Altınoluk Dergisi, 2010 – Aralık, Sayı: 298, Sayfa: 011
Yüce dînimizin temel hedefi, insanların hem Allah ve insanlar ile, hem de diğer canlı-cansız varlıklar ve eşyâ ile ilişkisini “adl” üzere düzenlemektir. Kur’an’daki adl emriyle, her şeyi yerli yerine koymak, hak sâhibine hakkını vermek ve orta yolu izlemek kasdedilmektedir.1 Temel vasfı kulluk olan insanın diğer varlıklara karşı belli esâslar çerçevesinde davranması ve insanlara ezâ verecek şeyleri ortadan kaldırması îmânın gereği sayılmaktadır. Nitekim bir hadîste şöyle buyrulmuştur: “Îmân, yetmiş şu kadar şûbedir. Bunun en yukarı derecesi Allah’tan başka ilâh yoktur demek; en aşağı derecesi ise yolda insanlara ve diğer varlıklara engel olan, eziyet veren şeyi ortadan kaldırmaktır.”2
İnsanoğlunun en büyük zaafı, kendi nefsânî arzularına göre kural tanımadan yaşama temâyülüdür. Çünkü insanın temel içgüdüsünde na’linci keseri gibi sürekli kendine doğru yontan ciddî bir zaaf vardır. Allah Teâlâ beşerî münâsebetlerin en somut biçimde yaşandığı ticârî konularda vaz’ettiği temel esâslarla bütün sosyal ve insânî münâsebetleri düzenleyecek kurallar koymuştur. Nitekim bu konudaki âyetlerde şöyle buyrulur: “Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terâzi ile tartın. Bu hem daha iyidir, hem de sonucu bakımından daha güzeldir.”3 “Ölçü ve tartıyı adâletle yerine getirin.”4
İlk âyette hükmün ölçtüğünüz zaman ifâdesi ile kayıtlanması, eksik ölçmenin bir şey satma; yâni menfaat ilişkisi sırasında oluşundandır. Satın alma sırasında bunu belirtmeye ihtiyaç yoktur. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Yazıklar olsun ölçü ve tartıya hile karıştıranlara! Onlar insanlardan bir şey aldıklarında tastamam ölçerek alırlar. Satarken ise eksik ölçüp tartarlar. Onlar büyük bir günde hesap vermek için diriltileceklerini hiç mi akıllarına getirmezler? O öyle bir gündür ki insanlar, âlemlerin Rabbının katında dîvan duracaklardır.”5
Aslında dünyâ hayâtındaki sosyal münasebetlerin hepsi ticârete benzer. Nasıl ki insanlar ticârette alırken ve satarken kazanmak hırsıyla birtakım yanlışlara kapılıp hak ve adâlet terâzisini tam olarak kullanmakta zorlanırlarsa, aynı şekilde beşerî münâsebetlerde de çıkarlarına âid husûslarda kendilerini sürekli haklı görüp baskı kurarak karşısındakinin hukukunu görmezden gelmek gibi yanlışlar yapmaktadır.
Adâlet ve terâzi emrinden, insanlara rızâlarının olmadığı durum ve konumlarda zulm ve gadretmenin Allah’a karşı bir isyân ve sonuçta insanın kendi kendine yazık etmesi, anlaşılmaktadır. Allah Teâlâ’nın önümüze ticârî ilişkilerde ve beşerî münâsebetlerde terâziyi ya da hak ve adâlet ölçüsünü dengeli kullanma gereğini bir âhiret meselesi olarak koyması çok câlib-i dikkattir. Bu dünyâda gadr ve zulm ile başkalarının hakkını gasbedenin, hesap gününde çok ağır bedeller ödeyeceği hem Kur’an âyetlerinin, hem de Hz. Peygamber’in hadîslerinin sıklıkla vurguladığı konulardır.
Şu hadîs, bu konudaki en çarpıcı örneklerden biridir. Allah Rasûlü ashâbına: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb-ı kirâmdan bâzıları: “Bizim aramızda müflis, parasını ve malını kaybeden kimsedir” dediler. Bunu üzerine Rasûlüllah (s.a.) buyurdu ki: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevaplarıyla gelir. Fakat ona buna sövmüş, kimilerine zinâ iftirâsı yapmıştır. Bâzı kimselerin malını yiyip bâzılarının kanını dökmüştür. Kimilerini de darbetmiştir. Böyle birinin iyiliklerinin sevapları hak sâhiplerine verilince üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biter. Bu sefer hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilerek cehenneme atılır. İşte müflis budur.”6
Böyle bir müflis kendisinden kul haklarının tahsil edildiği dehşetli kıyâmet gününde amel defterine baktığında kazandığı ve kurtuluşu için ümid beslediği sevaplarının silindiğini görecek ve paralarını başkalarına kaptıran müflis tüccârın “servetim ve paralarım” demesi gibi “amellerim ve sevaplarım” diyerek üstünü başını parçalayacaktır. Bunların temelinde gaflet, dikkatsizlik ve âhiret endişesinden uzak yaşayarak hak hukuk tanımazlık vardır.
Kıyâmet günündeki hesaplaşmanın dehşetini anlatan Allah Rasûlü’nün yukarıdaki hadîsinden başka boynuzsuz koyunun boynuzludan hakkını alacağı hadîsi de câlib-i dikkattir.7 Sâdece insanlar birbirlerine yaptıkları zulüm ve haksızlıklardan değil, diğer varlıklar da kendi içlerinde ve insanlarla hakları açısından hesâba çekileceklerdir. O dehşet gününde hayvanların birbirinden ve insanlardan haklarını aldıktan sonra tekrar toprak olmalarına yönelik ilâhî emrin tecellîsi ardından rabbânî hakîkatlere kapalı gözlerin ve küfürle mâlûl kalblerin sâhiplerinin tahassürle uyanıp içlerinin burkulacağını Kur’an şöyle haber vermektedir: “İnkârcı kâfir diyecek ki keşke toprak olsaydım.”8
İnsanların amel defterlerinde günahlarının üç nev’î olarak tasnif edildiği anlaşılmaktadır:
İlk sırada küfür ve şirk gibi günahlar yer alır ki bunlar asla affedilmez.
İkinci sırada Allah Teâlâ’ya karşı küfür ve şirk dışında işlenen günahlar vardır ki bunlar affedilebilir.
Üçüncü sırada ise kul haklarına karşı işlenmiş günahlar yer alır. Bunlar asla karşılıksız bırakılmaz. Hak sâhipleri haklarını almadıkça hesap işlemi tamamlanmaz.
Bu konulardaki âyet ve hadîsler Müslümanların din kardeşleriyle olan ilişkilerinde hak mefhumu konusunda duyarlıklarını arttırmakta, ticârî ilişkilerden komşuluğa, borç alışverişinden yolda yürüyüşe kadar hassâsiyet kesbetmesini gerekli kılmaktadır. Çünkü takvâ ehli bir Müslüman, din kardeşinin haklarına saygı göstermedikçe kendisini beşerî münâsebetler terâzisine hile katmış sayar. Çünkü söz konusu âyetlerin doğru tartıp ölçmesini istediği terâzi, sâdece kantar, gram ve metre değil, aynı zamanda adâlet ve insâf terâzisidir.
Tevbe ve istiğfarda kul hakkına taalluk eden günahın mutlaka hak sâhibiyle helâlleşmek sûretiyle gerçekleşeceği kaydı, kul hakkının tevbe ve istiğfar ile giderilemeyeceği gerçeğini ve önemini anlatmaktadır. Burada şu ilkeyi göz önünde bulundurmak gerekir: “Affetmek büyüklük, başkasının hakkını zâyi etmek ise zulümdür.” Allah Teâlâ azamet ve kibriyâsına yakışır bir biçimde kulunun kendisine taalluk eden haklarını bağışlar, ama huzûruna bir başkasının hakkıyla gelen kimseyi ise -hak sâhibinin hakkını zâyi etmemek için- bağışlamaz. Kur’an-ı Kerîm’deki: “Kim zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını görür”9 âyeti kul hakkına taalluk eden günahları kapsamaktadır.
Kul hakkının kapsamının genişliği sebebiyle Peygamberimiz bu konuda duyarlılık göstermiş ve vefât hastalığı sırasında mescide çıkıp minberden nasîhatler ettikten sonra halka hitâben: “Kimin ben de bir hakkı varsa, altın ve gümüşün bir işe yaramadığı günde, benden isteyeceğine şimdi çıkıp istesin”10 buyurmuştur.
Ayrıca Allah Rasûlü cenâze namazları sırasında ölenin borcunun olup olmadığını sorardı. Varsa borcun mîrâstan ödenmesini talep ederdi.11 Bugün cenâzelerdeki helâllik geleneği asr-ı saâdetteki bu uygulamaların bir devamı olsa gerektir. Ancak helâllik almada sâdece ritüel olarak helâllik almak yerine fiilen de borcun ödenmesi gerekir.
Kul hakkından sakınıp bu konuda duyarlılık sâhibi olabilmenin en önemli etkenlerinden birisi kulun zulüm ve haramla rızkının artmayacağına; sayısal olarak artsa bile bu tür bir artışın genellikle musîbet ve felâketlerle elden çıkacağına ve kul hakkının asla bereket getirmeyeceğine inanmakla olur. Bir başkasının âhının olduğu maldan nasıl bereket ve huzûr beklenebilir ki?
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de hem kendisine küfür ve inkârda bulunanlara, hem de kul hakkını ihlâl edenlere zâlim adını vererek lânetlemiştir: “O gün bir melek herkesin duyacağı bir sesle bağırıp haberiniz olsun ki Allah’ın laneti zâlimler üzerinedir.”12
Kul hakkı konusundaki duyarlılıklar dünyevî hayâttaki huzûru sağladığı gibi âhiret mutluluğunun da teminatıdır. Nitekim eliyle, diliyle, gözüyle ve sözüyle başkalarını incitmenin kul hakkına taalluk ettiğini bilen; eline, diline, gözüne ve gönlüne sâhip olur. Toplum hayâtında her türlü imkânı başkalarını rahatsız etmeden kullanabilme becerisi bu duyarlılığı kazanmaya bağlıdır. Çünkü başkalarını rahatsız etme endişesi taşımayan; yaptıklarının başkalarını inciteceğini düşünmeyen kimse, kolaylıkla kul hakkına giriverir. Başkasının apartmanın ve evinin önüne rızâsı olmadan arabasını park ediverir. Trafikte kuralların kendisine vermediği hakları uyanıklıkla gasbetmeye çalışır, önüne geçtiği ya da sıkıştırdığı insanların haklarını ihlâl ettiğini düşünmez. Evinin saçağından ya da balkonundan akan suyun başkasının bahçesine ya da arabasına zarar vermesini önemsemez.
Bizde kul hakkı denilince genellikle doğrudan başkasının malına ve canına taalluk eden haklar ile onlara verilecek zarar hatıra gelmektedir. Oysa ki kul hakkının içine insanları incitebilecek her türlü davranış girmekte; sözden, bakış ve sû-i zanna kadar hepsi bu kapsam içinde yer almaktadır. Hattâ çevreyi, ekolojik dengeyi korumaya riâyet etmeyen; suya, havaya ve toprağa iyi davranmayan insanları bile aslında bu kapsam içinde görmek gerekir.
Bâzen farkında olarak, bâzen farkında olmadan gaflet ve dalgınlıkla irtikâb edilen bütün bu yanlışlar, insanlar için bir âhiret problemidir. Amellerin tartıldığı hesap gününde insanları mânen iflasa götürüp müflis duruma düşürebilir. Müflis olmaktan kurtulmanın yolu Allah’a karşı muhlis bir kul, insanlara karşı mûnis bir dost ve arkadaş olarak kul hakkına riâyetten geçer. Dipnotlar:
1 en-Nahl, 16/90. 2 Müslim, Îmân, 58. Ayrıca bkz. Buhârî, Îmân, 3; Ebû Dâvûd, Sünnet, 14; Neseî, Îmân, 16; Tirmizî, Birr, 80; Îmân, 16; İbni Mâce, Mukaddime, 9. 3 el-İsrâ, 17/35. 4 Hûd, 11/85. 5 el-Mutaffifîn, 83/1-6. 6 Müslim, Birr, 59. Ayrıca bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 2. 7 Müslim, Birr, 60; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, Müsned, II, 235, 323, 372, 411. 8 en-Nebe, 78/40. 9 Zilzâl, 99/8. 10 Buhârî, Mezâlim, 10, Rikâk, 48. 11 Mevsılî, el-İhtiyâr, V, 85, 86. 12 el-A’râf, 7/44.
İmam-ı Azam ve Mecusi
Rivâyete göre İmam Azam Ebû Hanife kendisine borçlu bulunan bir mecûsiden alacağını istemek üzere gitmiş. Mecûsinin evinin kapısına geldiğinde ayakkabısına bulaşan pisliği silkeleyince pislik, mescûsinin duvarına sıçramış. İmam Azam kendi kendine: “Ne yapsam?” diye düşünmeye başlamış. “Pisliği duvarda bıraksam mecûsinin evini kirlettim. Kazısam pislikle birlikte duvarın toprağını da kazıyacağım, bu da uygun değil” diye düşünmüş ve mecûsinin kapısını çalmış. Kapıyı açan hizmetçiye: “Ev sâhibine Ebû Hanife’nin kapıda olduğunu söyle” demiş. Ebû Hanife’nin geldiğini öğrenen mecûsi onun, borcunu istediğini zannederek özür dilemeye başlamış. Mecûsinin mahcûbiyeti karşısında Ebû Hanife: “Özür dilemesi gereken varsa o da benim. Duvarını kirlettim, bunu nasıl temizleyebilirim diye sormuş. Ebû Hanife’nin kul hakkına saygılı bu tavrı mecûsiyi etkileyerek: “İzin verin, önce ben kalbimi temizleyeyim, duvarı nasıl olsa temizleriz” demiş ve Müslüman olmuş.
Bir başka hikayede ise, bir ineği olan ve onun sütüne her gün su katıp satan adamın durumu anlatılır. Adamcağız bir gün gelen selle ineğini kaybetmiş ve şu dikkat çekici sözleri söylemiştir: “Ben bunu kendi kendime yaptım; yâni kendim ettim, kendim buldum. Her gün süte kattığım sular sel oldu ve bu sel de gelip ineğimi aldı.”