Altınoluk Dergisi, 2010 – Nisan, Sayı: 290, Sayfa: 005
610 yılında Mekke Nûr Dağı’ndaki Hira mağarasında Cebrâil’in getirdiği “oku” emri ile başlayan Kur’an vahyi, yeni bir doğuş, insânî bir varoluş ve câhiliyeden kurtuluştu. Allah, ilk vahyi Rasûlü’nün kalbine indirmişti. Cebrâil (a.s.), Hz. Peygamber (s.a.)’i kucaklayarak; muânaka sûretiyle Kur’an’ı onun sadrına ilkâ etmişti.
Cebrâil (a.s.), Allah Rasûlü (s.a.)’ne vahiy getirdiğinde bâzen melek, bâzen beşer sûretinde görünürdü. Eğer vahiy, şer’î hükümlerin açıklanması, helâl ve haramlarla ilgiliyse Cibrîl, beşer sûretinde gelirdi. “Sana Kitâb’ı indiren O’dur”1 âyeti bunu ifâde eder. Bâzen de vahiy, sâhibi görülmeden çıngırak sesi veya başka bir şekilde olurdu.
Vahiy tevhîd, îmân, aşk ve muhabbet ile ilâhî sır ve remizlere dâir ise Cebrâil, melek sûretinde gelirdi. Bu durum, rûhânî ve latîf bir hâl olduğu için Cibrîl, Hz. Peygamber’in gönlüne yakın olur ve vahyi onun kalbine ilkâ ederdi. Nitekim Cebrâil’in böyle melek kimliğiyle Allah Rasûlü’ne iki defa geldiği bilinmektedir. Bunlardan biri Hira’daki ilk vahiy sırasında, diğeri de miracdadır. “O ufkun en yüce noktasındayken Cibrîl ona asıl şekliyle göründü”2 âyeti buna işârettir.
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de iki yerde Cebrâil’in vahy-i ilâhîyi Hz. Peygamber’in kalbine indirdiğine dikkat çekmektedir:
1- “Cebrâil, Allah’ın izniyle Kur’an’ı senin kalbine bir hidâyet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak indirendir.”3
2- “Muhakkak ki Kur’an, âlemlerin Rabb’ının katından indirilmedir. Onu Rûhu’l-emîn Cibrîl, uyarıcılardan olman için apaçık Arap diliyle senin kalbine indirmiştir.”4
Bilindiği gibi nübüvvet ve vahiy Allah Rasûlü’ne kırk yaşındayken gelmişti. Kırk yaşına erdiğinde ona yalnızlık sevdirilmiş ve altı aylık bir süre ile inzivâya meyletmişti. Kureyş toplumundan soyutlanarak Hira’da bir halvet, inzivâ ve yalnızlık hayâtı yaşamıştı. Günler boyu evinden aldığı azıkla Cebel-i Nûr’a çıkar, oradaki Hira mağarasından kâh gecenin karanlığında semâyı ve onu süsleyen yıldızları, kâh yine oradan bütün ihtişâmıyla görünen Beytullah’ı/Kâbe’yi ve Harem’i seyrederdi.
Bu seyr ve müşâhede onun gönlünde dış dünyâyla irtibâtını azaltıp özündeki hakîkati görmeye bir hazırlık mesâbesindeydi. “Tefekkür, tezekkür ve tahannüs” diye adlandırılan derin duygu, düşünce ve vecdi ihtivâ eden bu ibâdet ortamında Allah Rasûlü âdetâ Cebrâil ile görüşecek ve vahy-i ilâhîyi telâkkî edecek bir konum için hazırlanmaktaydı. Gördüğü rüyâların sabah aydınlığı gibi aynıyla vâki olması, nübüvvetin ayak sesleriydi. Onlara “nübüvvetin kırk altıda biri” sayılan sâdık rüyâlar denirdi. Çünkü yirmi üç yıllık nübüvvet süresinin altı ayını, dolayısıyla kırk altıda birini teşkîl etmekteydi.
Allah Rasûlü Hira’daki süresi içinde zaman zaman âilesinin ihtiyaçlarını görmek ve kendisine azık temin maksadıyla Mekke’ye inse de vaktini daha çok burada halvet ve inzivâ ortamında geçirirdi.
Buhârî’nin Bed’ü’l-vahy başlığı altındaki ilk bâbında Âişe vâlidemizden gelen rivâyetle uzun uzun anlattığı bu süreç, vahy-i ilâhîye kalbî bir hazırlık süreciydi. Çünkü onun kalbine Kur’an indirilecekti. Nitekim öyle de oldu. Cebrâil (a.s.) ilk vahyi getirdiği zaman melek sûretinde görünüp ona: “İkra/oku” demişti. Peygamberimiz büyük bir heyecân ve şaşkınlık içerisinde: “Ben okumak bilmem” deyince Cebrâil onu tâkatsiz bırakıncaya kadar kanatlarıyla kucaklayarak sadır sadra, kalb kalbe sıkmış; muânaka etmişti. İkinci ve üçüncü defaki “oku” emrine de aynı cevâbı verince her defasında Cebrâil tarafından muânaka edilmiş ve âdetâ onun kalbine bu sırada vahy-i ilâhî ilkâ olunmuştu.5
Yukarıda meâlini verdiğimiz Şuarâ sûresindeki âyette geçtiği gibi Cebrâil’e Rûhu’l-emîn denilmesinin sebepleri vardır. “Cibrîl emîndir”; çünkü o, Allah’ın vahyi peygamberlere ulaştırmada güvendiği bir melektir. Rûhtur; çünkü kulların kalblerinin îmân, mârifet ve tâat nûruyla hayât bulmasına vesîle olmaktadır. Onun getirdiği vahiyde insanlığı cehâlet ölümünden kurtarıp mârifetle diriltme ve gönüllere hayât verme özelliği vardır. Şu âyet bu gerçeği ifâde etmektedir: “Dereceleri yükselten arşın sâhibi Allah, kavuşma günüyle korkutmak için kullarından dilediğine irâdesiyle vahyi indirir.”6
Genelde meleklere ruh ya da ruhlar/ervâh denilmesi, onların latîf ve nûrânî varlıklardan oluşundandır. Yaratılışlarındaki letâfet sebebiyle onlara bu isim verilmiştir. Cebrâil’in melekler içinde rûhâniyet ve letâfet konusunda ayrı bir yeri olduğundan ruh kelimesi sâdece ona alem olmuştur.
Kur’an Allah’ın kelâmı olduğundan O’nun, zâtı ile kâim bir sıfatıdır. Allah ona Arap lisânı ile lafız kisvesi giydirmiş ve onu Cibrîl’e indirmiştir. İnsanlar ile cinlerin ve diğer varlıkların Kur’an’ın öz ve gerçeklerine tasarrufunu önlemek için Cebrâil’i, ona emîn bir koruyucu kılmıştır. Kur’an’ı katından, olduğu gibi, Cebrâil ile Hz. Muhammed (s.a.)’in kalbine indirmiştir.
Kalb insanda idrâk, bilgi, sevgi ve ilginin merkezi olarak kabûl edilen rûhun fonksiyonlarından biridir. Kalb denilince her ne kadar ilk önce sol göğsün altındaki kalb-i sanevberî denilen çam kozalağı şeklindeki organ hatıra gelmekteyse de asıl kalb, rûhun fonksiyonlarından biridir.
Kur’an-ı Kerîm Hz. Peygamber’in kalbine, yirmi üç yıl boyunca defalarca gerçekleşen ve tenzîl denilen bir indirilişle yukarıdan aşağı doğru ve peyder pey gelmiştir. Kur’an’ın böyle indirilişi Rasûlüllah’ın bütün varlığını; zerreleri ile kuşatmasını sağlamıştır. Kalbe indirilen ve oradan zihne, organlara, lisâna ve hayâta yansıyan Kur’an, onun ahlâkına tesîr etmiş ve ahlâkının Kur’an olmasını temin etmişti.
Kur’an, Rasûlün kalbine isti’lâ/kuşatma yoluyla indirilmiştir. Çünkü “senin kalbinin üzerine” demek olan “alâ kalbike” lafzında geçen kelimelerde Kur’an’ın kalbi isti’lâ etmesi anlamı vardır. Âlemlerin Rabbı, Kur’an’ı Rûhu’l-emîn vâsıtasıyla onun kalbine indirmiştir; ki gönlünde tam bir emniyet hâsıl olsun ve böylece münzir/uyarıcılardan olsun. Kur’an tarafından isti’lâ edilen bir kalb, elbette Kur’an’ın aynası ve canlı modeli olacaktır. Nitekim Kur’an Hz. Peygamber hakkında: “Sen yüce bir ahlâk üzeresin”7 buyurarak davranışlarının Kur’an’dan yansıyan özelliğine vurgu yaptığı gibi, Hz. Âişe vâlidemizin onun ahlâkı hakkında soru soranlara: “Onun ahlâkı Kur’an’dı”8 şeklindeki cevâbı, Kur’an’ın kalbe indiriliş nüktesiyle açıklanabilecek husûslardandır.
“Senin kalbine….” ifâdesinde: “Ey Muhammed, Cebrâil onu senin kalbine ilkâ etti, sen de onu kalbinle aldın ve hıfzettin” mânâsı bulunmaktadır. Burada kalb özel olarak zikredilmiştir. Çünkü kalb, şuur ve tasdîkin mahalli, vahiy ve ilhâmın merkezidir. İnsan vücûdunda, ondan başka hitâb ve feyze lâyık bir organ yoktur. Bu yüce rütbe ve yüksek lütuf, diğer peygamberler arasında Hz. Peygamber (s.a.)’e özel olarak verilmiştir.
“Münzir/uyarıcı” yasaklananları yapmaktan veya emredilenleri terk etmekten çekinmeyen kimseleri azâba düşmelerine sebep olacak şeylerden korkutan ve Kur’an’ın indirilmesinin hikmet ve maslahatını açıklayan demektir. Münzir/uyarıcı ve beşîr/müjdeci ikisi birlikte kullanılan Peygamberimiz’e âid iki özelliktir. Burada sâdece “münzir”in zikredilmesi, beşîr kelimesini de kapsamaktadır. Çünkü burada inzâr/uyarma, asıl olarak görülmüştür. İki özelliği olan şeylerin bir boyutunun zikredilmesi, diğer boyutunu da kapsar. Yâni münzir özelliği anılan Peygamberimiz’in, bu özelliği zikredilmekle beşîr/müjdeci özelliği de kasdedilmiş olur.
Peygamberler arasında vahiy ve kitap, doğrudan kalbine indirilen sâdece Hz. Muhammed (s.a.)’dir. Çünkü daha önceki peygamberlere vahiy, sahîfe/suhuf ve levhalar hâlinde bir bütün olarak sûretlerine indirilmiştir. Bâzı müfessirlerin ifâdesine göre Hz. Mûsâ’ya verilen levhalar, onun kalbine indirilmiş olsaydı o, onları kızgınlık hâlinde atmayacak ve ayrıca ledün ilmini9 öğrenmek için Hızır aramaya ihtiyaç duymayacaktı.10
Kur’an’da bu konuya şu ifâdelerle işâret buyrulmaktadır: “Mûsâ, kızgın ve üzgün bir hâlde kavmine dönünce: «Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabb’inizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?» dedi. Tevrât levhalarını yere attı ve kardeşi Hârun’un başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Hârun: «Anam oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle bir tutma!» dedi.”11
Vahyin kalbe inmesi, onun harekete geçmesi ve vahy-i ilâhîye olan isteğin şiddetini artırması demektir. Vahiy ile oluşan istiğrâk hâlinin Hz. Peygamber’i kuşatması anlamına gelmektedir. Kalbe inen vahiy, oradan anlayış ve idrâk ile kulağa; yâni duyu organlarına intikâl eder. Bu yukarıdan aşağı doğru bir iniştir. Vahiy önce kalbe indiği için kulaktan kalbe inmesini ve kalbde eyleme dönmesini beklemeye hâcet kalmaz.
Halk ise ilâhî kelâmı önce kulaklarıyla işitirler. Böylece vahiy onların ilk kez organlarına, sonra anlayışlarına, sonra kalblerine tenezzül ile iner. İşte bu aşağıdan yukarıya doğru bir terakkî demektir. Bu iki durum etki, kuşatma ve harekete geçirme bakımından birbirinden farklıdır.
Kalbin safvet ve rikkat sâhibi oluşu ile kasvetten sâlim bulunuşu iki özellikle belli olur: Haşyet ve rahmet. Haşyet, ilme dayalı, saygı ve kaygı ihtivâ eden korkudur. Nitekim Kur’an’da: “Allah’tan gerçek mânâda ancak âlimler/ârifler haşyet eder/korkar”12 âyetinde korku, haşyet kelimesiyle ifâde edilmiştir. Allah Rasûlü de içinizde: “Allah’tan en çok korkanınız benim”13 ifâdesinde haşyet kavramını kullanmaktadır. Haşyet Allah ile ilişkilerde saygıyı önceleyen bir korku ve kalbin kasvetine engel bir duygudur.
Kalbin kasvetten uzak olduğunu ifâde eden ikinci özellik rahmet/merhamettir. Merhamet Allah’ın Rahmân isminin tecellîsinden pay, gönül ile Rahmân arasındaki irtibâttan nasîb almaktır. Allah Rasûlü bu iki özelliği zirvede olan nümûne bir kâmil insandı. Bu gerçeğe bağlı olarak Kur’an’ın kalbe ve gönle yerleşmesi, çok ayrı bir anlam ve önem ifâde etmektedir.
Sûfîler, kalbi haşyet ve rahmet meşheri hâline getirmek için büyük çaba sarfederler. Kur’an okuma ve namazdaki kırâat âdâbının bile bu açıdan ayrı bir yeri vardır. Namaz esnâsında riâyet edilmesi gereken kırâat âdâbından biri, Kur’an’ı kalb ve gönül duyarlılığı içerisinde okumaktır. Namaz kılan kimse kırâat sırasında Kur’an âyetlerini gönül kulağıyla âdetâ Allah’tan dinliyormuş gibi, ya da Allah’a okuyormuş gibi okumalıdır.14
Bütün bunlardan gâye gönüllerin vahyin aydınlığına ermesi, kalblere inen bu aydınlıkla Rasûlüllah modelinde müşahhas kemâliyle buluşmasıdır.
Dipnotlar: 1) Âl-i İmrân, 3/7. 2) en-Necm, 53/6-7. 3) el-Bakara, 2/97. 4) eş-Şuarâ, 26/192-195. 5) Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 3. 6) el-Mümin, 40/15. 7) el-Kalem, 68/4. 8) Müslim, Müsâfirîn, 139; Hâkim, el-Müstedrek, II, 426/3481; Beyhâkî, Delâilü’n-nübüvve, I, 277. 9) el-Kehf, 18/65. 10) Bkz. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, V, 3644. 11) el-Arâf, 7/150. 12) Fâtır, 35/28. 13) Buhârî, Edeb, 72, Nikâh, 1; Müslim, Fedâil, 127, Nikâh, 5. 14) Serrâc, el-Luma’, trc: H. Kâmil Yılmaz, s. 160.