeyi yemez, ağaç kök ve yapraklarını bunlara tercih ederdi. Müridleri, onun bu halini bildiklerinden kendisine daha çok bu tür sebze ve yapraklar ikram ederlerdi. ilk mutasavvıflar, genellikle et ve süt gibi hayvani gıdalarla beslenmeye, sebze ve meyve ile beslenmeyi tercih ederlerdi. Belki de bu yolu tercih ederken, yenilen gıdaların insanın rûhî yapısına etki edeceğini hesaba katarlar, hayvani gıdalarla beslenenlerin saldırganlık duygularının daha fazla olacağını düşünürlerdi.
Derdi ki: “Allah Teâlâ beni cennet ile mescid arasında muhayyer bıraksa, ben mescidde bulunmayı, cennette olmaya tercih ederdim. Çünkü cennet, Hakk nezdinde benim nasîbimdir. Mescid ise benim yanımda Hakk’ın nasibidir. Bana yakışan, kendi hisseme Hakk’ın nasîbini tercihtir.”
SONUNA KADAR SIDK
Tasavvufun “sıdk” esasına gönülden bağlı idi. Hiçbir sûretle hilaf-i hakîkat beyanda bulunmazdı. Velev bu beyan, kendisinin aleyhine, nefsinin zararına olsun. Nitekim kendisine annesinden elli altın miras kalmıştı. Bunları sarmalayıp çıkın yaptı ve kuşağının içine koyup sahranın yolunu tuttu. Yolda eşkıyalar önünü kesti ve.
-Neyin var? diye sordu. Ebû Abdullah:
-Çıkınımın içinde elli altınım, dedi. Eşkıyaların reisi:
-Çıkar bakalım onları, dedi. Ebû Abdullah, elini kuşağına atıp çıkını olduğu gibi eşkıyaya uzattı. Eşkıyanın reisi çıkını açtı ve altınları saydı. Gerçekten de elli altın. Tekrar çıkınlayıp Ebû Abdullah’a uzattı ve ona bir deve getirilmesini emretti. Ebû Abdullah:
-Hayrola ne oldu böyle, altınlarımı iade ettiniz ve emrime bir deve tahsis ettiniz, dedi. Eşkıyanın reisi:
-Senin sıdk ve doğruluğun bizim kalbimizi yumuşattı ve halimizden utandırdı, diye karşılık verdi. Rivayete göre bu şaki, onun sadık mürîdi oldu ve evliyaullah meyanına girdi.
Anlatıldığına göre dört oğlu vardı. Her birine ayrı birer meslek öğretmişti. Müridlerinden ve dostlarından bazıları: “Bunlara yakışan o mudur?” diyerek onların dünya iaşesi için bir meslek sahibi olmalarını küçümseyecek oldu. O şu karşılığı verdi:
-Bırakın, vefatımdan sonra “biz filânın oğluyuz” diyerek dostların ciğerini yemeğe kalkmalarından bir meslek sahibi olup geçimlerini sağlamaları daha güzeldir.
İBNÜ’L-VAKT
Tasavvuftaki “İbnü’l-vakt” anlayışına uygun şekilde “en faziletli amel Hakk’ın emrine muvafık olarak vakitleri değerlendirmektir,” derdi. Her vakitte o vakte en Uygun amelle meşgul olmanın gereğini söylerdi.
Hakk’ın ilahî esrarını tam bir fetanetle kavrayabilecek kişilerin ehlullah’tan olan “sûfî taifesi” olduğunu söyler; çünkü onlar anladıkları ile yanıp yakılan kişilerdir, derdi.
Dünyadan şikayetçi olanların mazeretlerine kulak vermez, “dünyadan daha insaflı birşey görmedim; zira sen ona hizmet edersen, o da sana hizmet eder. Ama sen ona sırt çevirecek olursan, o da senden vazgeçer ve böylece şerrinden emin olursun”, diye konuşurdu.
O’na göre gerçek ubüdiyyet, şahsî muradından sıyrılmak Hakk’ın muradında kaybolmaktı. Şahsî muradı devam edenin ubûdiyyet iddiası, koca bir yalandı.
İZZET VE ZİLLET
O’nun gözünde zillet ve izzetin ölçüsü, maddeye karşı takınılan tavra göre değişirdi. Bu yüzden zengine zenginliği sebebiyle yağcılık eden; tevazu gösteren fakir, insanların en zelili olurdu. Fakire karşı mütevazi davranan ve ona olan hürmeti koruyan zengin ise, insanların en izzetlisi sayılırdı.
Fakirin “rıza” makamında olmasını arzular, bu tür fakirlerin Allah’ın emin kulları olduğunu ve insanlara karşı hücceti bulunduğunu ifade ederdi. Onların yüzü suyu berekâtına halktan bela defedilirdi. “R’icali gayb’ın abdalânı Şam’da, nücebâsı Yemen’de, ahyar’ı da Irak’tadır” derdi.
Dünyaya karşı takınılan tavrı, fazilet ölçüsü sayar, “kendini dünyadan soyutlamış fakirleri, faziletli amellerle meşgul olmasalar da, dünyalığa bulanmış gayretkeş abidelerden üstün tutardı. Kendisine muhtaç olduğu ve halini arz ettiği kimseden (Hakk’dan) başkasına müracat etmeyen fakiri Allah, sadece kendisine muhtaç bularak başkalarından müstağni eyler,” derdi.
Mağribî’ye göre havass’ın yani seçkin kulların Allah’a karşı üç derecesi vardı:
1- Allah’ın takdir buyurduğu bela sebebiyle sabırsızlığa düşerek gönüllerine bir sıkıntı düşmesin ve Allah’ın hükmünden hoşlanmama durumu ortaya çıkmasın, diye kendilerinden belayı kaldırdığı kimseler,
2- Kalpleri hüzün ve gamla dolmasın, diye Allah’ın masiyet ehli kişilerle düşüp kalkmaktan alıkoyduğu kimseler. Bu suretle onların gönülleri aleme karşı salim olsun, huzur içinde bulunsun.
3- Allah’ın belayı üzerlerine yağmur gibi yağdırdığı, fakat sabır ve rıza duyguları bahşederek bela arttıkça, Hakk’a olan sevgileri ve O’nun hükmüne rızaları artan kimseler.
-rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar: Sülemi, Tabakatü’s-sutiyye s. 242-245; Hilyetü’l-evliyâ X, 335; Sıfatu’s-safve, IV 336; Kuşeyrı, er-Risâle, s. 150; Şarani, et-Talakatu’l-kübrâ, l, 108; Netehâtu’l-üns (trc. Lâmiî Çelebi), S. 142-143, Tezkiretü’l-evliyâ (trc. S.Uludağ). s. 593-594, İbnu’l-mulakkın. Tabakatu-l-evliyâ, s. 402-403, el-Kevakibu’d. dürriyye, l. 266