Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Kişinin Sermayesi Kalbi ve Vaktidir

Altınoluk Dergisi, 1989 – Subat, Sayı: 036, Sayfa: 022

Adı Muhammed bin Ali, künyesi Ebû Abdullah, lakabı el-Hakîm, nisbesi et Tirmizî. Horasan yakınlarında Tirmizi’de doğdu. Küçük yaşlardan itibaren ilim ve hadis rivayetiyle meşgul oldu. Yirmi yedi yaşında iken hacc için Mekke’ye gitti. Bağdat’ta bulundu. Tövbesini yeniledi ve uzun yıllar dünya gailesinden kurtulmak için zühd ve riyazat hayatı yaşadı, sahralarda dolaştı. Ebû Türab en-Nahşebî, Ahmed bin Hadraveyh ve ibnu’l-Cella’nın babası Yahya el-Cella gibi meşhur mutasavvıflardan feyz aldı. Horasan’ın ünlü şeyhlerinden biri oldu. H. 300/m. 929 yıllarında öldü. Hatmu’l-evliya, İlmu’l-evliya, Beyanu’l-fark gibi eserleri günümüze kadar gelen Tirmizî’nin fikir ve görüşleri Gazzalî, Kuşeyri ve İbn Arabî gibi büyük mutasavvıflara kaynaklık etmiştir.

Hakim Tirmizi, ömründe bir kere de olsa Allah’ın çizdiği ilahî sınırları çiğneyip harama düşen kimseye “alim” denilemeyeceğini söylerdi. Bir müslümanı küçümsemenin iman ve marifet noksanlığından kaynaklandığım ifade ederdi.

Sordular:

İnsan nedir? Şu karşılığı verdi:

Ap âşikar bir zaaf, bununla birlikte geniş bir iddia.

Derdi ki:

Kişinin sermayesi kalbi ve vaktidir. Kalbini zanlarla dolduran, vaktini malayanî ile öldüren kimsenin sermayesi nasıl kazanç elde etsin?Allah’a en yakın olan kalp, fakirlerle düşüp kalkmaya razı olan ve fanî olana Baki olanı tercih edendir.

” O’nun anlayışına göre zikr-i ilahînin kalbi yumuşatan ve serinleten bir özelliği vardı. Zikr-i ilahîden boş olan bir kalbe nefs harareti ve şehvet ateşi isabet ederek onu kasvetlendirir ve kurutur. Kalp kasvetlenip kuruyunca azalar esnekliğini kaybederek taattan geri kalır. Çünkü onlarda kurumuştur. Böyle bir durumda organlar taat’a yönlendirilecek olsa, kuru ağaç dalları gibi, eğilmek istemezler. Aslında kuruyan ağacın hakkı kırılıp ateşe odun yapılmak değil midir? Öyleyse ibadet konusunda organların yumuşak ve esnek olabilmesi için kalbin zikr-i ilahî ile yumuşatılması gerekir.

Hakim Tirmizi’ye göre kalpte nur ile birlikte mutlaka rahmet-i ilahiyye de bulunur. Kul zikre devam ettikçe rahmet-i ilahiyye de yağmur gibi inmeye devam eder. Fakat gaflet hali arz olunca, rahmet-i ilahiyye kesilir. O’na göre kurtuluş, amellerin çokluğunda değil, amellerdeki ihlas ve amelin güzelliğindedir.

Dünyada en ağır yükün ve en büyük borcun minnet yükü ve minnet borcu olduğuna inanır, şöyle konuşurdu: “Dünyada iyilikten daha ağır bir yük yoktur. Çünkü sana iyilik yapan seni iyice bağlamış, eziyet eden ise seni azad etmiş sayılır.”

Ona göre akıllılık ölçüsü Allah’tan sakınmak ve nefsi hesaba çekmekti. Ubudiyet (kulluk) sıfatlarını bilmeyen kimsenin maneviyat yolunda ilerlemek anlamında rabbaniyet sıfatlarından haberdar olması imkansızdı.

Beş grup insanın salahının beş ayrı yerde olduğunu söyler ve şöyle konuşurdu.Çocukların salah yeri mektepler, yol kesicilerin salah yeri hapishaneler, kadınların salah yeri evleri, gençlerin salah yeri ilim meclisleri, ihtiyarlarınki ise camilerdir.

Allah Teala kullarının rızkını garanti etmiş ve onlardan kendisine güvenmelerini istemiştir (tevekkül). Allah sevgisinin alameti O’nun zikriyle meşgul olmaktan hoşlanmaktır.

Mümin ile münafık arasında şöyle bir fark bulunduğunu ifade ederdi: Müminin sevinci yüzünde, hüznü gönlündedir. Münafık’ın ise hüznü yüzünde, sevinci gönlündedir.

Dünya hakkındaki değerlendirmesi ise şöyleydi: Dünya, sevdalılarına göre gelin, zahitlere göre ayna hükmündedir. Dünya sevdalıları o gelini süsleyip güzelleştirmeye çalışırlar. Zahitler ise ona ayna gibi bakarak, afet ve fitnesini gördüklerinden, uzaklaşırlar.

Ona göre murakabenin her an seni görüp gözeten Allah’a, şükrün nimetleri hiç kesilmeyen Yüce Halık’a, huzû ve boyun kesmenin egemenliği altından çıkmaya iktidarımız bulunmayan Ulu Melik’e ait olduğunu bilmek gerekirdi. Kalplere hakimiyet kamil bir haşyetle, nefslere hükümranlık ise tam bir takva ile olurdu.

Kaygısı din olanın bu kaygısı hürmetine bütün dünyevi işleri dînî hale gelir, kaygısı dünya olanın ise bu bedbahtlığı sebebiyle bütün dînî işleri dünyevî hale dönüşürdü.

Halka hizmet, Hakk’a hizmetin şartı bulunduğundan halka hizmetin esasını tevazu ve teslimiyet olarak tespit etmişti.

Vera’sız nafaka ile; yani haram-helal, mekruh-şüpheli demeden elde edilen kazançla geçinen kimsenin neticede fıska düşeceğini, yani haram ve günah işleme meyli göstereceğini söylerdi.

-rahmetullahi aleyh-

Kaynaklar: Sülemî, Tabakatu’s-süfiyye, s. 217-220; Hılyetu’l-evliya, X, 223-225; Kuşeyrî, er-Risâle, l, 139; Keşfu’l-mahcüb, l, 353, II, 442-477; Sıfatu’s-safve, IV, 167-168; Şaranî, et-Tabakatu’l-kübra, l, 78: Münavî, el-Kevakibu’d-dürriyye, II. 45-46; Atlar, Tezkiretu’l-evliya. (trc. S.Uludağ), s. 558-573; Nefehâtu’l-üns, (trc. Lamiî Çelebi), s. 169-170.