Altınoluk Dergisi, 1988 – Kasim, Sayı: 033, Sayfa: 014
Adı Cüneyd bin Muhammed, künyesi Ebu’l-Kasım nisbesi el-Bağdadi. Ailesi aslen Nihâvendli Babası ticaretle uğraşırdı. Cüneyd Bağdad’da doğdu ve orada yaşadı. Fıkıh, hadis ve tasavvuf ilimleriyle meşgul oldu. Tasavvufta ilk üstadı, dayısı Seriy es-Sakati’dir. Ebu Ubeyd’den hadis, Ebu Sevrden şafii fıkhı okudu. Haris el-Muhasibi Muhammed bin Ali Kassab ile görüştü. Maruf el-Kerhi ve Ebu Hafs Haddad’in sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf ve tarikatlerde “Seyyidu’t-Taife” unvanı ile anıldı. “Ser-halka” yani kolbaşı sayıldı. Sünni tasavvuf ekolünün en önemli simasıdır. 297/909 yılında Bağdad’da öldü.
Cüneyd, küçük yaşlardan itibaren tasavvufa yatkın bir yapıya sahipti. Dayısı Seriy, onun bu özelliğini geliştirdi. Nitekim yedi yaşlarında iken dayısı, yanında bulunan bir toplulukla şükür üzerine sohbet ediyordu. Cüneyd’e seslenerek sordu:
Oğlum, şükür nedir? Cüneyd şu karşılığı verdi:
Allah’ın nimetlerinin ona isyanda kullanılmamasıdır.
Seriy bu cevaptan çok hoşlandı ve ona:
Oğlum, korkarım senin Allah’tan en büyük nasibin dilin olacak dedi. Gerçekten de tasavvuf konusunda en veciz, en güzel sözler Cüneyd’e aittir.
KUR’ÂN VE SÜNNET ÇİZGİSİ
O, “Biz tasavvufu laf ile elde etmedik, açlık ve dünyayı terk etmek ve hoşa giden şeyleri kesinlikle bırakmak suretiyle elde ettik” derdi.
Onun tasavvuf anlayışı Kur’ân ve sünnet çizgisinde idi. Bu yüzden bu yolda Kur’ân ezberlemeyen ve hadis yazmayan Kitap ve sünnetten habersiz kimselere tabi olunamayacağını söyler, “Allah Rasûlü’nün yolunu izleyenlerden başkaları için, Allah’a giden bütün yollar kapalıdır” derdi.
Cüneyd’e göre akıllı kimse, organlarında Mevlâsı’nın ayıplayacağı bir fiil zuhûr etmeyendi.
Derdi ki: Hak’tan başka bir şey seni esir ettiği sürece gerçek bir kul olamazsın.
İstikamet ve ibadette devamlılığı esas alırdı. “Nasıl bir dalgıç, inci çıkarmak için denize dalsa ve incilere tam yaklaşmışken geri dönse kaybettiği kazancından çok olursa, bir kul da bin yıl Allah’a yönelse de bir an O’ndan dönse kaybettiği kazancından çok olur” derdi.
O, ihlâsı Allah ile kul arasında bir sır olarak tanımlardı. Melek onu bilmezdi ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olamazdı ki onu bozsun. Nefsin hevası ona aşina olamazdı ki onu eğsin.
Şöyle anlatıyor:
“Bir gece virdimi yapmak üzere kalktım. Her zaman duyduğum tadı alamadım. Uyuyayım, dedim. Uyku da tutturamadım. Bari biraz oturayım, dedim onu da beceremedim. Kapıdan dışarı çıktım, bir de ne göreyim, eski bir abaya bürünmüş bir adam, büzülmüş duruyor. Beni görünce başını kaldırdı ve:
Yâ Cüneyd, beni neden bu kadar beklettin? dedi.
Vakitsiz geldin, ne istiyorsun? dedim.
Nefsin hastalığı, nefse ne zaman ilâç olur? diye sordu.
Nefsin, hevâsına karşı çıktığında, hastalığı kendine ilaç olur dedim. Adam kendi kendine şöyle konuştu:
İşit ey nefs, ben bunu sana tam yedi kere söyledim, ama sen Cüneyd’in ağzından duymadıkça kabul etmedin, dedi ve dönüp gitti.
GIYBETTEN SAKINIRDI
Gıybetten hatta sû-i zandan ölü eti yemekten sakınır gibi sakınırdı. Bunun sebebini şöyle anlatırdı:
Bir gün Şünûziyye mescidinde oturmuş cenaze namazı için cemaati bekliyordum. Bu sırada bir fakir gördüm, halinden ibadet ehli olduğu anlaşılıyordu. Fakat dilenmek ile meşguldü. Kendi kendime: “Bu adamcağız böyle dileneceğine çalışıp nefsini bu hale düşmekten korusa daha iyi olmaz mı? Üstelik sağlığı da yerinde” diye düşündüm. O gece virdime kalkamadım ve bana rüyamda bir tepsi içinde o fakirin eti sunuldu ve “Ye bunu” dediler.
Ben onun gıybetini yapmadım ki, diyecek oldum:
Senin gibisinin böyle düşünmesi bile hoş değil, derhal git ondan helallık dile, dediler.
Sabahleyin o adamın peşine düştüm, baktım ki bir yerde bakla yaprağı topluyor. Yanına sokulup selam verdim. Bana:
Bir daha böyle yapacak mısın? dedi. Ben de:
Hayır karşılığını verdim.
Allah beni de seni de bağışlasın, dedi.
Sordular:
Tevhidin aslı nedir? Şu karşılığı verdi:
Kulun sonunun, başlangıç haline; canın ten kafesine girmezden önceki haline benzemesidir.
TASAVVUF HAKKINDA
Ona göre tasavvuf:
Allah’ın Zatından başka hiçbir şeye ilgi duymadan, yalnız Onunla olmaktı. Sulhu olmayan bir cenkti. Allah Teâlâ bir mürid için hayır murad ederse, onu gerçek sûfîler kervanına katar, sahte sofulardan korurdu.
Tasavvuf sekiz peygamberin, sekiz ayrı özelliğini cem’etmekti.
1. İbrahim (a.s.)’in sehâvetini,
2. İsmail (a.s.)’in rıza ve teslimiyetini,
3. Eyyûb (a.s.)’ın sabrını,
4. Zekeriyâ Peygamberin üç gün süreyle işaretle konuşmasını,
5. Yahya Peygamberin garipliğini,
6. Musa (a.s.)’ın sûf (yünlü) giymesini,
7. İsa (a.s.)’ın yolculuğunu,
8. Muhammed (a.s.)’in fakirlik ve zühd sıfatını.
Dünya ile ahiretin aynı kalede birleşemeyeceğini söyler, kalbin ahirete kap olabilmesi için dünyalıklardan temizlenmesi lazımdır, derdi.
“Marifet çalışmakla mı elde edilir, yoksa kendiliğinden mi gelir?” diye soranlara şu karşılığı verirdi:
Eşyanın özüne iki şeyle varılır. Biri hisler yani duygular diğeri deliller. Böyle görülen şeyler hisle, görülmeyenler delillerle anlaşılır. Allah Teâlâ’yı göremediğimize göre onu tanımak delil ve araştırma ile olur. Çünkü gaybı ancak delillerle bilinir.
CÜNEYD’İN İMTİHANI
Bütün Hakk dostu gönül erleri gibi onun da pek çok ibtilaları oldu. Bir ara inziva hayatını ihtiyar ederek halkın arasından uzaklaşması ve zikir ile uğraşması bile birilerini rahatsız etti. Halifeye şikâyet ettiler. Halife onu denemek için çok güzel ve çok sevdiği bir câriyesini, son derece süslü elbiseler ve değerli mücevherler giydirerek ona gönderdi ve câriyeye:
Cüneyd’in yanına varınca yüzünü aç, bütün güzellik ve ziynetinle kendini ona takdim et, “Hiç kimsem yok, servetim çok, gönlümü dünya işlerinden çektim. Senin sohbetlerine katılıp sana mürid olmak, kalan ömrümü ibadet ve taatla geçirmek istiyorum” de! İnandırıcı ciddi bir tavırla bunları söyledikten sonra örtülerini aç! dedi.
Câriye, kendisine refakat eden bir hizmetçi ile birlikte Cüneyd’in evine geldi, içeri girdi ve kendisine söylenenleri fazlasıyla yaptı. Cüneyd, cariyeyi dinlerken bir ara gözü câriyeye ilişti, fakat hiç bir cevap vermedi. Câriye sözlerini tekrarlarken Cüneyd başını önüne eğmiş dinliyordu. Birden başını kaldırıp derin bir “ah” çekerek nefesini câriyenin yüzüne üfledi. Câriye onun heybeti karşısında cansız yere düştü. Durum, Halife’ye haber verildi. Halife bundan son derece büyük bir pişmanlık duydu. Ve “böyle bir zâtın huzuruna gidip ziyaret etmek gerekir” diyerek yanına vardı. Cüneyd’e sordu:
Böylesine güzel bir cariyeyi yakmaya gönlün nasıl razı oldu?
Yâ Emir’el-müminin, senin müminlere olan şefkatin, kırk yıllık çile ile elde edilen hali berbat etmek midir? Öyle yapana böyle karşılık verilir, dedi.
Bu olaydan sonra Cüneyd’in şöhreti arttı ve devrinin muteber şeyhi oldu.
HIRKA VE YANIK KALB
Cüneyd, zühd yolunu tutmuş olmasına ve tasavvufa bağlı bulunmasına rağmen ulema kisvesi ile dolaşırdı. “Niye sûfilerin hırkası gibi hırka giymiyorsun?” diye soranlara:
Hırka ve yamalı elbise giymenin bir işe yarayacağını bilsem demirden ve ateşten elbise yaptırıp giyerim. Ama gönlüme: “İtibar hırkaya değil yanık kalbedir” şeklinde bir ilham geliyor karşılığını verdi.
Cüneyd, bir gün arkadaşı Ebû Bekir Şibli’yi “lâ havle velâ kuvvete illâ billah” derken gördü.
Bu söz canı sıkılanların kelâmıdır, can sıkıntısı ise kazâya rıza göstermemekten kaynaklanıyor diyerek onu uyardı.
DÜNYALIK KARŞISINDA
Dünyalığa metelik bırakmayanlardandı. Bir gün zenginin biri, önüne, beş yüz altın koydu. Cüneyd sordu:
Bundan başka bir şeyin var mı? Adam:
Hem de pek çok, dedi. Cüneyd,
Sana daha fazlası lâzım mı? diye sordu. Adam:
Evet, dedi. Cüneyd şöyle konuştu:
Öyleyse al bunları götür. Çünkü bunlara sen benden daha muhtaçsın. Benim hiçbir şeyim yok ve bunlara da ihtiyacım yok. Çünkü mal yeni ihtiyaçlar doğurur.
Cüneyd derdi ki:
Hakk ile kulları arasında dört deniz vardır. Kul bunları geçmedikçe Hakk’a vasıl olamaz. Onların:
Birincisi dünyadır, gemisi zühddür.
İkincisi insanlardır, bunun gemisi halktan uzlet ve inzivâdır.
Üçüncüsü İblistir, bundan kurtuluş ondan nefrettir.
Dördüncüsü Nefistir, bunun gemisi de arzûlarına muhalefet etmektir.
O tasavvuf imamlarındandı. Güzel söz ve nasihatları, risaleleri günümüze kadar ulaşmıştır.
Rahmetullahi Aleyh
Kaynaklar: Sûlemî, Tabakatüs-sûfiyye, s. 155-164; Hilyetül-evliyâ X, 225; Sıfatüs-Safve, II, 416-425; Kuşeyri, er-Risâle, 1,116-119; Hücvîrî, Keşfu’l-mahcub, 1.340-342; ibn Hallikân, Vefayâtul a’yân, l. 373; ibnûl-mulakkın Tabakatü’l-evliyâ! Tezkiretü’l-evliyâ (trc. S. Uludağ), s. 450-491; Şârânî, et-Tabakatu’l-kübrâ. 1,74-75; Münavi, el Kavâkibü’ddürriyye, l, 21′; Nefehâtül-üns (trc. Lâmiî Çelebi), S. 131; Süleyman Ateş, Cüneyd-i Bağdâdî ve mektupları, İstanbul 1970.