Altınoluk Dergisi, 2008 – Temmuz, Sayı: 269, Sayfa: 006
Ma’rifet bilgidir. Ancak aynı mânâya gelen ilimden farklı olarak, tecrübî bilgiyi; yaşanılan, his ve duygu ile sezilen irfânî bilgiyi ve tanımayı ifâde eder. İlim ise daha geniş bir biçimde, nazar ve istidlâl yoluyla öğrenilerek elde edilen her türlü bilgiyi kapsar.
Tasavvufî telakkîde, Kur’an-ı Kerim’de geçen: “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”1 ayetindeki “liya’budûn/Bana kulluk etsinler” ibâresini “liya’rifûn/Beni tanısınlar/ma’rifetullah” şeklinde tefsîr eden İbn Abbâs’ın yorumu esas alınmıştır. Âyete, insanın yaratılış gâyesinin ma’rifetullah olduğu şeklinde mânâ verilince, tasavvufun gâyesi ve konusu da kaçınılmaz olarak ma’rifetullah olmuştur.
Kulluğun başlangıcı ma’rifet, yani Hakk’ı tanıyıp kendisini sayısız nîmetlerle perverde kılan Rabb-ı müteâli sevmek; nihâyeti de kullukta fânî olmaktır. Çünkü kul Allah’ı tanıdığı nisbette sever, O’ndan korkar, O’na ümidle bağlanır, O’na tevekkül eder, O’na rücû eder, O’nun zikriyle meşgûl olur, O’na kavuşmayı özler, O’ndan hayâ eder, O’na olan ma’rifeti kadar O’nu ta’zim eder. Böylece insanın hilkat gâyesini ifâde eden âyetin mânâsı da tahakkuk etmiş olur. Çünkü insanın bu dünyaya gelişinin gâyesi ikbal, devlet ve makam beklentisi değil; Hakk’a kul olmaktır. Nitekim Yenişehirli Avnî şöyle der:
Sanman taleb-i devlet u câh etmeye geldik
Biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik.
Şiirde geçen “âh!” kelimesi Arapça harflerle lafzatullahın kısaltılmışıdır. O zaman mânâ, “biz âleme sevgililer Sevgili’sinin Allah olduğunu söylemeye, O’nun için yaşamaya ve O’na çağırmaya geldik” şeklinde olur.
Tasavvuf klasiklerinde tevhîd ve ma’rifet önemli bir yer tutar. İlk tasavvuf klasiği sayılan Ebû Nasr Serrâc’ın (ö.378/988) el-Lüma’’ında2, tevhîd, ma’rifet ve ârif kavramları tasavvufun ilk meselelerinden olarak ele alınır. Yine Ebû Bekir Kelâbâzî’nin et-Taarruf’u3, Kuşeyrî’nin Risâle’si4 ve Hucvirî’nin Keşfu’l-Mahcûb’unda konu, tevhîd ve ma’rifet ilgisine dikkat çekilerek işlenir.5
Tasavvufî makam ve menzilleri on makam ve yüz menzilde anlatan Menâziru’s-sâilîn müellifi Abdullah Ensârî el-Herevî, eserinin Nihâyât bölümünde ilk menzil olarak ma’rifet kavramını anlatır.
Allah Dostları ma’rifeti, kesbî ve vehbî olmak üzere iki türde değerlendirir. Kul, kendi gayretiyle ibâdet ve tâate yönelerek, riyâzat ve mücâhede ile gönül dünyasına yoğunlaşmak sûretiyle Allah’ın âfâk ve enfüste yarattığı azamet delillerine bakar ve kesb ile ma’rifete ermeye çalışır. Kulun bu enfüsî yoğunlaşması, Cenâb-ı Hakk’ın ma’rifet perdelerini açarak kulunu şerh-i sadra erdirmesi; kalbî irfân ile tevhîde yükselmesi böylece yine bir ikrâm-ı ilâhî olmak üzere Hakk’ı ve eşyayı tanıyarak kesrette vahdeti bulmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de geçen ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve nihâyet hakka’l-yakîn kavramları, Hakk’ı tanımadaki kesb ve gayretin nihâyet Hak vergisiyle hakka’l-yakîn mertebesine ulaşacağını ifâde eder.
Ma’rifet, Allah’ı isim, sıfat ve fiilleriyle tanımaktır. Ârif de Allah’ı onunla olan muâmelesinde tasdîk eden, bütün niyet ve kasdlarında O’na samîmî davranan, kötü ahlâkından sıyrılan, nefsin kirlerinden arınan, Allah’ın nîmet ve imtihan konusundaki hükümlerine sabreden, Rasûlünün ahlâkına eren kimsedir. Çünkü ma’rifet, kalbin Allah ile ünsiyetidir. Alâmeti de kişinin kalbinde Allah’a yakınlık hissetmesidir. Bu duygu Kur’an’da Allah’ın mümin kullarının üzerine indirdiğini ifâde buyurduğu sekînetin tezâhürüdür: “Îmanlarını bir kat daha artırsınlar diye müminlerin kalblerine sekîneti/huzur ve güveni indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”6Demek ki Allah, gördüğümüz ve görmediğimiz askerleriyle müminlerin gönüllerini, onların gayret ve kesblerine mütenâsib bir biçimde vehbî olarak teyîd etmektedir.
Tasavvufî telakkîde şeriat, tarîkat, hakîkat ve ma’rifet şeklinde dörtlü bir tasnif vardır. Bu tasnif de aslında kulun şeriat çerçevesinde kesbî sorumluluğunu, Hakk’a götüren yol mânâsındaki tarîkattaki gayretinin önemini, Hakk’ın hakîkatine ermekle vehbî ma’rifet kapılarının açılacağını ifâde etmektedir. Zünnûn-ı Mısrî’nin şu sözü şeriat ve ma’rifetteki dinî hassâsiyeti vâzıh bir biçimde ortaya koymaktadır. Der ki Zünnûn-ı Mısrî: “Ma’rifet ehli ârifin alâmeti üçtür: 1- Ma’rifetin nûru verâın nûrunu söndüremez. 2- Ârif zâhirî hükümlerle çelişen bâtın ilmine îtikad etmez. 3- Allah’ın nîmetlerinin çokluğu ârifi Allah’ın perdelerini yırtmaya sevketmez.”
Bu sözden ma’rifet ehli olan bir kişinin, şeriatın koyduğu temel hükümlerin ötesinde şüpheli olan şeylerde bile hassâsiyet gereğine, ma’rifet arttıkça verâ ve takvâ duygusunun da artması gerektiğine işâret vardır. Ayrıca şeriatın zâhirî hükümleriyle çatışan birtakım keşf ve ilhâmların kabûlünün mümkün olmadığına, Allah’ın nîmetlerinin kulu azdırmayacağına, mânevî nîmetlerin artmasının ise ârifi asla haramları helal sayan ibâhî bir tavra sevk etmeyeceğine işâret edilmektedir.
Yahyâ b. Muâz, ehl-i irfân olan ârifin kâin ve bâin olduğunu söyler. Bu söz şu anlamadır: 1- Ehl-i ma’rifet zâhiri/dışı ile halkladır; bâtını/iç âlemi ile onlardan uzaktır. 2- Ehl-i ma’rifet Rabb’ı iledir; nefsinden uzaktır. 3- Ehl-i ma’rifet âhiret ehli iledir; dünya ehlinden uzaktır. 4- Ehl-i mârifet muvâfakatı ile Allah ile birliktedir; muhâlefeti ile insanlardan uzaktır.
Bâyezid-i Bistâmî Kur’an-ı Kerim’deki: “Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi orayı perişân eder, halkının ulularını alçaltır.”7 âyetinin yorumunda: Ma’rifete eren bir kulun kalbini, Allah’ın tecellîleri istîla ve işgâl edince, insanda nüfûzlu ve etkin olan nefsânî duyguların itibârını ve tesirini kaybederek zelîl hale geleceğini, böylece kalbde Hakk’ın egemen olacağını ifâde etmektedir. Bu durum, vehbî olan ma’rifetin insan davranışına etkisini ifâde eden önemli bir tespittir. Hakk Teâlâ’nın kulu istîlâ etmesi sebebiyle kul kendini kaybeder ve Allah’tan başkasını müşâhede etmez olur.
Ehl-i ma’rifet için ma’rifet bir aynadır, oraya baktığı zaman Mevlâ’nın tecellîlerini görür. Nitekim Muhammed b. Vâsî şöyle demiştir: “Hiçbir şey görmedim ki onda Allah’ın tecellilerini görmüş olmayayım.” Bir başkası da bu meâlde şunu söylemiştir: “Hiçbir şey görmedim ki ondan önce Allah’ı görmüş olmayayım.”
Allah zaman ve mekandan münezzeh, sınırsız bir kudret ve ilim sâhibidir. İnsan ise zaman ve mekanla sınırlı, boyutlu bir varlıktır. Sınırlı olanın sınırsız olanı kavraması zordur. Sonlu olanın sonsuz olanı, nitelenenin niteleyeni, düzenlenenin düzenleyeni, önlük ve sonluk sıfatı bulunanın hem evvel ve âhır, hem bâtın ve zâhir olanı kavraması imkânsızdır.
Hakk’ı tanımak, O’nun birliğini ortaya koyduğu isim ve sıfatlarla tanımakla olur. Hakîkati bilmek Allah’ın samedâniyet ve rubûbiyet sıfatlarını gereği gibi kavramakla ve gerçek ma’rifete ermenin imkânsız olduğunu anlamakla olur. Çünkü Allah, insanların ihâta edemeyeceği bir varlıktır.8 Bu yüzden kulun Hakk’ı kavraması ancak onun kendisini târif ettiği şekilde mümkündür. O bize kendini isim ve sıfatlarından kavrayabileceklerimizle açmış ve tanıtmıştır. Kâinat onun azamet parıltılarının zuhûruna dayanamayacağından gerçek mânâda O’nu O’ndan başkası tanıyamaz. Allah Teâlâ kendisini nasıl tarif etmişse ve kullarına bu mânâda nasıl delil olmuşsa, o şekilde kavramak mümkündür. Ma’rifetin meydana gelmesinin tek sebebi Allah’ın kendisini kuluna bildirmesi ve kulun da bunu algılamasıyla mümkündür. Görünen eşya kendiliğinden tanınır. Hakk Teâlâ ise aklın ulaşamayacağı, idrâkin ihâta edemeyeceği, duyuların kuşatamayacağı bir yüce varlıktır. O bize kendisini: “Ben sizin Rabbınız değil miyim?”9 diye tanıttı, “Ben kimim?” diye sormadı. “Ben kimim” diye soracak olsaydı, insanın bu idrâki ile O’nu tanıması mümkün değildi. Allah “Rabbınız değil miyim?” diyerek kendisine kendisinden başka giden bir yolun olmadığını göstermiştir.
Ma’rifet ehli olan âriflerin bir tek şeye ihtiyaçları vardır. O da istikâmettir. Zîrâ istikâmet sâyesinde, kul açısından bütün güzellikler kemâle erer. İstikâmet olmayınca da kötülük ve çirkinlikler ortaya çıkar. Arif, şerîat ve takvâyı canına, özüne mâl etmiş insandır. Çünkü ma’rifet güneşi zâhidlik mahsulü olarak zâhir olur. Bu yüzden ma’rifet istikâmetle anlam kazanır.
Mevlânâ ma’rifet tâliminin ancak âriflerin yanında bulunmakla, bir mürşidle beraber olmakla olacağını şöyle ifâde eder: “Ey hakîkati arayan kişi! Eğer sen, bir İskender isen, hakîkat güneşinin doğduğu yere gel, bir ârife yaklaş, ondan nûr al; sonra nereye gidersen git; artık sen bir ışıksın, bir nûrsun.10
Mevlânâ’ya göre insanda ikilik vardır, insanın nefsi küfür, rûhu da iman ve irfan iledir. İnsanda rûhaniyetin üstün gelmesi insanı balık gibi faydalı bir mahlûk haline getirir. Ama insanda nefsaniyet galebe çalınca o, insana olta olur ve dünyasını da ukbâsını da zindân eder.11
Cenab-ı Hakk, gözleri ma’rifet nuru ile aydın olanlara, bu dünyanın altını da, üstünü de, kendi âyetlerini de gösterir. Çünkü onlar, nereye bakarlarsa Hakk’ı görürler12 mertebesine/şühûd mertebesine ermişlerdir.13
Dipnotlar: 1) ez-Zâriyat 51/56. 2) el-Lüma’, Mısır 1960, s. 56-65; el-Lüma’-İslam Tasavvufu, haz. H. Kamil Yılmaz, İstanbul 1996, s. 33-41. 3) et-Taarruf, Mısır 1980, s. 78-81, 158-160; Doğuş Devrinde Tasavvuf-Ta’arruf, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1979, s. 93-99,193-195. 4) er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, Kahire 1974, s 601-610; Kuşeyrî Risalesi, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1978, s. 427-434. 5) Keşfu’l-mahcûb, Tahran 1376, s. 341-356; Keşfu’l-Mahcûb-Hakikat Bilgisi, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1992, s. 397-410. 6) Bkz. el-Feth 48/3. 7) en-Neml 27/34. 8) Bkz. Tâhâ 20/110. 9) el-A’raf 7/173. 10) Mesnevî, c. II, b. 45. 11) Mesnevî, c. II, b. 601. 12) el-Bakara 2/115. 13) Mesnevî, c. VI, b. 3640.