Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

İstikamet

Altınoluk Dergisi, 1994 – Aralik, Sayı: 106, Sayfa: 032

Tasavvuf ilminin en önemli meselelerinden biri de “Kitap ve sünnet çizgisindeki yeri” konusudur. İslamî ilimler arasında tasavvufa bir yer ayırmayı kendilerince pek uygun görmeyenler hep şu konuyu dillerine dolamaktadırlar: “Kitap ve sünnette tasavvuf var mı?” Bir ilmin veya müessesenin İslamî konumunu; kitap ve sünnet çizgisindeki yerini öğrenmek için o ilim ve müessesenin adının, doğuş ve muhtevasının kitap ve sünnetle ilişkisine ve bu ilim veya müessesenin kendisini bu ilişki içinde hangi noktada gördüğüne bakmak gerekir. Tasavvufa bu açıdan yaklaştığımızda karşılaşacağımız sonuç hiç de bazılarının iddia ettiği gibi değildir.

Tasavvufun adı İslamî kaynaklı suffe, safvet ya da sûf gibi kelimelerden türetildiği gibi, menşei de Kur’an ve sünnettir. Muhtevâsı, ya da konusu eğitim ve bilgi olduğundan bu açıdan da tasavvufun şer’î bir ilim olduğunu daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Bu yazımızda “istikamet” kavramı çerçevesinde tasavvufun ve tasavvuf mensuplarının kendilerini ve ilimlerini kitap ve sünnet açısından hangi noktada gördüklerini arz etmek istiyoruz. Sûfîler ilimlerinin kitap ve sünnet çizgisine uygunluğu konusuna büyük önem vermişler ve bunu ilimlerinin temeli saymışlardır. Nitekim ilk devir sûfilerinden bazılarının bu konudaki hassasiyetlerim gösteren sözlerini şöyle sıralayabiliriz:

Cüneyd-i Bağdâdî: “Tasavvuf toplu halde zikir, (Kur’an’ı) dinleyip vecde gelmek ve (kitap ve sünnete) ittiba ederek amel etmektir.”

Seriy Sakatî: “tasavvuf üç manayı kapsayan bir kelimedir:

Marifetin nûru, veraın nûrunu söndüremez;

Tasavvuf, Kitap ve sünnetin zahirine ters bir bâtın ilminden bahsetmez;

Kerametleri sûfîyi Allah’ın yasak bölgesine girmeye (haramlarını helal sayıp onlara dalmaya) sevk etmez.”

Cüneyd bir başka tarifinde: “Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır.”

Seni b. Abdullah Tüsteri: “Bizim yolumuzun temeli şu yedi şeydir: Allah’ın kitabına sarılmak, Rasûlullah’ın sünnetine uymak, helal lokma yemek, başkalarına eziyet ve yük olmamak, günahlardan kaçınmak, tevbe ve hukuka riayet etmek.”

Kerametle yan yana kullanılması neredeyse adet haline gelmiş bulunan “istikamet” kavramı, ilk mutasavvıflar tarafından sûfîlerin hakikisi ile sahtesini ayırmada bir miyar olarak kullanılmıştır. “Rabbin senden istikamet istiyor, sen keramet peşinde koşuyorsun” cümlesi mutasavvıfların uyarı mesajı taşıyan nasihatları arasında yer almaktadır. Bayezid-i Bistamî’nin: “Kendisinde gökyüzünde uçma veya bağdaş kurup oturma özelliği olan kimseye hemen kalkıp aldanıvermeyin. Önce onun emir ve nehiy çizgisindeki yerine; şer’î hududa riayetteki istikametine bakın.” sözü bu türden bir öğüttür.

İlk devir sûfîlerine ait bu tanım ve anlatımlar tasavvuf ilminin Kur’an ve sünnete verdiği önemi, kendi ağızlarından ifade etmektedir. Tasavvufta kitap ve sünnete tam ittibanın adı “istikamet”tir. Çünkü tasavvufta ihlâsın göstergesi istikamettir1.(bk. Tabakatu’s sûfiyye, s. 94) Bir insanın îman ve ihlâs noktasındaki dürüstlüğü istikametle ölçülür, “Öyleyse istikamet nedir?”

İstikamet, Kur’anî ifadeyle insanın emrolunduğu şekilde olması, Kitap ve sünnete tam uymasıdır. Çünkü Allah’ın kulundan; hem de en sevdiği kulundan istediği ve onunla beraber bulunanlardan beklediği budur. Nitekim Kur’an’da: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle beraber bulunan tevbe etmiş kimseler de öylece istikamet üzre olsunlar.” buyrulur. (Hûd, 11/112) Bu ayetin tefsirinde Elmalılı Hamdi Efendi şunları söylemektedir:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Hakkıyla doğru ve dürüst ol! Sen her hususta doğruluk ile emrolunmuş bulunuyorsun. Senin her işte Kur’an’da emrolunduğun gibi sırât-ı müstakim üzere tam bir doğrulukla hareket etmen ve her hususta vahy-i ilahiye uyman; Kur’an ahlâk ve ahkâmı üzere hareket edip bilfiil canlı bir “istikamet” örneği olman gerekmektedir. Doğruluk ve dürüstlüğün, senin peygamberliğine ve başarılı olmana en büyük delil ve belge olacaktır. Vahyolunan emrin yerine getirilmesi ne kadar ağır olursa olsun; ne o emrin tebliğinde, ne de icra ve uygulamasında hiçbir engelden yılmayarak emrolunduğun gibi dosdoğru olmaya devam et!”

Hakk’a vuslat ve O’ nun rızasına ermenin tek yolu istikamettir. Bu bakımdan istikamet son derece yüce bir manevî makam olmakla birlikte en zor gerçekleştirilebilen bir keyfiyettir. Bir işin değeri elde edilişinin zorluğu ile alakalı olduğundan istikamet, güçlüğü sebebiyle en değerli makam sayılmıştır. İstikamet üzre olmanın zorluğu “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsiri Sure, 56/6) hadisiyle ifade edilmiştir. Hûd Sûresi’nde Hz. Peygamber’i ihtiyarlatan istikamet emridir. Hz. Peygamber’i ihtiyarlatanın “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” hükmünden çok “şirkten tevbe edip seninle beraber bulunanlar da senin gibi istikamet üzre olsunlar” emridir. Çünkü Hz. Peygamber, Cenab-ı Hakk’ın te’dibi ile mânen yüceltildiği gibi, “ismet” sıfatı ile istikameti Allah’ın gözetimi altında bulunan bir nebiyy-i zişândır. O’nun asıl sıkıntısı kendi çevresindeki insanları, kendisiyle beraber bulananları ve genel anlamda bütün ümmeti istikamete erdirmek Kur’an ve sünnet çizgisine getirmektir.

Kur’an’da özel yeri olan “istikamet” kavramına hadis-i şeriflerde de ayrı bir yer verildiği görülmektedir. Nitekim bu konudaki hadislerden bazısı şöyledir;

Dil istikamet üzre olmadıkça kalb, kalb istikamet üzere olmadıkça îman müstakîm olmaz. (İbn Hanbel, III, 698)

Allah’a inandım de, ondan sonra istikamet üzre (dosdoğru) ol! ( Müslim, îman, 62; İbn Hanbel, III, 413)

Allah’tan kork ve istikamet üzre ol! (Tirmizî, Zühd, 61; İbn Mace, Fiten, 12)

İstikamet üzre olursanız kurtuluşa erersiniz. (İbn Mace, Tahare, 4; Darimî, Vudü, 2)

Kur’an ve sünnetteki emir ve nehiy çizgisine tam riayet ve o çizgiyi daima koruma titizliği demek olan istikametin hadislerde genellikle îman, takva ve kalb kavramlarıyla beraber kullanılması ilgi çekicidir. Çünkü istikametin temeli îman ve takvadır. İman ve takvanın yeri ise kalbdir. Bu itibarla istikamet kalpteki” îman duygusu ile organlardaki davranışların uygunluğudur. İfrat ve tefritten uzak ve her türlü sapmadan berî bir tutarlılıktır. Konuya bu açıdan bakıldığında istikamet ile itmînan arasında da bir ilişki olduğu ortaya çıkmaktadır. Kalpteki itminan, istikameti hazırlayan bir faktördür.

Söz bu noktaya gelmişken “şeriat, tarikat, marifet ve hakikat” dörtlüsünü diline dolayan bazı insanlar tarihte olduğu gibi günümüzde de amacın marifet ve hakikate ermek olduğunu ve bunun da bir kalb işi bulunduğunu öne sürerek hem sapmakta, hem de başkalarını saptırmaktadırlar. Onların dillerine doladıkları iddia şudur:

Kur’an’da: “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbına kulluk et!” (el-Hicr, 15/99) buyrulmaktadır. Öyleyse amaç “yakîn ve marifet” duygusuna ermektir. Buna erişen insanlar için artık ibadete ihtiyaç yoktur, derler.

Ayetteki ölüm manasına gelen “yakîn” kelimesini “marifet” anlamında anlarlar. Bazı bâtınî düşünceye mensup tasavvuf çevrelerinde bugün de seslendirilen bu düşüncenin tasavvuf ve tarikatla, İslâm ve şeriatla hiçbir alakası yoktur. Çünkü İslamî düşüncede insanın yaratılış sırrı “Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zariyet, 51/56) ayetiyle ibadet ve kulluk olarak açıklanmıştır. Tasavvufun gayesi de bu kulluk sırrına erdirmek ve dolayısıyla Kitap ve sünnet çizgisini korumaktır. Bu duruma göre böyle bir iddiayı tasavvufla bağdaştırmak mümkün değildir. Ayrıca nasıl mezhepler içinde hak mezhepler ve batıl mezhepler varsa tasavvuf ve tarikat muhitinde de hak üzre olanlar olduğu gibi; batıl ile meşgul bulunanlar da vardır. Tasavvuf ve tarikat çevrelerinde hak ve batılın ölçüsü şeriata tam bağlılık; dolayısıyla istikamettir.