Altınoluk Dergisi, 1998 – Agustos, Sayı: 150, Sayfa: 007
Bazılarınca iyi niyetli bir biçimde dînî hayatı bid’at, hurâfe ve İsrâiliyyat’tan temizlemek olarak görülen; bazılarınca Hz. Peygamber ve sünneti devre dışı bırakacak bir aşırılığa vardırılan “Kur’ân İslâm’ı” dergimizin bu sayısına kapak konusu oldu.
Biz de kapak konusunu kendi sahamızla ilgili olarak şöyle bir tarama ve tasavvufla alâkalı iddiâlara bir de Kur’ân açısından bakma gereği hissettik. Tasavvuf ve diğer İslâmî ilimler gerçekten Kur’an ekseninden uzaklaşmışlar mı, yoksa sabit ayağını bu merkeze koydukları pergellerini geniş bir alanda mı dolaştırmışlar? Sufiler Kur’an’a nasıl bakıyorlar?
İlk tasavvuf klasiği sayılan el-Luma’da sufilerin Kur’an hakkında değerlendirmelerini ihtiva eden bir bölüm yer almaktadır. (bk. İslam Tasavvufu, s.69-89) Bu bölümde müellif, bizzat Kur’ân’ın kendisini, mü’minlere şifâ ve rahmet olarak takdim ettiğini (el-İsrâ, 17/82), hikmetlerle dolu bir kitap olduğunu söylemektedir (Yâsîn, 36/2). Kur’ân’ın en uzun sûresi Bakara’da Allâh Teâlâ, Kur’ân’ı “kendisinde şüphe olmayan, gayba inanan takvâ ehli kişilere doğru yolu gösterici olarak” tanımlamaktadır (el-Bakara, 2/3). Kur’ân’ın gösterdiği doğruyola (akvem) ulaşmanın en sağlam şekli, onu tedebbür, tefekkür, uyanık bir kalb ve diri bir gönülle okumaktır.
Kur’an’ın kendisini takdim ettiği ifadelerle onu hayat eksenine bir şifa ve rahmet olarak oturtan sufiler hayatlarını Kur’an merkezli tanzim etmeye özen göstermişlerdir.
Tasavvuf, insanın Allah ile, insanlarla ve dünya ile ilişkilerinde taşıdığı veya taşıması gereken manevi duygulardır. Tasavvufun adı ve kurumsallaşması, her ne kadar bir takım tartışmalara konu edilse bile, muhtevası hususunda herhangi bir şüphe ve endişe yoktur.
İnsanın Allah ile ilişkileri bahsinde Kur’an’ın tarif ettiği takva tasavvufun sebe-bi vücududur dense sezadır. Takvâ, ihsân ve ihlâs, Kur’ân’ın, insanın gönül dünyâsına koymayı gerekli gördüğü üç önemli değerdir. Kur’ân’da insanları takvâya çağıran (el-Bakara, 2/40, 41, 66; Âl-i İmrân, 3/75) ve İhsân duygusuna erenlerin, muhâcir ve ensârdan sonra önde gelen müslümanlar arasında bulunacaklarını açıklayan âyetler (et-Tevbe, 9/100) vardır.
Âyetlerde oruç ve kurban emredilirken bu iki ibadetin takvâya erdirici özelliklerine dikkat çekilmektedir. Zekatın bizzat kendisinin taşıdığı arıtma anlamı aslında insan nefsini cimrilik ve bencillik gibi kötü duygulardan arıtma anlamı taşımaktadır.
Namaz için “huşû” şartından bahsedilmektedir Kur’ân’da. Kurtuluşu hak eden mü’minlerin, ancak namazlarını huşû ile kılanlar oldukları ve onların da yararsız boş şeylerden yüz çevirdikleri (el-Mü’minûn, 23/1-3) anlatılmaktadır. Sûfîlerin anlayışına göre, bu âyette geçen lağv kelimesi Allah’dan gayrı kalbe giren herşey olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla huşu için şart görülen lağvden uzak bir namaz, sadece Hakk ile huzur halinde bir kalb ile kılınacak namazdır. Sufilerin fakihlerden farklı olarak namazın şartı gördükleri huşu duygusu aslında namazın en erdirici vasfı olarak geçmektedir Kur’an’da. Bu da sufilerin Kur’an ayetlerini daha hassas bir biçimde anlamaya çalıştıklarının göstergesidir. Kur’an’ın Allah ile ilişkilerde temel şart olarak gördüğü bu vasıflar tasavvufun temel şartları olduğuna göre bunlardan sarf-ı nazar edilemeyecği açıktır.
Tasavvufun telkin ettiği insanlarla ilişkinin manevî ve kalbî boyutu Kur’an’da Hz. Peygamber’in şahsında merhamet ve şefkat olarak sunulmuş ve nefsi aşmak suretiyle insanların diğergâmlık özelliklerine erebileceği anlatılmıştır. Aslında insani ilişkileri gölgeleyen ve ayakları kaydıran en önemli engel, nefs ve şeytandır. Kötü huyların merkezi ve temel kaynağı bu ikisidir. Kur’ân’da şeytan ve nefs konusunda uyarılmaktadır insanoğlu: “Şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın” (Fâtır, 35/6). “Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?” (el-Câsiye, 45/23) “Nefs, şüphesiz kötülüğü çok emredicidir” (Yûsuf, 12/53).
Kur’ân, kötülüğün merkezi kabul edilen nefs ve hevânın tezkiye ile arıtılacağını (bk. eş-Şems, 91/9) itmînâna erdirileceğini (el-Fecr, 89/27) anlatmaktadır. Kur’ân, tezkiye işini peygamberlere has kutlu bir görev olarak görmekle birlikte (el-Bakara, 2/129; el-Cum’a, 62/2), kalb tasfiyesinden de bahseder.
İnsanın manevi hayatına konu olan alanlardan biri de kalbin dünya ve masivaya olan meyli ile alakalı konulardır. İçi çıfıt çarşısı gibi fanilerin sevgi ve hazzı ile dolu bir kalb elbette Hakka açılamaz. Çünkü Kur’ân, kalb-i selîmden bahsetmekte ve bunun âhırette evlâd ve malın para etmediği sırada işe yarayacağını anlatmaktadır (eş-Şuarâ, 26/88-89). Kalb-i selîm, içinde Allâh’dan başkasına yer olmayan kalbdir. Yâni içinde dünyâya ve fânî değerlere âid bir tutku taşımamak, kalb selâmetinin bir şartı olmuş oluyor. Bunun yolu da, dünyâ ilgi ve sevgisinden uzaklaşmadan geçiyor.
Kur’ân’da dünya konusundaki duyarlılığı artıracak pek çok uyarı vardır: “Dünyâ metâı önemsiz, âhıret ise takvâ ehli için daha hayırlıdır” (en-Nisâ, 4/77). “Bunlar, dünyâ hayatının geçici nîmetleridir. Halbuki varılacak yer, Allâh’ın katındadır” (Âl-i İmrân, 3/14). “Dünyâ hayatı, bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir” (el-En’âm, 6/32). “Bu dünyâ hayatı, aldatma metâından başka bir şey değildir” (Âl-i İmrân, 3/185). “Kim âhıret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünyâ kârını istiyorsa, ona da dünyâdan bir şeyler veririz” (eş-Şûrâ, 42/20). “Azana ve dünyâ hayatını tercih edene cehennem tek barınaktır” (en-Nâziât, 79/37-39).
Tasavvuf ve mânevî hayatın temelini teşkil eden zühdün esası, dünyâdan ve dünyâ nîmetlerinin kalbi meşgul etmesinden kurtulmak için dünyâyı küçümsemek ve ona değer vermemektir. Âhıretin dâimî ve ebedî olduğunu bilip dünyânın geçici câzibesine ve fânî nîmetlerine aldanmamaktır. Kur’ân âyetleri, bunu âmir bulunmaktadır.
Kur’ân’da zikri geçen ıstıfâ veya tasfiye kavramını sûfîler, biri peygamberlere, diğeri mü’minlere âid olmak üzere iki tür olarak görürler. Peygamberlerin ıstıfâ veya tasfiyesi, ismet, vahiy ve teblîğ-i şerîatle olur. Mü’minlerin ıstıfâ veya tasfiyesi, temiz muâmele, hüsn-i mücâhede ve hakîkate sarılmakla olur. Kalbin tasfiyeye erip safvet kazanması ve itmînâna ermesi de, yine Kur’ân’ın beyânına göre zikirledir: “Dikkat edin, gözünüzü açın; kalbler ancak Allâh’ın zikri ile itmînâna erer” (er-Ra’d, 13/28). Kur’ân’da 250 küsûr yerde geçen zikir kelimesi, bu işin önemini göstermekte ve inanan kimsenin zikirsiz olamayacağını belirtmektedir. Kur’an göz ve kulak gibi kalbin de yaptığı işlerden sorumlu olduğunu haber vermektedir (el-İsra, 17/37).
Bunlardan başka kalb eylemi sayılacak tevekkül, rıza, teslimiyyet, tevbe, inabe, sıdk, sabır, şükür kanaat gibi konular Kur’an’ın talim ettiği ve insanın mutluluğu için gerekli gördüğü hususlardır. Bunları nazar-i itibara alarak meseleye baktığımızda, tasavvufun kurumları ile olmasa bile, kavramları ve muhtevası ile Kur’ani bir ilim ve müessese olduğunu görürüz.
Kur’an merkezli yola çıktığımızda ana ilkelerinden bir kesit sunduğumuz hususların hiçbirisinden sarf-ı nazar etmek mümkün değildir. Ayrıca Kur’an’ın sadık ve salih insanlarla beraber bulunmayı emreden emri (et-Tevbe), ile nefsine karşı zalim olanlardan uzak durmayı emreden hükmü tasavvufun kurumsallaşmasının bir mesnedi olarak görülebilir.
Kur’an’daki İslam’ı özlediğini ve bunu savunduğunu söyleyenler herhalde Kur’an’da kendi dünyalarına ve hülyalarına uygun bir İslam düşleyerek bunu söylemiyorlarsa Kur’an bütünüyle böyle bir tasavvufi hayatı da önümüze koymaktadır.